SORUMSUZCA SÖYLENEN SÖZLER 3



 

SORUMSUZCA SÖYLENEN SÖZLER


Önsöz


«Sorumsuzca Söylenen Sözler» kitabımızın üçün. cü cildini yazıp yayınlamaya da Cenab-ı Hakk bizi muvaffak etti, elhamdülillah... Rabb'ımm, sadece bu nimeti için bile namütenahi hamd ediyorum.
Camiden, cemaatten uzak kalan zevata ancak neş­riyat yoluyla vaaz-u nasihat mümkün olmaktadır. Bu sebeple-Cenab-ı Hakk bize «Seyyar Kürsü» mahiyetin­de olan bu kitablan neşretmeyi ihsan etti, elhamdülil­lah...
Bu kitabın ilk cildini çıkardığımız, Kasım-1989 dan Kasım - 1990'na kadarki bir yıllık zaman içinde, ikibin civarında mektup aldım.   Bunlardan iki tanesi
müstesna, tamamı bu kitaplardan çok faydalandıkları­nı beyan ile hayır duada bulunuyorlar. Ben de cüm­lesine bilmukabele duada bulunuyorum. Aldığım mek­tuplar ve yaptığım sohbetler bana bu kitapların büyük bir boşluk doldurduğu kanaatini verdi. Bu kanaatin verdiği şevk ile çalışmaya devam ettik ve bu cildi de çıkarmaya Cenab-ı Hakk bizi muvaffak etti, elhamdü­lillah...
Bahsi geçen iki mektup kendilerini «tarikatçı» sa­nan iki kişiden. Bunlar kitabımızın birinci cildindeki 125. 126. 127. ve 128'inci maddelerdeki tarikatlarla il­gili sözlere kafalarını takmışlar. Bunların Tarikatın ne olduğunu bilmeyen kişiler oldukları yazdıklarından besbelli. Zikredilen sözleri okumuşlar, fakat açıklama­larını ya okumamışlar —çünkü mektuplarından öyle anlaşılıyor— veya okuduklarını anlamıyacak kadar geri zekâlı imişler ki, mektuplarında veryansın etmiş­ler. «Kem söz sahibinindir» demekle iktifa ediyoruz.
Özellikle yukarıda numaralarını verdiğimiz söz­lerin açıklamasını okumayanların okumasını, anlaya-mıyanlann anlamaya çalışmalarını tavsiye ediyorum. Okumadan bazı varsayımlarla çizmeyi aşmak çirkin­lik ve çirkeflik olur.
Bizler, Ehl-i Sünnet itikdma sahip müslümanlar olarak, münker söz, fiil ve davranışlardan kardeşleri­mizi mevcut imkânlarla haberdar etmek zorundayız. Gayemiz, Allah  (c.c.)'nün    rızası; hedefimiz1 Hakk'ın
hakimiyetidir.
Çalışmak bizden, hidâyet sadece ve sadece Allah (c.c.)'dandır. O'nun yardımını dileriz...
Mevlüt ÖZCAN İstanbul-1990 Kasım[1]

354 — «Allah Yakar, Allah Çarpar,   Allah Taş Eder...»


Dünyada, kim ne olursa olsun, bir şeyi iyi ta­nıyorsa o şeyi başkalarma iyi tanıtır. Eğer iyi tanımı­yorsa, anlatacağını anlattığı kişilere de yanlış tanıtır.
Aynen bunun gibi, bazı ana-babalar çocuklarına sürekli bir şekilde Allah (c.c.)'yü yanlış tanıtıyorlar. Çocuklarını korkutmak veya kendilerinin yanlış bil­dikleri söz ve fiillerden vaz geçirmek için bazıları sü­rekli olarak :
— Aman öyle yapma! Sakın bir daha öyle .söyle­me... Allah yakar. Allah çarpar. Allah taş eder...» de­yip dururlar.
Bu ifade tarzı son derece tehlikeli ve tamiri güç bir davranıştır. Çünkü, bu sözlerin sürekli söylenme­si, çocuğun Allah fc.c.î'yü yahnızca ceza veren bir varlıkmış gibi düşünmesine neden olabilir:
Bir örnek ile meseleye biraz daha açıklık getirmek mümkündür:
Kendisine sürekli olarak bu sözler söylenen bir çocuğa:
«— En çok kimi seviyorsun?» sorusu sorulunca o çocuk:
«— En çok Peygamberimizi seviyorum. Çünkü o bize şefaat edecek, cehennemden kurtaracak. Allah ise bizi yakacak, cezalandıracak» şeklinde cevap ver­miştir.
Bu cevabın yanlışlığının tek sebebi; çocuğa Al­lah'ın yanlış tanıtılmasıdır. Oysa ki, Yüce Rabb'imiz Kur'an'da azabından olduğu kadar rahmetinden, ce­henneminden olduğu kadar da cennetinden bahset­mektedir.
Çocuk terbiyesinin İslâm'da büyük önemi vardır. Onun için evleneceklerin evlenmeden evvel ve ana -baba olmadan önce bununla ilgili bilgileri öğrenmeleri farz-ı ayn ilimler arasında zikredilmiştir. Bu ihmal edildiğinde bir neslin bozulması söz konusudur. Zama-nımızdaki dağınıklığın ve serkeşliğin sebebi de bu il­min ihmal edilmesidir. Emperyalist kafirlerin kültürü­ne yapışıp öz kültürümüzden ayrılmamız bu milleti içinde bulunduğu korkunç neticeye götürmüştür. Çün­kü, kültürü bir milletin can damarıdır. Bu damar ku­rutulunca o millet millet olma özelliğini kaybeder.
Şimdi biz meseleyi îslâmi ölçüler içinde inceleme­ye devam edelim:
İslâm ana-babaya çocuklarını yetiştirmek görevi­ni de vermiştir. Bunun için ebeveynler:
© Çocuklarınızın bedenini besleyip büyümesiyle meşgul olurken ruhunu ve terbiyesini ihmal etmeyiniz.
® Çocuğun ilk örneği sizsiniz; onlara iyi model olunuz.
®   Onların kötü sözlerine gülmeyiniz.
® Onların her isteğini almayınız. Çeşit çeşit giy­dirmeyiniz. Böyle yaparsanız çocuklarınız bunalımlı kanaatsız ve ehl-i keyf olurlar.
•   Çocuklarınızın saygısızlıklarına göz yumarsanız onlar dik başlı, kendi başına buyruk ve problemli insan olurlar.
•    Çocuklarınızı helâl  ile  besleyiniz.  Haramdan hasıl olandan hayır yoktur.
•    Çocuk konuşmaya başlayınca ilk defa kelime-i tevhidi öğretiniz.
®   Çocuğun fıtri hayasını muhafaza ediniz.
® Allah'ı, Peygamberi, Kur'an-ı Kerimi, melek­leri... doğru-dürüst ve iyi tanıtınız. Hatalı tanıtımların tahribatı bir ömür sürebilir. Onun için çok dikkatli olunuz.
•    Yemek-içmek, konuşmak adabını öğretiniz.
•  Çocuk erkek ise erkek elbisesi, kız ise kız el­bisesi giydiriniz. Aksi halde davranış bozukluklarına sebep olurs.unuz.
•    Çocuğu yalandan, iftiradan, hasetten, hırsız­lıktan...  fena huylardan  sakınması için  tedbirlerini alınız.
© Çocuklarınız büyüdükçe onlara Peygamber (s.a.v.) Efendimizin diğer peygamberlerin ve büyük zatların menkıbelerini anlatınız...
•  ' Yedi yaşma girince namaza başlatınız. On ya­şında mutlaka namaz kıldırınız.
•    Tesettüre riâyet ettiriniz.
•    Buluğ çağma kadar belli mesafeyi de koruya­rak onları terbiye ederek eğitiniz.
'©Buluğ çağının problemlerini zararsız geçiştirme­leri için şefkatla onlara yardımcı olunuz.
•    Evinizde İslâm'ın    gösterdiği yolu ve metodu takip ediniz.
•   Çocuklarınızı   İslâm'a   göre   yetiştirmezseniz hayâsız, örtüsüz, oruçsuz, ibâdetsiz, merhametsiz, taş yürekli, huzursuz evlâtların ana-babası olursunuz. Bu ne çirkin bir neticedir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar, ana-babası onu ya   yahudi, ya hıristiyan veya    mecusi yapar.» [2] buyurmuştur. Dikkat edilirse «ana-babası müslü-man yapar» demiyor Efendimiz. Neden? Çünkü ço­cuk müslümandır. Hür fikirlidir.
Yalan söyliyerek evladlarma kötü örnek olan ebe_ veynler çocuklarına yahudilik, hıristiyanlık veya ko­münistlik huylarından bir huy aldırmışlardır.
Çocuğa ilkokuldan üniversite sonuna kadar, on-beş senelik tahsil koşusunun sonunda ödül olarak hep ekmek gösterilirse, yetişen genç maaş veya makama mahkum olmuş köledir. Hedef, sahasında iyi yetişmiş insan olsaydı, ekmeği bol, makamı yüksek hür bir in­san yetişmiş olurdu. Bunları ekmek yoluna yönlendi-. ren, çeyrek ekmeğe boyun eğdiren ana-baba ve eğiti­ciler yeni nesillerin katilleridirler...
«Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı derler» diye evlâdına nasihat eden baba çocuğunu ayının ye­ğeni yapmış olur. Bu çocuk büyüdükçe ayılaşır; ar­muttan başka meyva tanımaz olur.
Bazı ebeveynler para biriktirsinler diye çocukları­nın ellerine küçük yaşta «kumbara» verirler, «Kum-, bara» türkçede «el bombası» anlamına kelir. Çocukla. nn eline küçükken kumbara verip, yememeyi, dağıt-mamayı, para biriktirmeyi, para şıngırtısını dinleme­yi öğretirsek; bunlar büyüyünce, paradan başka kav­gası verilecek bir şeyin olmadığını, para sesinden da­ha güzel bir sesin bulunmadığını iddia eden ve para için her şeyi yapmaya hazır köle ruhlu bir nesil olur­lar. Onun için, neyi ne zamaa ve nekadar verileceği­ni iyi hesap etmek lâzımdır.
Bir de, ahlâki terbiyeleri henüz teşekkül etmemiş çocukları kazanç için çalışmaya zorlamak uygun de­ğildir. Çocuklarını kazanç için çalışmaya zorlıyanlar,. onları hırsızlığa alıştırıyorlar, demektir..
Şimdi tekrar çocuğa Allah (c.c.î inancının yerleş­tirilmesi meselesine dönelim:
Allah'ı tanımak ve tanıtmak için O'min isim ve-sıfatlarım bilmek gerekir. Herşey sıfatlarıyla beraber tanınır, Allah'ı tanımak ve tanıtmak ve lâyıkı veçhile kulluk yapabilmek O'nun isim ve sıfatlarını çok iyi öğrenmekle ve tanımakla olur.
Bütün olgunlukların, ancak Allah'ta olduğunu kafi olarak bilen kişi, bu bilgiden zevk duyar ve bu zevkten mahrum eden hayatı ayağıyla teper, eliyle de iter.
Lâkin maalesef, zamanımızda «Allah'a inanıyorum* diyenlerin önemli bir çoğunluğunda, Allah inancı doğ^ ru değildir. 12 yaşındaki çocuğun, yanında yapmadı­ğım insanımız Allah (c.c.) huzurunda rahatlıkla yapı­yor. Niçin? Çünkü, Allah inancı zayıf ve hatta yanlış.
Mahlukat için dünyada dostluğu kazanılacak tek zâd, ancak Allah (c.c.) dür. Zira, O'nun dostluğunu kazanmak herşeyi kazanmak demektir. Allah'ı tanı­mak en büyük şereftir, irâdesine itaat etmek en büyük kazançtır. Doğru olan Allah bilgisi insanı cennete ko­yar.
Allah'a imân farzdır. Bu imân Allah'ın bütün sı­fatlarını bilerek tasdik etmekle hasıl olur. Bu sıfatlar 14'dür. Ve ikiye ayrılır:
A — Sıfat-i Selbiye 6'dır:
1- Vücûd:   Allah'ın var olması.
2- Kıdem:  Varlığının evveli olmaması. v
3- Beka:  Varlığının sonu olmaması.
4- Muhalefetün Hl-Hâvadis: Mevcutadtan hiçbirine benzememesi.
5- Kıyam Bizatihi i   Varlığının kendisinden olmasv
6- Vahdaniyet:   Bir olmasıdır.
B — Sıfatı Subûtiyye 8'dir:
1- Hayat:   Diri olması.
2- İlim:   Bilmesi.
3- İrade :   Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi.
4- Kudret:    Muktedir olması.
5- Semi':   İşitmesi.
6- Basar :   Görmesi.
7- Kelâm:    Ses ve harfe muhtaç olmadan konuşması.
3- Tekvin :  Allah-u Taalâ'nm yaratıcı olmasıdır.(2)
Hasılı, insan, tam ve kâmil bir mü'min olmağa çalışmalıdır. Bu mübarek vasıflara şu dört mühim esa­sa sarılmakla nail olunur:
1- En mühimi, Allah bilgisi edinmek : Düşünmek çağına gelen her insanın    ilk vazifesi budur. Allah'ı bilmiyen gönüller, gezen ve konuşan birer ölüdürler.
2- Allah bilgisini kafi   delillere dayandırmak: Her eserin bir müessiri vardır.    Eser gözle görülür; müessir, akıl ile sezilir.
3- İbâdetlere itina etmek.
4- İyi-kötü huyları sıkı bir kontrole tabi tutmak. Çocuklarımızı da bu hedef doğrultusunda yetişti­relim, inşâallah...
Bu sıfatları ilmihal kitaplarından tefermatla öğrenmek mümkündür. Şunu da belirtelim: Allah'ın sıfatları sayıla-mtyacak kadar çoktur. Kur'an-i Kerim'de bu sıfatların bir çokları zikredilmiştir. Bizim burada zikretiğimiz sıfat­lar genelin özetlenmiş olanıdır. Alla-u âlem... [3]

355 — «Allah-U Ekber - Yatda Geber»


• Küffar kültürü'nün insanların başına ne bü­yük belâlar açtığı malum. Bu kültürün istilasına uğra­mış toplumlar huzurdan uzak ve büyük sıkıntılara ma­ruz kalmış toplumlardır. Bu- toplum insanlarının ağ­zından çıkan her sözde ve bulundukları her teşebbüs-de bir bereketsizlik, bir yıkım ve felâkete götüren bir netice vardır.
Maalesef, bizim toplumumuz da, insanlığın başına şer olan batı kültürünün istilâsına uğramış bir toplum­dur. Her şeyimizde körükörüne batıyı taklid etme taas­subu vardır. Onun için başımız hiç halâs bulmaz.
Zalimler, bizi öz kültürümüzden ayırdılar. Ne söy­lediğimizi de, ne söyliyeceğimizi de bilemez olduk. Sa­yısız helâller dururken birkaç adedi geçmeyen haram­larla iştigal eder hâle getirildik. Hem de bunlara öyle alıştık ki, haramları işlemek tüyümüzü bile kıpırdat­mıyor artık. Ne hâllere düştük... Fesübhanallah...
Bazılarından çok duyarız «Allah-u Ekber yat da geber» derler. Sorumsuzca yaşıyanlarm çok sarfettiği bir sözdür bu. Bu söz, insanı neticesi katlanılması çok zor olan sonuçlara götürür. Cehennemde ebedi kalma sebebi olabilir.
«Allah-u Ekber yat da yeber» cümlesini birkaç yönden tahlil edebiliriz : Bu sözde :
1- Allah'a karşı itimatsızlık söz konusudur  Bu sözde, «Senin O büyük dediğin o Allah'a inanırsan, iş­te O senin büyük dediğin Allah seni gebertir.» mâna­sı vardır. Bu küfürdür.
2- Allah-u Kkber lâfzı ile «yat da getaer» lâfzı bi-ribirine zıd ifâdelerdir. Allah'ı büyük bilenler ve sade­ce O'na kul olanlar, hep dipdiridirler.    «Yatmak» ve. «gebermek» diriliğin, dinçliğin    zıddıdır.Bu mânâda zikredüdiği takdirde    de mezkur söz,    insanı birinci maddede beyan ettiğimiz neticeye götürür. Çünkü ön­ceki maddede zikredilen mânâ ortaya çıkıyor.
3- Namazda, rüku' ve secdeler vardır. Bunlarda intikal, tekbirle yapılır. Rüku' ve secdeyi yatıp kalk­makla karıştıranlar «Allah-u Ekber yat da geber» der­ler. Rüku' ve secde ibâdet, yatıp kalkmak eğer âda­bına göre yapılırsa mubah, uygunsuz yapılırsa yapı­lış tarzına göre ya mekruh ya haram olur.
Bir diğer husus da, bu sözde, «Namaz kılanları ibâdet ettikleri Rabb'leri gebertsin» mânâsı vardır. Bu sözü söyliyenler namaz ibâdetini, pisi pisine gebermek ile eş mânâda değerlendirmiş olurlar ki, bu da netice itibariyle küfür olur.
Hasılı, «Allah-u Ekber - yat da geber» sözü akıl, izan sahibi ehl-i sünnet inancına sahip hiçbir müslü-manın ağzından çıkması düşünülemez. Zira bu sözü sarf edenlerin akıbetleri çok feci olur.   Çünkü küfrün
cezası ateşte yanmaktır. [4]

356 — «Tanrı Uludur»


• «Tanrı» kelimesi üzerinde kitabımızın birinci cildinin 27. 28. ve 29.'uncu sahifelerinde durmuştuk. Şimdi burada meseleyi başka bir açıdan ele alacağız, inşaallah...
«Tanrı uludur» ifadesinden basit bir ilmihal bil­gisi olan bunun Allah'-u Ekber'e karşılık getirilmeye çalışıldığını bilir.
Türkiye'de yıllarca minarelerden «Tanrı uludur -Tanrı uludur» diye bağırtıldı. Sebebi vardı. Daha son­ra başka «ulu»lar çıkartılacak Allah-u Ekber unuttu­rulup «Ulu» sıfatı verilenler tanrılaştırılacaktı. He­def bu idi. Zaman geldi Mustafa Kemal'e «Ulu» ve «Önder» sıfatlan verildi. «Ulu Önder Atatürk» dedi­ler. Oysa «ulu» ile «önder» kelimeleri ayrı ayrı sıfat­lardır. Niye peşi peşine takılmış acaba? Hikmeti ne olaki diyor insan kendi kendine.
195O'li yıllarda M.Kemal'i koruma kanunu Demok­rat Partililer tarafından çıkarıldı. Aleyhte konuşmak yasaklandı. Zamanın devlet başkanı Celâl Bayar yeni bir «ibâdet» şekli icad etti: M.Kemal içim. «Seni sevmek milli bir ibâdettir» deyiverdi. Bir taraftan da «Ulu Ön­der Atatürk» deyip duruyordu.
Birileri de:
«Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze;
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Varsın! Teksin! Yaratansın!
Sana bağlanmıyanlar utansın» [5] diyordu.
Bir başkası:
«Yoktan var ediyor Tanrı gibi her şeyi» [6] diye nutuk atıyordu.
Arkasından: «Ne örümcek ne yosun Ne mucize, tıe füsun Kabe arabm olsun Bize Çankaya yeter» [7]
diye  Çankaya'yı  kıbleleştirdiler.  Maksatları  gittikçe hasıl oluyordu.
Öyle bir durum ortaya çıktı ki: «Tanrı Uludur, Ulu Atatürk'tür.» -
 Sonra da peşinden: «Atatürk Tanrıdır» dediler:
«Atatürk ekber! Atatürk ekber! Ancak O var: Atatürk.
Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk.» [8]
«Ulu Tanrı» ifadeleriyle zorlıyarak insanları yıl­lardır uğraşarak ne hâle getirdiler. Bir defa, Allah (c.c.)'nün ismi türkçeye «Tanrı» diye çevrilemez. Tan­rı ilâh adının karşılığıdır. Araplar ilâh kelimesini putlar için kullanırlardı [9] Allah (c.c.) ismi yabancı dillere yapılan tercemelerde aynen kullanılmıştır. Çün­kü, bu ismin karşılığında hiçbir dilde hiçbir kelime yoktur.
Son yıllarda birinin yaptığı şu duaya bakın kim­lerin nasıl «ulu tanrı»' yapıldığını görün:
«...Mübarek ruhundan niyazımız; bizi daima kö­tülerden, fenalardan, hıyanet duygusuna kendisini kaptırmışlardan her zaman olduğu gibi ülkemizi koru büyük atam. Bizi yalınız bırakma. Türk- milleti her zaman sana şükredicidir...» [10]
Dünya nelere sahne oluyor?
Bu «Tanrı uludur» sözü bize birşeyler daha hatır­lattı. Diyeceğimiz şudur: Dünyada ululaştırılan in­sanların ardı arkası gelmemiştir. Kapitalist ve komü­nist rejimlerin gereği de budur herhalde.
Rusya'da Bolşevik ihtilâlinin gerçekleşmesinden. sonra Soljenitsin, Gulag takım adalarında 60 milyon insanın katledildiğini iddia etmiştir. Mütevaffa Kruş-cef bu katletme olayını şöyle izah ediyor:
— Evet bu doğrudur. Dökülen bunca kanın gaye­si insanlığı Stalin'e tapmayı gerçekleştirmek içindi. Bu katledilen insanlar Stalin'e tapmayı reddetmenin, karşılığını canlarıyla ödediler.»
Kruşçef bunları söyledi ve olaydan ibret alarak. Stalin'in Kremlin'de Anıt-Mezar'daki mumyalı cesedi­ni Lenin'in yanından fırlatıp attı. Ama, Kruşçef dev­rildikten sonra idareyi eline,alan Üçlü Komite zama­nında Stalin yeniden putlaştırıldı. Olaylar daha sonra, gelen Mao'ya birşeyler anlattı.. Bu yüzden mütevaffa Mao 1972 yılında kendisiyle mülakat yapmaya muvaf­fak olan bir Fransız gazeteci kendisine:
—  Ekselans her dairede, her köşe başında,  her meydanda hatta her evde ve paralarda resminiz, ismi­niz, büstünüz, heykeliniz var. Bütün bunlar size put-laştırıldığmızı ihtar etmiyor mu?»   şeklinde bir sual sorunca, Mao şöyle cevap veriyordu :
—  Evet, söyledikleriniz   doğrudur. Putlaştırıldım. Ama size şunu söyliyeyim: Ayakta durmak istiyorsa­nız putlaştmlmaya muhtaçsınız. Bakınız Krüşçef ken­dini putlaştırmadı ve yıkıldı.   Stalin ise putlaştırıldığı için yıkıldığı halde yeniden dirildi.»
Mao, öldükten sonra da putlaştırılmasımn deva­mını sağlamak için çok çalıştı. Ölümünden sonra da O, bir milyara yakın insanın gözünde hâlâ korkulu bir put idi. Yıllarca Pekin'deki Anıt-Mezar'da kendisine insanlar taptırıldı. Hatta Türkiyeli komünist gazete­ciler Moskova'ya gidince Leninln Anıt-Kabir'i, Pekin'e gidince de Mao'nun Anıt-Kabir'i diyerek bu Anıt-Me-zarlardan bahsetmektedirler.  [11]
Hasılı, «Ulu Tanrı» Allah-u Ekber'e karşılık geti­rilmek için kullanılmıştır. Bu Allah (c.c.) ismi yerini tutmaz. Bu ifadeyi kullanma yolunun seçenler putlaş-tırılmayı gaye edinmişlerdir. Lakin, Allah (c.c.) onlara Tdu fırsatı vermemiştir. Müslümanlar böyle bir ifade­den kaçınmalıdırlar. [12]

 

357- Bu Memleketin Yüzde 95i Müslümandır»


Besmi, gayr-i resmi ağızlarda bu memleketin insanlarının % 95lnin müslüman olduğu sakız gibi çiğnenir durur. Bu, kesinlikle yanlış bir hesaptır. An­cak, doğru olan miktarı sadece Allah (c.c.) bilir.
Türkiye'de hayat tarzına bakıldığı zaman, bu memlekette müslümanlığm olmadığını söylemek için illaki başka bir şey olmaya gerek yoktur.
«Bu memleketin % 95'i müslüman» ise. o zaman bu memlekette % 95'in dediğinin olması lâzım idi. % 95 müslüman olduğuna göre bu % 95ln nıüslüman-ca bir hayat tarzı istemeleri gerekirdi. Yani bu % 95, İçkinin içümediği, kumarın oynanmadığı, zinanın ya­pılmadığı, kimsenin hakkına tecavüz edilmediği, na-muslu-şerefli insanı insan yapan güzelliklerle müceh­hez bir düzen tarzı isterlerdi. Böyle bir şey yok. Diğer bir husus da şudur : Bu memlekette yaşıyan insanların % 95'ine müslüman denildiğine göre, bundan % 5'in bu memlekette gayr-i müslim olduğu anlaşılmaktadır. Gayr-i müslimin isteyeceği hayat tarzı nefse hitabe­den hayat tarzıdır. İçkinin, kumarın, zinanın alabil­diğine yaygın olduğu bir hayat tarzı; namus-şeref, edeb-hayânm zerre kadar kıymeti olmıyan bir yaşan­tı. Şimdi geçerli olan işte bu hayat tarzıdır.
Demek ki, bu memlekette % 95'in değil % 5'in de­diği oluyor. Öyle olunca karşımıza çıkan iki şıktan bi­rini kabul etmek kalıyor:
1- Ya bu memleketin insanlarının % 95'i müs-lüman değil bu rakam çok daha aşağılarda.
2- Ya da bu % 95, % 5 kadar bile değeri olmı-yan serseri, ne yaptığını ne yapacağını bilmeyen gaye­siz ve idealsiz kuru bir kalabalıktan ibarettir.
Biz hangisini kabul edersek edelim manzara bu memleketin ve insanımızın zararına dır, felâketinin ha­bercisidir.
Cemaat, Hakk'a uyduğu müddetçe cemaattir,[13] isterse bir kişi olsun. İslâm'ın cemaat tarifi budur. Sa­dece eum'adan cum'aya bedenen bir araya gelip, ay­nı kıbleye yöneldiği halde ruhen ve kalben birleşemi-yen, namaz dışı yaşayışında hak yolda yürüyemiyen, Allah (c.c.J'nün ipine [14] sarılamıyan gruplar cemaat olamazlar. Onlar kuru kalabalıktan öteye geçemezler. Böyle toplumlarda ortaya atılan % 95 rakamları birer aldatmacadan başka bir şey değildir.
Şu «% 95'i müslüman» denilen şu toplumun hali­ne hele bir bakınız : Cum'a saatinde iş yapılmasını Al­lah (c.c.) yasak etti. Fakat bütün iş yerleri açık: İş sahiplerinden bazıları camide, fakat iş yerleri açık. Kim çalıştırıyor buraları? Ya oğlu, ya işçisi işin ba-şmda. Haram olan kazanç «müslümanım» diyen ada­mın kasasına giriyor. Bu haramları bu «müslüman»-lar nasıl yiyorlar acaba? Kim veriyor bunlara bu ruh­satı? îmân ettikleri düzen mi veriyor acaba?
Eğer bu memleketin % 95'i gerçekten müslüman olsaydı, cum'a saatinde her yer kapanacak, hayat bu saatte duracaktı. O zaman herkes anîıyacaktı ki, müs-lümanlar bu saatte namaza gitmişlerdir. % 95'in ser­gileyeceği görüntü bu olurdu. Ama böyle bir görün­tü yok. Çünkü bu % 95'in içinde namazı anlatan âyeti kabul edip de devleti anlatan âyeti kabul etmeyen «müslüman»lar da var. Onlar kendilerine bu âyeti ha­tırlatınca :
«— Bugün neyin eksik. Camiler açık. Sana kim karışıyor. Namaz kılma diyen mi var?» diye karşılık veriyorlar.
Oysa, İslâmiyet bir bütündür. Kim İslâm'ın bütü­nünü alırsa işte o müslümandır. Kim de onun bir kıs­mını alır bir kısmını almazsa, İslâm üe cahiliyeti biri-birine karıştırmıştır. Onun için, bugün Kur'an-ı Kerim Allah'ın vahyettiği-etmediği açısından inkâr edilmiyor. Bugünün inkârı «Kur'an yetersiz» veya «Uygulana­maz» ithamlarıyla inkâr edilmektedir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimize Mekke'liler itiraz ediyorlardı: Nefisleri peşinde yaşıyan bu müşrikler Allah'ın varlığını inkar etmiyorlardı. [15] Yalınız, tek başına Allah dünyanın bunca işini beceremez, savaşı idare eden bilmem ne ilâhı, barışı yapan bilmem ne ilâhı var diyorlardı. Bunun yanlış bir anlayış ve ina­nış olduğunu anlatan Hz.Peygamber (s.a.v.) Efendi­mizi aralarında huzur bozucu olarak görüyorlardı.
O günkü Mekke'li böyle bir tavır içinde idi de bu­günkü Türkiye'li başka türlü bir tavır mı sergiliyor yani. Bugün de dindarlığından taviz vermemeye gay­ret edenler, hakkı söyliyenler ve yaşıyanlar toplumun önemli bir kısmı tarafından huzur bozucu kabul edi­liyor. İkbal için, makam mevki için, elde edeceği maddi menfaatler için hakkı ketmedenîer baş tacı edilir­ken, bu tâvizi vermeyenler huzur bozucu ilân edili­yorlar. Yani dünkü Mekke'linin tavrı ile bugünkü Tür­kiyelinin tavrı arasında fark yok. Lâkin, maalesef bu toplumun % 95'i için müslüman hesabı yapılıyor.
Peygamber (s.a.v.J Efendimiz:
«Bir zaman gelecek insanlar bir vadide Kur'an başka bir vadide olacak» buyurmuştur. Bu Hâdis-i Şe­rif ile iki ayrı hayat tarzına işaret ediliyor. Biri Kur'an nizamı diğeri bu nizamın dışındaki nizamlar. Necip Fazıl Kısakürek buna dikkat çekerek:
«Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir...» diyor. Müslümanım diyen herkes, hayatının hangi va­dide akıp gittiğini bilmelidir, şayet biliyorsa, bunu çok iyi tanımalıdır!
«— Bu memlekette inancımız parya muamelesi görmesini», diyoruz.
Kafir bir tarafa müslümanım diyen karşımıza di­kiliyor ve diyor ki:
«— Dış güçler, Amerika-Rusya buna müsade eder mi? Onlara sezdirmemek için masonu veya diğer bir k"âfiri destekliyoruz. Onun partisinden olacağız. Kim­seye sezdirmeden kaleyi içinden feth edeceğiz...» di­yor.
Bunlar birer zalimdirler işte...
Behey gafil, senin dış güç dediklerin Allah'ın kö­pekleridir. Allah (c.c.)'yü ev sahibi dış güç dediklerini de o ev sahibinin köpekleri kabul edersek, sen o sa­hibin olan Allah (c.c.) 'a bağlanırsan, O'nu dost edinir_ sen, O ev sahibi köpeklerini susturacaktır. O'na bağ­lanmazsan, o senin dış güç dediğin köpeklerini üzeri­ne saldıracak, seni sevmediği   kuluna kul edecektir.
«Müslümanım» diyenlere bunu çok iyi anlatmak lâzım­dır.
Hasılı, «Bu memleketin % 95'i müslümandır» sö­zü maalesef realitede insanı tatmin etmemektedir. Eğer denildiği- gibi olsaydı bu memlekette İslâm nizam olarak yaşanırdı. İslâm hayat nizâmı olarak yaşanma­dığına göre abartılmış sayılarla . tatmin olma yolunu niçin seçiyoruz acaba? [16]

353 — «Oğlumu Hafız Yapayım Da Leşçi Mi Olsun.»                                               


Toplumumuzda aldıkları kültür gereği, insan­lar genelde . dünyaya göbekleriyle bağlanmışlardır. Böyleleri her şeyi materyalist gözle değerlendiriyorlar, maalesef, onun için, bu toplumda dini malumatı bil­mek bir meziyet sayılmıyor.
—  Niçin? diye sorulacak olursa, cevabımız şudur:
—  Çünkü,, yıllardır basm-yaym yoluyla ve maarif­teki tedrisat ile ulema devamlı hakir gösterildi. Genç nesle onları çeşitli şekil ve kılıkta gösterdiler. Neslimiz ulemasına düşman kesildi. Onlara hor-hakir baktı.
Bir kısım müslümanlar hariç, ekseri müslümanm nazarında, dini bilmek, dini malumat edinmek bu­nun için bir meziyet sayılmıyor. Bazı müslümanlar, âlimini sıradan bir adamı tenkid eder gibi tenkid edi­yor, hakkında uluorta konuşuyorlar. Böyleleri bir ha­fızın arkasından neler konuşulmıyacaksa onun arka­sından herşeyi sıkılmadan konuşuyorlar. Atıyorlar, tutuyorlar. Neler demiyorlarki...
Bu, korkunç bir faciadır...
Âlime, hafıza Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.)'nün verdiği değeri bu ümmet vermiyor. Bir kısım insanlar âlimlerle alay ediyorlar. Peygamber (s.a.v.) Efendiimz buyurmuştur ki:
«Üç sınıf vardır, onlarla ancak münafık olanlar alay ederler:
1- İslâm için sakalını saçını ağartan yaşlılarla.
2- İlim sahipleriyle.
3- İslâm ile hükmeden âdil devlet reisleriyle [17]. «Halkın en değerli kişileri    âlimlerdir. En şerefli
ilim İslâm şeriatına ait olan ilimdir. Cemaat, hak olan görüş üzerindeki toplumdur. Hakk'ta toplanan cemaat dünya durdukça yardıma inazhar olacaktır.» [18]
«Gökteküerin ve yerdeküerin hepisi âlim kişiye istiğfar ederler. Hatta denizlerdeki balıklar bile.» [19]
«Halk içinde âlimler gökteki yıldızlar gibidir. Yol­cular onlarla yol bulurlar. Yıldızlar batarsa yolu bul­mak zorlaşır.» [20]
Allah ve Rasülünün kelâmında ilim sahiplerine öğle değer verilmiştir ki, bunu hiçbir sistemde ve re­jimde bulamazsınız. Âlim kişi değerini İslâm'da bul­muştur.
Kapitalizmin getirdiği bencillik karanlığından Ko­münizmin getirdiği korkunun karanlığından toplum_ lan kurtarıp aydınlığa çıkaracak olanlar İslâm âlim­leridir.
Dinin koyduğu prensiplerden uzak bir hayat ile yaşayan toplumlar, karanlık bir tünelde yol almakta­dırlar. İşte bu noktada, bir elinde Kur'an, bir elinde Hadis, sağlam rey ve ictihad ışıklarıyla İslâm âlim­lerini ümmet olarak bekliyoruz. Gidenlerin yeri boş kalmamalıdır.
Şöyle bir bakınız çevrenize:    Rengârek giysilere bürünmüş kimselerin edeb, imân ve ahlâk zinetinden mahrum olduklarını anlarsınız.
Bu demektir ki, 'bu toplum, İslâm âlimlerinden, onların ikaz ve irşadlarmdan uzak kalmış bir toplum­dur. İç dünyasında imân ve takva bulunmayınca, dış dünyası açılmış, insani dereceden hayvani derekeye yuvarlanmış! Bu korkunç bir durumdur.
Âlimin ölümü âlemin ölümü ile açıklanmıştır. Bu açıklamama anlamı çok düşündürücüdür.
Birşeyin aslı kaybolunca sahtesi türemeye başlar. Gerçek âlimler yok denecek kadar azahnca iki hadis meali bilenler ahkâm kesmeye başlar. Bu ise fikir anarşisini körükler. Emperyalizmin isteği işte budur. Emperyalist kâfirler âlim yetiştiren kurumları kapat­tırır, müslümanları cehalet ortamına sokarak bölün­melerini ayarlar. Bunu yapınca kendi zehirini kıya­fetle, basm-yaym yoluyla şırınga etmeye başlar. Artık din vicdanlarda haps edilmiştir. İş ayrı ibâdet ayrı sa­yılmıştır. Aldatmaca olarak camiler açıktır. İncir çe­kirdeği doldurmaz hutbeler okunur durur; aldatmak için...
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin:
«Âlimlerin eti zehirlidir.» Hadis-i Şerifini okuyan biri İmamı Âzam Rahmetullahi aleyh Hazretlerine ge­lip bu hadis-i tekrar ettikten sonra:
«— Bu mânevi yönüyle olsa gerektir» diyor.
İmamı Âzam Hazretleri:
— Hayır, maddesi itibâriylede öyledir, diyor ve ba­na zehirli bir yılan getirin, emrini veriyor.
 Zehirli cinsinden bir yılan getiriyorlar. İmann Azam Rahmetullahi aleyh hazretleri yılanı bacağma. doluyor. Yılan bu büyük zâtı sokuyor, sonra da kıvrı­lıp ölüyor.
İmamı Azam Hazretleri:
«— İşte bu, hayatta da böyledir. Onun için siz âlimlerle oynamayın. Onları hafife almayın. Onları kırmayın. Yoksa Allah (c.c.)'nün şamarını yersiniz» diyor. Onun için âlime hürmet gerekir.
Şu olay da meselenin ciddiyetini ortaya kor :
İbrahim Ethem Hazretleri berbere girmiş. Kafası­nı kazıtmış. Sonradan gelen biri İbrahim Ethem Haz­retlerinin kafasına bir tokat vurup:
«— Ammada kabak ha...» deyip onu rencide etti.. İbrahim Ethem Hazretleri sesini çıkarmadı. Biraz ön-ce böyle bir harekette bulunan kişi, dışarıya çıkıp gi­derken düştü yere :
—  Karnım karnım, diye feryat etmeye başladı. İbrahim Ethem Hazretlerine geldiler:
—  Ne olur affet! Sana öyle yaptı, böyle oldu, de­diler. İbrahim Ethem Hazretleri de :
—  Vallahi bende birşey yok, kabağın sahibi razı. değil, dedi.
Ey kendini bilmezler! Siz âlimi oyuncak mı zan­nediyorsunuz? Onun koruyucusu Hz. Allah (c.c.Vdür. Ona itaatsizlik Allah (c.c.)'ya itaatsizliktir. Çünkü «Allah'tan ancak kullan içinde (kudret ve azabetini bilen) âlimler korkar»  [21]
Gelelim hafız'a:
Hafız: Kuran-ı Kerim'i ezberliyen ve O'ou koru­yan ve yaşanmasını sağlıyan manasınadır. Kur'an-ı Kerimi ezberliyen O'nun bekçisidir.
İlk hafız Rasül-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimizdir. Son­ra Sahabe-i Kiram'dır. Asr-ı Saadette Kur'an hafızı çok olduğu için hafızlık tanıtıcı bir vasıf olmuyordu.
Tabiin ve Tebe-İ Tabiin zamanında da durum aynıydı. Meselâ İmamı Azam Rahmetullahi aleyh kavi bir ha­fız olmasına rağmen. «Hafız İmamı Azam Ebu Hanife» -denmemiştir. Zira hafızlık olağanüstü bir şey değildi. .Şimdi, hafızlık zor diyorlar. Kur'an-ı Kerim konusun­da zor kelimesinin yeri yoktur.
Kur'aa-ı Kerim'e karşı savaşın bütün hızı ile de­vam ettiği ülkemizde, bugün binlerce Kur'an-ı Kerim ' "hafızı  bulunmaktadır.  İnsan    haklarının çiğnendiği, imanç  ve  fikir  özgürlüklerinin     ortadan  kaldırıldığı dönemlerden geçtik ve geçmekteyiz.
Bugün Kur'an-ı Kerim ayakta duruyor ve Kur'-,an'a. savaş açanlar zelil, olmuşlardır. Onlar boşuna çapalıyorlar, Kur'an önünde yok olmaya mahkumdur­lar;
Memleketimizde «Hafızlığa rağbet edilmiyor ve değer verilmiyor» bahanesiyle hafızlık öldürülmeye çalışılmaktadır. Bazıları bu gerekçe ile hafızlığa ya­naşmıyorlar. Bazıları da bu düşünce içinde «hafız» unvanı ile kalakalmışlardır.
.Maddi unsurların tesirinde kalan insanoğlu, teş­vik unsurunun maddesine Önem verince hafızlık rağ­betten düşmüştür. Oysa okuduklarının Allah  (c.c.) kelâmı olduğu şuuruna eren müminler için bu kâfi gelmesi gerekirdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bu­yurmuştur ki:
«Bir kimseye Allah kitabı'nın hıfzım verir de, o kimse de kendisine verilen bu nimetten daha üstünü başkasında var , zannederse, işte bu kimse Allah'ın büyük nimetini küçültmüş olur.» [22]
«Sizin en hayırlınız Kur'an-ı Kerim'i öğreneniz ve öğretenlerinizdir.» [23]
«— Allah (c.c.)'nün insanlar içinde bir grup has kulları vardır.» Sahabe-i Kiram sordu:
«— Onlar kimlerdir Yâ Rasûlallah?» Efendimiz buyurdu ki: .
«— Onlar Kur'an ehli kişiler... Bunlar Allah'ın kendine yakın ve seçkia-kullandır.» .[24]
«Bir kimse Kur'an-ı Kerim'i okur ve ona göre dav­ranırsa, onun ana-babasma kıyamet günü bir tac giy­dirilir. O tacın parlaklığı, dünya evinize giren güne­şin parlaklığına benzer. Ana-babası bu mükâfaatı alırsa, bizzat okuyanın durumunu siz düşünün...»  [25]
Günümüzün gafil müslümanları bu işin ciddiye­tini bilmedikleri için dini malumat edinmeği meziyet saymıyor, geçerli görmüyorlar. Eğer bu işin ciddiyetini, karşıhğmdaki mükâfaatı buseydiler en azından evlât­larından birini hafızlığa ayırırlardı. Bunu yapmıyor­lar. Diyorlar ki:
«— Çocuğumu hoca yapayım da leşci mi olsun.» Yani cenaze yıkamayı, kaldırmayı leşcilik olarak mü­talâa ediyorlar. Şimdi böylelerine soruyoruz :
-— Behey gafiller! Siz geberdiğiniz zaman sizin leşinizi kim kaldıracak?   ,
Biz, müslümanın cenazesini yıkar-arıtır, beyazla kefenler, kokulandırır; tıpkı bir gelin gibi siisler öyle­ce kabrine yerleştiririz. Gerdeğe girecek geline göste­rilen ilgi bu ahiret yolcusuna aynen gösterilir. Ey gafil, sen bunu yapanı nasıl olur da hakir görürsün? Ahiret-te bunun hesabını verebilecekmisin bakalım.
Şimdi bir grup çıkmış dini duyguları köreltmek için dini anlatanlar hakkında yapmadık iftira bırak­mıyorlar. Diyorlar ki:
® «Hocanın dediğiai tut, gittiği yoldan gitme.»   «Bostana hoca ile manda girerse hocayı çıkar.» @    «Hocanın söylediğine bakma...» vs. Hocasına bu gözle bakanlar evlerinin üst köşesine oturttukları  «televizyon hocalarını» pür dikkat dinli­yorlar.  Söylediklerine göre yaşıyorlar.     Dine,  imâna yaptığı küfürleri bazan tebessümle bazan kahkaha ile karşılıyor ve kabulleniyorlar. Yaptıkların yerinde, afe­rin derecesine ücretini (vergisini) de yeriyorlar. Gafil müslümanlar vay.
Hasılı, dini, dini yaşantıyı ve dini malumatı hakir görerek «Oğlumu hafız, hoca yapayım da Leşci mi ol­sun» demek insanın imân ile bağının kopmasına sebep olur. Bu hiçbir .mü'min için arzu edilmeyen bir neticedir. [26]

359 — «Devir Değişti, Zaman Bozuldu.»


Zamanımızda zamandan şikâyet etmek insan­lar arasında moda haline geldi. Kendi gidişatından, aile yaşantısından ve cemiyetin durumundan memnun olmıyanlar kendilerini mes'ûliyetten dışlamak için bu huzursuzluğun müsebbibinin zaman olduğunu ileri sürüyorlar. Diyorlar ki:
«— Devir değişti, zaman bozuldu.»
Bu kesinlikle yanlış bir tesbittir. Değişen ve bozu­lan zaman değil Hakk'm yolundan sapan ve bâtıl dü­zenlere saplanan insanlardır. Köle düzenlere kapılmış cahili toplum haline gelmiş cemiyetlerde işlenen iğ­rençliklerin vebali zamana yükleniyor. Zamanda ne var ki? Hep yirmidört saat aynı... Gece-gündüz daima birbirini takip ediyor. Ayda, güneşte, yıldızlarda, gece-de-gündüzde, mevsimlerde bir değişiklik yok. Bunlar hep enıredildikleri üzere akıp gidiyorlar. Hiçbirinde zerre kadar bile olsa değişiklik yok, Allah'ın lütfuyla...
Zamandan şikâyet ve hadiselerin zamana istinadı­na bağlanması kâfir bir fırka olan Dehriyye fırkası, mu ileri sürdüğü bir yalandır. Hadiseleri zamana nis-bet ederek zamandan şikâyetçi olmak müşriklerin de âdetlerindendir. Onların şiirleri, romanları, hikâyeleri ve şikâyetleri hep zamanla ilgilidir. Kur'an-ı Kerim'-de Casiye sûresi, âyet 23 ve 24 de bununla alâkalıdır.
İnsanlar adil düzenden batıl düzenlere rücu' eder­lerse devir değişir, zaman içinde cemiyetler bozulur. Çünkü İslâm kâinatta bir denge düzenidir. Şu satırla­rın yazıldığı günlerde, yeryüzünde hiçbir coğrafi sı­nırda îslâmi bir idare yoktur.    Bunun için günümüz dünyasında korkunç bir dengesizlik hüküm sürmekte­dir. Haksızlıkların önüne bir türlü geçilememektedir.-Haramlar insanlar arasında yarış edercesine işlenmek­tedir. İnsanlar kendi sulblerinden    gelen evlâtlarma bîle hükmedememektedir. Köle düzenler kendine bağ­lı kölelerini yetiştirmişler köle devirlerini başlatmışlar zamanı da kokutmuşlardır. İşte bu köle ruhlu insan­lardır zamandan şikâyet edenler.
Bunun çaresi yok mudur? denecek olursa, verece­ğimiz cevap, kesinlikle vardır. O da -şudur :
Köle düzenlerden âdil düzene, Hakk düzenine dönmektir. Kölelik ruhunu atmak, insanı insan yapan ruha yapışmaktır. O zaman insanlar zamanın tadını alacak, yeryüzü de özlediği huzuru bulacaktır.
Biz inanıyoruz ki, zaman İslâm'a .gebedir. Bu do­ğum gerçekleşmek üzeredir. Ey halinden memnun oL   . mayanlar bu doğumun biran önce olması içici Allah'ın istediği mal ve cam kullanın. Böylece sizin de bu gay­rette katkınız bulunsun,..  .
Hasılı, «Devir değişti, zaman bozuldu» diyenler korkunç bir yanlış değerlendirme içine saplanmışlar­dır. Kudsi hadiste R&bb'ımız:
«Zamanı suçlayanlar bana eza-cefâ ederler.  Ge-ceyi-gündüzü ben evirip    çeviriyorum» buyurmaktadır,[27]  
Demek ki, zamandan şikâyet etmek Allah-u Taalâ"_ şikâyet etmek olur. Hiçbir kulun buna hakkı yok­tur.
Zamanı köle düzenleri yerleştirenler ve cna kul­luk edenler kirletmektedir. Onun temizlenmesi ve ya­şanılır hâle getirilmesi adii düzene dönmekle, onu yer­leştirmekle," onun yaşanmağa değer esaslarına göre-bir hayat tarzına sahip olmakla mümkündür. Böylece, özlenilen bir dünya, arzu edilen bir yaşantı elde edil­miş olur. Zamanların bu güzelliğe ermesi dileğiyle..[28]

Cahillik Belâsı


Denizle oynaşırken çaydan geçemez olduk, Biradan baş kaldırıp sudan içemez olduk.
Sultanı âlim olaa yüce bir millet idik, Mihrab ile minberi şimdi seçemez olduk.
Bir ulu tüccar idik, ticaretimiz hakti, Ölçümüzde noksanlık, kalbimizde kin yoktu. İfritler odun çekti, şeytanlar ateş yaktı, Çıfıtlar çarşısında kıymet biçemez olduk.
Hakk'tan bâtıla döndü, dönmez olası yüzler, Helâl lokma yeme'di, haramı gördü gözler.
Yelkenler baltalandı, kezzabla yandı bezler, Düştük sarhoş eline, yelken açamaz olduk.
Beş paraya baş eğdik, beş paralık mal, için, Gülistandan vaz geçtik bir yapmacık gül için, Boşa nefes harcayıp kürek çektik el için, Kovalayıp tutarken şimdi kaçamaz olduk. [29]
Bazıları diyorlar ki: [30]

360 — «Laikliğe Ulaşamayan Ülkelerde Kadın Haksızlığa Uğruyor.»


• Bu yazıyı 29 Mayıs 1990 tarihinde kaleme alın­mıştır. Özellikle bu tarihi zikrediyoruz. Sebebi: Yıllar sonra- bu yazı okunduğunda o günkü okuyucu bugü-aün idarecisi, idare' edileni ve idare tarzı hakkında kafasında bir şeyler canlandırabilsia.
«Laikliğe ulaşamayan ülkelerde kadın haksız-,lîğa uğruyor» ifadesini genelde bu memleketin bazı idarecileriyle yazar bozuntusu bazı kişilerin gazete yazılarında duymakta ve görmekteyiz. Ancak biz bu­rada bu ifadeyi seksenli yıllarda ve sonrasında Türki­ye'nin idaresine damgasını vurmuş ve yine seksenli yıllarda kurduğu «Türk Kadınını Güçlendirme ve Ta­nıtma Vakfı» başkanlığını yapan, Cumhurbaşkanı eşi Semra Özal'm nutkundan alarak irdeledik. Adı geçen, kendi kurduğu vakıfça düzenlenen ve methiyeler dü­zülen lâiklik kavramı ardında geçmişimizin yargılan­dığı «Atatürk inkilâplarmm ışığı altında Türk kadını» adlı sempozyumdaki konuşmasında özetle şöyle demiş­lerdir :
«Lâikliğe ulaşamayan   ülkelerde kadın haksızlığa uğruyor.»
- Bu ifadelerin kullanıldığı sempozyumun ardından bir kaç gün geçmişti ki, bir yazar gazetesindeki makaleşinde sarfedilen malum sözü ele alarak şunları zik­rediyor :
Semra Özal'ın Atatürkçülük ve lâiklik konulu ko­nuşmaları hepimizin malumudur. Ve sanırım bu ko­nuda da oldukça bilgi sahibidir. Ama Atatürk'ü ve lâik­liği bilmek sanıyorum geçmişi bilmeye ve bu konuda eleştirilemeyecek değerde konuşmalar yapmaya yet­memektedir. Onua içindir ki, Semra Özal'm «lâikliğe ulaşamayan ülkelerde kadın haksızlığa uğruyor» söz­leri kendi geçmişimizi irdelediğimizde bir gerçeğin ifadesi olamayacağım bize göstermektedir.
Sayın Semra Özal'a sormak gerekir: Lâiklik öncesi Türkiye'de kadınlara hiç mi değer verilmiyordu?
Yani lâiklik Öncesi, bu ülkede, kadın satıcıları ver­gi rekortmeni olarak, izzetikram görüp vergi veren­lere örnek olarak mı gösteriliyordu? [31]
Lâiklik Öncesi Türkiye'de genç kızlar ve kadınlar ahlâksızlığa özendirici yayım ve yayınlar vasıtaları ile randevu evlerine, pavyonlara, diskolara ya da te-le-kızlığa mı itilmekteydi?
lâiklik öncesi Türkiye'de Müsîüman-Türk kızları devlet gözetiminde genelevlerde satılıp, gözleri seks arzusuyla dönmüş, ağızları salyalı erkeklerin altlarına polis nezaretinde uzanmak durumunda mı bırakılıyor­du?
Lâiklik öncesi Türkiye'de oteller, moteller zina yap-tnak için güvenilir beldeler haline getirilip, devlet de kadın eti satan fuhuş sektörünün pay alıcı ortağı du­rumuna mı sokulmuştu?
Lâiklik Öncesi Türkiye'de kadınlar cepleri para dolu ayyaşların avutucusu, içki masalarının makyaj­lı mezeleri, mal satıcılarının müşteri yataklarına sok­tuğu eşantiyon ya da görevleri güzel giyim ve tele­fonlu masalarla kamufle edilmiş patron yazıhaneleri­nin hizmetkârları mıydı?
Lâiklik öncesi bu ülkede kadın, apartmanlarda paspasçı, lokantalarda bulaşıkçı, Batı ülkelerinde ol­duğu gibi çöpçü müydü?..
Lâiklik öncesi kadının durumunu. yargılayabil­mek için örnek alınan lâik ülkelerde kadına verilen değeri bilmek gerekir. O ülkelerin yani Batı'nm kadı­na verdiği değeri anlayabilmek için onların kadın ko­nusunda söylenmiş atasözlerini bilmek bile bu konu­da derin bir araştırma yapmadan lâik Batı'nm kadma vermiş olduğu değeri anlamak için yeterlidir.
İşte kadına değer verdiği söylenen ve örnek alı­nan Batı'nm kadınla ilgili atasözleri : «Şeytanın yapmadığını kadın yapar.» &    «Kadın bir örümcektir    (yani erkeği ağına düşü­rür.) »
•    «İyi kadın demek, kafası olmayan kadın demektir.» ®    «Karısı olanın arı'sı var demektir.»
•    «İnsan karısından da yıldırımdan da yılrnahdır.» ®    «Kadın demek zaruri bir baş belâsı demektir,»
®    «Horozun karşısında tavuk ötmemelidîr.» &    «Kadına yalan söyletmek için yaşını sormak kâfi­dir.»
@    «Geceleri hiçbir kadın çirkin değildir,» ©    «Bir kadın da bir takvim de ancak bir yıl işe yarar.»
•    «Köpeğin sadakati son nefesine, kadının sadakati ilk fırsata kadar sürer.»
®    «Erkek kadın için değil kadın erkek için yaratıl-mıstar.»
«Namuslu kadın demek kendine bir aşık bulama­mış kadın demektir.» «Kadınların hepisi iki yüzlüdür.» «Kadının cehennemi ihtiyarlıktır.» «Kadın bilmeceye benzer, bir defa bildikten sonra artık hoşa gitmez.»
«Kadınların dilleri   onların kılıçlarıdır,   onun için İliç paslandırmazlar.»
«Evli adam demek kafeste kuş demektir.»'
«Kadın dili kesilse bile susmaz.»
«Namustan yorulmamış kaç namuslu kadın göste-
Bizde ise kadın, lâiklik kavramı ardında yargıla-naa geçmişimizde evinin sultanı, efendisinin baş ta­cıydı.
Bugün ise, kapitalist çarkın dişleri arasında genel­de cinselliğine önem verilen bir malzeme.
Evet kadın dün anneydi, bugün ise annelik dışın­da herşey...
Onun için Semra Özal, geçmişi yargılamak isti­yorsa, önce kendisinin de içinde bulunduğu bugünü yargılamalıdır.
O zaman görecektir ki, yargılanması gereken geç­miş değil, bugündür.[32]
Bugün kadınlar:
®   Anne olmak, @   Evinin hanımı olmak, 0   Erkeğinin sır arkadaşı,
©   Erkeğinin can yoldaşı olmak gibi kutsal mev­kilerden indirildi. Şimdi:
©   Kazanç vasıtası,
® , Patronun işçisi,
®   Reklâm aracı,
®   Şehvetlerin tatmin vasıtası... gibi şeref ve siyetini rencide edici bir seviyesizliğe itildi.
Müslüman Türk kadınına, seçme görevinin yanın­da Öğretmen, doktor, dişçi, eczacı, hemşire, mürebbiye ve ANA olabileceği ve fakat her ne pahasına olursa olsun, asîa fahişe olamıyacağı izah edilememiştir.
Kadına, onun-bunun eğlencesi olmağa senelerdir teşvik mekanizmalarıyla itildiği izah edilememiştir.   .
Kadını yuvasından koparıp sömüren, tarlada ır­gat, banyoda çamaşır makinası, mutfakta bulaşık ma-kinası, odalarda süpürge, yatakta fahişeliğe lâyık gö­ren zihniyetler kazınıp atılmadıkça kadına «ANA»'-lık hep çok görülecektir. Lüks, sefahat ve israfın kam­çıladığı, müstehcen neşriyat ile azmış, faiz, haksız ka­zanç gibi çeşitli haramlarla aslım kaybetmiş, iğrenç kem gözlerin zulmet şuaları müslüman kadına nefes alma imkânı bile vermemektedir.
Hürriyet adı altında fahişe olan her kadından do­layı bu millet kahraman ve muhterem bir valide kay­bediyor.
Malum zümreler «İslâm, kadının Özgürlüğünü kı­sıtladığını ileri sürüyorlar. İslâm'ın kahraman kadın­larını bilmiyen bu hainlere Hz. Rabiat'ül-Adeviyye gibi bir müslüman kadını anlatmak lâzım: Sirye Hatun ve Şa'vana Hatun birer kahraman idi çağlarında. Nene Hatun cahil bir köy kadını idi ama müslümandı. Onun yaptığı eylem, Marilyn Monrce'nin eteğini uçuştur­masından daha özgür değilmiydi? Kara Fatma'lar ba­ğımsız değil miydi ki tarihi ellerinde değiştirdiler.
«Kadınlar mutlaka çalışmalıdır» sloganı ile yola çıkan şeytanın askerleri, sanki «Kadın sırtüstü yatsın» diyenler varmış gibi hareket ediyorlar. Ev işleri çalış­mayı gerektirmez mi? Kadını mutlaka bir fabrikada işçi veya dairede memure görmek mi isteniyor? Oysa çocuklarım yetiştirmek, onlarla zamanını değerlendir­mek anaya aittir. Bu imkâna sahip olan ana, evi dü­zenleyecek, yuvaya güzel koku ve ferahlık verecektir. Evin  haricinde  çalışan  kadınların. evlerinde  otel  ve han havasından başka birşey bulunmaz. Evin neş'esi-ni ancak evinin hanımı olan kadın meydana getirir. Vasıflı kadmia becerisi bu yöndedir. Dışarıda çalışan kadın o eve ağırlık ve bezginlikten başka birşey getir­mez.
Hangi kadına tabiatından başka muamelede bu­lunursanız, ondan mutlaka ters ürün alırsınız. Eşekle beygiri birleştirirseniz, elde edeceğiniz katır'dır.
Komünist ülkelerde (artık kökleri kesiliyor), kadı­nın işten geri kalmaması için çocuklar devlet tarafın­dan alınır resmi kreşlerde büyütülür. Bu insanlık dışı tatbikat atine şefkatinden mahrum bir neslin mey­dana gelmesine sebep olmuştur.
Kapitalist ülkelerde çalışan kadınların ne biçim sıkandaliara sebep olduğu, kadınların buralarda bir meta' olarak kullanıldığını herkes biliyor. .Her iki sis- . tem de kadını çalıştırmakla cnun kadınlığını sömür­mektedir. Ya hak nizam? İşte bunu kadın mutlaka bilmelidir.
Herkes bilsin, kadınlar siz de bilin ki, yıllardır bu milletin kendine has kültürü çeşitli vasıtalarla çürü­tülmek isteniyor. Radyoda, televizyonda, basın-yaym organlarında hep İslâmi yaşayış kötüleniyor. Her nu­tukta özellikle İslâm'ın, kadın haklarını sınırladığı söy­leniyor. Bahsi geçen vasıtalarla, planlı ve programlı bir hızla kadınlar İslâm'a karşı harekete geçirilmek isteniyor. Bunu yaparken   dillerine hep şunları dolayorlar-:
1- Erkekler birden çok kadınla evleniyorlar.
2- Kadın erkeğin esiri olarak kullanılıyor.
3- Kadın eve hapis ediliyor.
İşin garip yanı, bu propaganda ile yola çıkanların hemen hemen tamamının gayr-i meşru ilişkileri var; sayısız kadın veya erkeklerle teşrikleri söz konusu. Hem de en çok aile faciaları bu zümrede var.
Kadına özgürlük diye ötüyorlar. Ne veriyorlar ve­ya bu iddia peşine takılan kadınlar ne elde ediyorlar. Olan şu: Çalışma zorunluluğu, soyunma, boyanma öz­gürlüğü ve bir takım tüketim özgürlükleri.
Özgürlük adıyla kadına aile içinde tüketimi artı­ran hareket yaptırıyorlar. İsraf arttıkça karı-koca iliş­kileri gevşiyor. Kadın israf ettikçe tek kişinin maaşı yetmiyor; bu defa kadın dışarıda çalışma hayatına başlıyor. Kadın işe, çocuklar kreşe atılınca kadın ola­cağım oluyor; çocuk da anarşist olarak yetişiyor. Oy­sa kadının yeri aile ocağı, vazifesi iyi bir anne ve eş olmaktır. Bu vazifeden uzak kalan kadın şımarık, hu­zursuz ve hasta bir tip olur. Oysa müslüman kadın ih-laslı, şerefli ve edeblidir. O sadece kocasının karısı, çocuklarının anasıdır.
Peygamber. Cs.a.v.) Efendimiz :
«— En hayırlı kadın'ile evlenin», diye emrediyor.
«—- Hangi kadın hayırlıdır»  diye sorulduğunda,
«— Kocası baktığı zaman ona huzur veren, emret­tiği zaman itaat eden kadındır.» buyuruyor.
Bugün özgürlük palavralarına kendini kaptıran kadın, kocasının emirlerine uymayı zillet sayıyor. Ona karşı koyduğu ölçüde kendini kuvvetli sayıyor. Za­manın emperyalist kültürü kadını bu hale getirmiştir. Evde bu hava ile büyüyen çocuklar da mutlu bir yuva kuramıyorlar.
Çağımızda kadın:
a — Ya elinden tutam bulunmadığından, b — Veya kocasının getirdikleriyle yetinmiyen bir aç gözlü olduğu için çalışmaktadır.
Kadın çalışma hayatına çekilince:
®   Tüketim hızlandı.
#   Moda yaygınlaştı.
©   Tesettürsüzlük çoğaldı.
9   Kozmatikler moda oldu. ©   Kreşler-yuvalar açıldı. ®    İslah evlerinin sayısı arttı. &   Hapishaneler her yıl katlanarak çoğaldı. ®   Hastahaneler, tımarhaneler önünde kuyruklar oluştu.
Kadını evinin dışında iş yapmaya zorlamak nefse' tapınmaktır. Bakıyorsun kadına,  sırtındaki mantoyu iki maaşıyla alamaz. Ama almış. Eteği öyle, kazağı, çorabı, papucu...    Bu maaş ile bunlar alınmaz, nasıl alıyor?
İşveren :
—  Kadın himayeye muhtaç onun için işe aldım, diyor.
— Peki onun yerine erkeğini alsaydm, o da bu ka­dına baksaydı, dediğin zaman:
— Efendim buna verdiğim para ile erkek çalıştıra-mam ki, diyor.
Bunlar sonra da kadm-erkek eşitliğinden bahse­diyor.
İşsizlik iş bilmemektendir. Evde oturması lazım-. gelen işin basma getiriliyor, işin başında olması ge­reken de evde veya kahvede oturtuluyor. Kadını evi­ne, erkeği de o işin başına getir ne işsizlik olur ne de^ anarşi. Allah'ın düzenine başkaldırmanın cezasını çe-kîyoruz, hep birlikte...
Hasılı, kadının, erkek gölgesinde yaşadığını, ona. boyun eğdiğini ve bu şekilde şahsiyetini yitirdiğini,, hürriyetini kaybettiğini iddia ettiler.
Neticede, kadın, İslâm'ın aile düzenine karşı çık­tı. Huzur ve saadeti fabrikalarda, iş yerlerinde, eğlen­ce ve fuhuş yuvalarında aramaya başladı. Erkeğini, kadının hakkını gasbeden, varlığına saldıran bir düş­man telâkki etti. Erkeğinin meşru hanımı olmayı, onun çatısı altında yaşamayı terk etti.
Fakat kadının bu halleri serap oldu. Erkekten ay-rılamadı, ona muhtaç kaldı. Bu defa kendini erkeğe oyuncak olarak, gayr-i meşru dost olarak terk etti.
Çare nedir? denecek olursa, sözümüz şudur:
Çare, İslâm'ın kurallarının tatbiki, o hayat niza­mına sarılarak hayat bulmaktır. Onun ölçüsüne uy­mayan her şey palavradır, kapılmamak lâzımdır. [33]

361 — «Acıktık Ayaküstü Birşeyler Atıştıralım.»


Her şeyin âdâbları olduğu gibi yemek yime-xün ve su içnıeain de âdâbları vardır. Bu âdablar ter-kedildiğinde, insanlar mutfak ile hela arasında boru haline gelirler. Dünyaya yemek-içmek ve nefsani ar­zularını tatmin etmek için geldiklerini zannederler. İşte bu zaala dünyaya taparcasına sarılırlar. Netice­de, metaryalist kafalı bir toplum meydana gelir.
İmân ettiğimiz İslâm, insan hayatını o kadar gü­zel programlamıştır ki, bunu göz ardı eden her fert, her devlet, her millet kesinlikle helak olmuştur. Tımar­hanelerin, hastahanelerin ve hapishanelerin hmçahıç dolu olmasmıa sebebi insanların İslâm'ı göz ardı et-melerindendir. Bütün sıkıntıların temelinde bu var­dır.
Zâlimler, bizi, tarih boyu biz yapan öz kültürü­müzden ayırdılar. Batının piç kültürüyle bizi ve nes­limizi bozdular. İşte bugün toplumumuz, iyiyi-kötüden ayırdedemez hâle geldi. Sebebi, batının temelsiz kül­türüdür.
Müslüman, İslâm'a inanan ve ona göre yaşıyan insanın adıdır. Yaşanmıyan inancın mânâsı da olmaz.
Biz bu yazımızda, İslâm'a göre yemek-içmek âdâb­ları üzerinde duracağız, inşaallah...
Yemek ve içmek konusunda İslâm'ın emrettiği âdablardan genel olarak 4 tanesi farz, 3 tanesi sün­net, 4 tanesi edeb, 2 tanesi şifa, 2 -tanesi de mekruhattandır.    
Bunları şöyle maddeleştirmek mümkündür:
Farz olan âdâblar:
1- Helâl yemek,
2- Allah'ın verdiğine razı olmak,
3- Yemlen yiyeceğin kuvveti daim oldukça Allah'a âsî olmamak,
4- Rızkın,  Allah   (c.c.)'dan     olduğunu  bilmektir...
Sünnet olan âdâblar:
1- Yemeğe başlamadan evvel besmele çekmek,
2- Sonunda «Elhamdülillah» demek, 
3- Sofrada otururken sol ayağının üzerine oturarak sağ ayağı dikmek ve oturarak yemek -içmektir...
Yemekteki edeb ise :
1- Yerken önünden yemek,
2- Lokmaları küçük almak,
3- Lokmaları ağızda iyice çiğnemek,
4- Başkasının yediği lokmaya bakmamaktır...
Yemekteki şifâlar da:
1- Düşen lokmayı şeytana lokma yapmayıp alıp yimek,
2- Tabakları iyice temizleyerek sünnetlemektir...
Yemekteki mekruhlara gelince :
1- Yemeği koklamak,
2- Yemeği sıcak olarak yimektir.
Her müslüman, gruplandırarak özetlediğimiz bu âdâblar-ı yeme-içme hususunda titizlikle uygulamalı­dır. Ancak, günümüz müslümanlannm genelde bu kai­delere riâyet etmedikleri görülmektedir. Bu kaide ta­nımama hastalığı, korkunç bozulmalara sebep olmak­tadır.
Bazıları:
«— Acıktık, ayaküstü foirşeyler atıştıralım» diyor­lar.
Bazıları da:
«— Acıkmıştım, ayakta birşeyler atıştırdım, kar­nımı doyurdum.»
Ne demek, ayaküstü birşeyler atıştırmak? Bizim kültürümüzde, inanç sistemimizde   «ayaküstü atıştır­mak» diye bir hareket tarzı yoktur. Böyle bir davra-. niş, müslüman sıfatı değildir.
Ayakta ve açıkta yimek ve içmek müslümana ya­kışmaz. Çünkü İslâm'da böyle bir davranış yasaktır.. Bazıları yolda yürürken yiyerek ve içerek gidiyorlar. Bu katiyyen doğru değildir.
Ayakta, yolda yürürken, açıkta yimek ve içmek bizim inanç sistemimizde yoktur. Eskiden müslüman-larda böyle bir şey görülmezdi. Onun için şu büfe sis­temi, süper marketçilik, bugünkü şekliyle lokantacı­lık, teşhir etme gibi şeyler geçmişimizde yoktur. Bun­lar bize batı kültürü ile birlikte girmiştir. Hatta bizim ecdadımız evine götürdüğü şeyleri bile kapalı çıkın­da götürür kimseye göstermezlerdi. İslâm'da imrendir­me kesinlikle yasaktır.
Günümüzde, lokantaların durumu kelimenin tam anlamıyla bir facia. Yemekler -halka teşhir edilmiş, döner topağı kokusuyla ve şekliyle görenlerin bilhas­sa aç olanlarını yutkunduruyor, tok olanların da iştahı­nı körüklüyor. İslâm'da göz hakkı diye bir şey vardır. O yemekleri gören herkesin görülen yemeklerde göz hakkı kalmaktadır. İşte göz hakkı bulunan o yemek­leri yiyen herkes hiç görmediği, tanımadığı ve görüp tanımıyacağı kimselerin hakkını da yimektedirler. Bu sebeple ecdadımız, ilim yapan öğrencilere dışarıda ke­sinlikle yemek yedirmezlermiş. Başkalarının görüp de yiyemediği yiyeceklerin yenildiği takdirde ilim ehli olamıyacaklarını- ifade ederlermiş.   '
Çünkü, vitrin yemekleri evvelemirde manen temiz değildir. Temiz yemek yiyemeyenin fikrinde, zikrin­de, ilminde feyiz ve bereket olmaz, ihlâstan uzak olur. Dışarıdaki yemeği veya o yemeği yerken yiyeni biri görse de inırense, o yemekte bereket kalmaz. Eğer o ilim adamı ise o ilim adamından da istifade edilmez. Eski âlimler şüpheli şeylerden kaçarlardı. Onun için ilimlerinde feyiz vardı. Ya günümüzde öyle mi? Be­reketsizlik her şeyimizi alt-üst etti.
Dışarıda, açıkta ve ayakta yimenin caiz olmadığı gibi, dışarıdan eve getirilen yiyecekler de etrafa teşhir ederek değil kimseye göstermeden hatta sezdirmeden götürülmelidir. Çünkü dışarıdan eve getirdiğimiz her yiyecek eğer açıkta getiriliyorsa onunla bir çok gözün hakkını da evimize götürüyoruz demektir. Bu bir ek­mek bile olsa böyledir.
Eve açıkta getirilen her yiyecek:
•    Bereketsizlik, ©   Fakirlik,
©    Yokluk,
®   Doymazlık... gibi olaylara sebep olur.
Televizyonda neşredilen yiyecek reklâmları top­lumda korkunç yıkıntılara sebep olmaktadır. Yayın­lanan programlar israfı körüklemektedir. Programlar­daki gayr-i insani yeme-içme şekilleri toplumca be_ nimsenmektedir. Ne korkunç bir gerçektir ki, devle­tin televizyonundan bu ülkenin, insanları ifsad edil­mektedir. Bu ne dehşet verici bir hâdisedir.
Allah (c.c.)'nün rızasına ermek ve böylece bere­ketin husulünü celb etmek için Islâmi yemek yimenin âdâbları şunlardır :
® Ayakta, açıkta, teşhir edilmiş yiyeceklerden, teşhir ederek, gayr-i insanı kılıklar içinde yimenin ve içmenin katiyyen caiz olmadığını yukarıdan beri izah ettik.
©  Rızık helâl yoldan temin edilmelidir.
® Yemek yinileceği zaman mümkün mertebe ailenin bütün fertleri sofrada oturmuş olmalıdır. Zira, bereketli yemek, bir arada ve 'bir kaptan ykıüen ye­mektir. Peygamber   Cs.a.v.)   Efendimiz:
.«Bir arada yiyiniz; sizin için bereketli ve mübarek olur» buyurmuştur.
• Yemekten evvel eller yıkanmalı, yıkanan eller bir şeye silinmeden sofraya oturulmalıdır. Peygamber (s.a.v.) :
«Yemekten evvel elleri yıkamak yoksulluğu, ye­mekten sonra yıkamak ise günahları giderir.»
«Yemekten evvel ve sonra elleri yıkamak fakirliği yok eder» buyurmuştur.
®   Yemeği yer sofrasında yimeği tercih etmelidir.
Çünkü bu sıhhate ve edebe daha uygundur.
© Sofraya ya dizleri üzerine veya sağ ayağinE bükerek sol ayağı üzerine oturmalıdır. Bir tarafa yas-Ianümamalıdır. Sıhhate ve edebe en uygun olanı bu­dur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz yemeklerini bu otu­ruşla yerler ve böyle yapılmasını emir buyururlardı.
©    İyice acıkmadan sofraya oturulmamalıdır.
©  Sofraya bütün aile efradıyla veya yemek yiye cek olanlarla birlikte oturulmalıdır. Yemeğe hep bir­likte başlanılmalıdır.
© Yemeğe başlarken yüksek sesle besmele söyle-nilmeli Yanındakilere de besmele duyurulmalıdır. [34]
@ Yemeğe başlarken sağ elin şehâdet parmağını dil ile ıslatıp tuza bandırarak yine dil ile yalayıp on­dan sonra yemeğe başlanılmalıdır. [35]
• Yemek sağ el ile yenilmelidir. Peygamber (s.a.v.) :
«Sağ elinizle yiyiniz. Sağ elinizle içiniz. Sağ eliniz-' ,1e veriniz. Sağ elinizle alınız. Çünkü şeytan sol eliyle yer-içer, verir ve alır.»  [36]   buyurmuştur.
Bir adam Peygamber Cs.a.v.) Efendimizin yanın­da sol eliyle yemek yiyordu. Efendimiz ona:
—  Sağ elinle ye, buyurdu. O adamın :-
—  Yapamıyorum, demesi üzerine, Efendimiz:
—  Yapamaz ol, buyurdu. Efendimizin sözünü din­lemeyen bu adam bu söz üzerine elini ağzına götüre-medi. Adamın sözü kibirinden idi. [37]
© Yemeği herkes tabağın kendisi tarafından Jönünden) yimelidir. Başkalarının önüne uzanmama-lıdır.
Sahabelerden Ömer bin Ebu Seleme (r.a.) anlatı­yor :
«Beu Rasûlüllah Cs.a.v.J Efendimizin evinde bir çocuktum. Yemek yerken elim kabın her tarafına uza­nırdı. Bunun üzerine Peygamber Cş.a.v.) Efendimiz :
— Oğlum besmele çek, sağ elinle ve önünden ye...» [38] buyurdu.
@ Yomek sıcak olmamalı. Normal sıcaklığa kadar (üflemeden yenecek derecede) soğutulmahdır.
Peygamber (s.a.v J Efendimiz:
«Yemeği soğutunuz. Zira soğumanın bereketi da­ha büyüktür.»  [39]
«Yemeği sıcak yemekten sakınınız. Zira o yeme­ğin bereketini giderir. Size soğuğu tavsiye ederim. Zi­ra onun yenmesi daha afiyetli ve bereketi daha büyük­tür.»  [40] buyurdu.
© Lokmaları ağıza az az almalı ve lokmalar ağız­da iyice çiğnedikten sonra yutulmalıdır. Yeniden alı­nacak lokma, önceki yutulduktan sonra ağıza alınma
®   Yemek yerken acele acele yenilmemelidir.
Peygamber (s.a.v.)" Efendimiz:
«Yemek yerken acele etmeyin.»  [41] buyurmuştur.
Salihlerden birine:
—  Bu derece sıhhatli kalmanızın sebebi nedir? de­mişler. O zat:
—  Biz yemek pişirdik mi kemali ile pişiririz. Çiğ­nediğimizde inceleriz. Karnımızı ne doldurur ve ne de aç bırakırız» cevabını, vermiş.
İbni Sina, yalınız tıp noktasından «Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz...» âyetini tefsir ederken şu cümleleri kullanmıştır :
<4lm-i tıbbı iki satırla topluyorum: Sözün güzel­liği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten son­ra en az 4-5 saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mi­deye en ağır ve yorucu hâl, yemeği yemek üzerine yimektir.»
® Sofraya oturulduğunda az çeşit yemek yinil-melidir. Çok çeşit yemek sıhhi açıdan zararlı dinen de uygun değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin bir «yünde iki çeşit yemek yemediği sahih rivayetlerle nakledilmiştir.
® Sofraya oturulduğunda az yemek yinümelidir. Bunun ölçüsü acıkmadan sofraya oturmamak, tam doymadan sofradan kalkmaktır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz :
«Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yimek her devanın başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver.» [42]buyurmuştur.
Muhammed bin el-Hanıs (r.a.) der ki:
Beş zümreye beş şeyi sordum, hepisi aynı cevabı verdiler:
1- Tabiplere, devaların en şifalısı nedir? dedim. «Az yimektir,» dediler.
2- Hikmet ehillerine,   Allah'a ibâdete en fazla yardımcı olan nedir? dedim. «Az yimektir.»   dediler.
3- Zahidlere, zühd'e en fazla kuvvet kazandıran nedir? dedim. «Az yimektir,» dediler.
4- Âlimlere, ilim hıfzında en fazla yardımcı şey nedir? dedim. «Az yimektir> dediler.
5- Sultanlara, her vakit dikkatli bulunmanın ça­resi ve en güzel, en lezzetli yemek nedir? dedim. «Az yimektir,» dediler.
Allah'ın has kullarının şu sözü ne kadar da yerin_ dedir: Açlık, ilim ve fesahat yağdıran bir bulut; tok­luk da, cehalet ve kabahat yağdıran bir buluttur.
♦ Sofraya oturulduğunda mide, tıka-basa aşın miktarda doldurulmamahdır.
Hz. Aişe Radiyallahu Anha anamızın şöyle dediği rivayet olunur:
. «Bu ümmet arasında Hz.Peygamberin gidişinden sonra çıkan ilk belâ tokluktur. Çüakü, milletin karın­ları doyunca bedenleri semizleşti, kalbleri zayıfladı, dünyalık istekleri arttı.»
Peygamber Cs.a.v.} Efendimiz ahir zaman insan­larım anlatırken buyurmuştur ki:
«Onların yiyip-içmekten başka düşünceleri yok­tur. Bu yüzden onlarda şişmanlık görülmeye başlar »[43]
Cenab-ı Hakk, günâh işlemedikleri halde üç kim­seyi sevmez :
1- Çok yiyenleri  (oburları).
2- Cimrileri (Bahilleri).
3- Kibirlileri.
Ehl-i irfan, iffetin muhafazasında az yimenin bü­yük ehemmiyeti vardır, demişlerdir.
Çok yimenin afetleri de çok olur. Çok yiyenler:
1- Unutkan olurlar.
2- Şefkatleri azalır.
3- Şehvetleri çoğalır.
4- Tembel olurlar.    .
5- İbâdet edemezler, ettikleri ibâdetlerden de zevk alamazlar.
6- Zekâlarında bulanıklık olur.
7- Şeker hastası olurlar.
8- Mideleri hazmetmez, bağırsaklara verir. Çok yiyenlerin bağırsağı geniş olur. Bağırsağı ge-. niş olanların metanetleri zayıf olur.[44]
Çok yemek yinıek kâfirlik sıfatıdır. Çünkü, Kur'_ an-ı Kerim'de :
«Kafirler hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri de ateştir.»  [45] buyurulmuştur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin:
«Mü'minler bir mide ile yer, kâfirler ise yedi mide ile yer» [46] buyurduğu malumdur. Bu ifadelerle, kâ­firlerin ne derece metaryalist oldukları ve dünyayı nasıl.putlaştırdıkları beyan buyurulmuştur.
® Günde iki öğünden fazla yemek yinilmemeli-dir:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin günlük bes_ lenme programı sabah-akşam iki öğün yemek yimek idi.
Üç ve daha fazla öğün yemek yimek âdeti bize Tanzimatla birlikte gelmiştir.
Diyebiliriz ki, yirminci yüzyılda aç kalan insanlar değil, aç kalan kalbler vardır. Asrımızda insanlar bir-şeyîer keşfediyor, lâkin kendisini keşfetmeği düşüne­miyor bile. Kendini keşfedemiyen kalbini nasıl doyursun ki... Kalbler doymayınca karınlar bir türlü doyu-rulamıyor işte...
@ Yemeklerin yenildiği kabîann içindeki yemek artıkları iyice sıyınlarak temizlenip temizce yemekler artırılmadan yinilmelidir. Bilindiği gibi bu sünnettir. Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz:
«Bereketin, yemeğin neresinde olduğunu bilemez­siniz buyurup yemek kaplarının sünnetlenmesini...» emretmiştir, [47]
9 Yemek yinildikten sonra, başta olduğu gibi yi­ne sağ elin şehâdet parmağı dil ile hafif ıslatılıp tuza bandırılarak tekrar dil ile yalanılmalıdır. Yemek böy­lece bitirilmelidir. Yemeği birazcık tuzla bitirmenin birçok faydaları zikredilmiştir.
® Sofraya konulan yemek kabları kaldırılmadan sofradan kalkmamak müstehabtır.
® Yemek pişirilen kablar sabahtan akşama veya akşamdan sabaha kirli bırakılmamalıdır. Bırakılması hâli rızıktaki bereketin yok olmasına sebep olacağı be­yan edilmiştir.
® Yemekten sonra dua edib rızkı veren Rabbul' -Âîemin'e hamd edilmelidir.
® Sofradan kalkınca eller ve ağız tertemiz yıkan­malıdır.
Peygamber Cs.a.v.) : Efendimiz:
«Yemekten evvel elleri yıkamak yoksulluğu, ye-mekicsn sonra yıkamak ise günahları giderir» buyur­muştur.
İşte yemek yimenin müslümancası budur.
Hasılı, «Acıktık, ayaküstü birşeyîer atıştıralım» ifadesi ve bunu fiiliyata dökmek dinimizce caiz değil­dir. Doğru olanını da yukarıda izah etmiş olduk. [48]

Biri Diyor Ki:


Bu şehirde men olundu gezmesi eşşeklerin amma Bunun tatbiki mümkün mü diye, herkeste bir şek var.
Kolaydır dört ayaklı cinsi men etmek, lâkin, «Ben insanım» diyenlerden, yularsız pek çok
eşşek var.
Hüseyin Rifat
Bazıları diyorlar ki;
Rasulüllah o içeceği delikanlıya verdi. (Bu genç delikanlı sahabi İbni Abbas (r.a.) idi.) [49]
Hasılı, «Su küçüğün yol büyüğün» sözünün aslı «Sus küçüğün söz büyüğün» şeklindedir. Yaşlılar, âlimler konuşurken küçükler susacak onların ilim ve tecrübelerinden hep istifa edeceklerdir. [50]

362 — «Su Küçüğün Yol Büyüğün»


© Halk arasında «su küçüğün yol büyüğün» sö­zü çok yaygındır. Şefkat ve merhamete binaen bir mecliste gelen suyu önce çocuğa verip içirmek şüp­hesiz çok yeriade bir davranış tarzı olur.
Ancak bu sözün aslı:
«Sus küçüğün söz büyüğündür» tarzındadır.
Bir meclise getirilen su, süt, çay ve diğer ikram­lar getiren kişi tarafından girişe göre kim olursa ol­sun sağdan başlanılarak ikram edilmektedir. Bu tür dağıtımda sünnete uygun değildir. [51]

Sünnete Uygun İkram Şekli Şudur:


Meclisteki en âlim yaşlıdan başlanır onun sağm-dakilere ikrama devam edilir.
Sehl bin Sa'd (r.a.) anlatıyor;
«Rasulüllah (s.a.v.) Efendimize içecek bir şey ge­tirmişlerdi. İçtiler. Efendimizin sağında bir delikanlı solunda da bir ihtiyar yer almışlardı.
Rasulüllah  (s.a.v.)  delikanlıya:
—  Bunu yaşlı adamlara vereyim mi? diye sordu. Delikanlı:
—  Ya Rasulüllah! Vallahi senden gelen nasibimi kimseye bağışlayamam, dedi. [52]

363 — «Ayakta Su İçmek»


• Herşeyin âdâbları olduğu gibi, helâl olan şey­leri içmenin de âdâbları vardır. Bu âdâblara uymayan­lar kâmil mü'min olmak özelliklerini kaybederler.
Bizler Türkiyeli müslümanlar olarak, batı emper_ yalist kâfir kültürünün istilâsına uğramış bir toplu­muz. Bizi biz yapan öz kültürümüzden bizleri, kâfirler yerli kuyrukcuları aracılığıyla ayırdılar. Şimdi, ne ya­pacağımızı bilemiyecek kadar şaşırdık. Yeme-içme kültürümüzü, giyim-kuşam kültürümüzü, konuşma kültürümüzü, büyüklere saygı, küçüklere sevgi kültü_ rümüzü ve bütün iyilik dolu hasletlerimizi gençlerimi­ze, neslimize öğretemedik gösteremedik, maalesef.
İnancımızın bize verdiği kültürde ayakta yimek ve içmek yoktur. Ama zamanımız müsİümanları ayak­ta yimeği ve içmeği vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Her zaman ve her yerde müsİüman­ları maalesef ayakta yerken-i çerken görmek mümkün­dür.
İslâm, su ve diğer helâl şeyleri içerken uyulma­sı gereken kurallar koymuştur. Her müslümanm uy­ması gereken bu kuralları şöylece maddeleştirebiliriz:
1- İçeceğin şeyi sağ eline al:
Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz sol el ile yi ve içmeği yasaklamıştır. [53]
2- Ayakta isen otur:
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Sizden biriniz sakın ayakta su içmesin» [54] bu­yurmuştur.
Başka bir rivayette Hz. Ali (r.a.) Küfe mescidinin kapısında ayakta su içmiş ve:
— Bir takım kimseler, birisinin ayakta su içtiğini, kerih görürler. Oysa gördüğünüz gibi ben de Peygam­ber (s.a.v.) Efendimizin böyle içtiğini gördüm» demiş­tir. [55]
Bu iki hadis hadisciler arasında araştırma mev­zuu olmuştur. Bu konuda İmam-ı Nevevi der ki:
«En doğrusu ayakta içmekten nehyin, tenzihen ke-rahatine hamlolunmasıdır. Peygamber Cs.a.v.) Efen­dimizin ayakta su içmesi, ayakta da su içmenin caiz. olduğunu beyandan ibarettir. Hadislerde zaiflik de te­nakuz da yoktur. Hele bu iki nas arasında nasuh -mensuh aramak da fahiş bir yanlışlık olur. Peygam­ber (s.a.v.) Efendimiz bir şeyin cevazını beyan etmek için onu birkaç defa işler, fakat efdal olan hangisi ise hayatta en çok ona devam ederdi.»  [56]
Peygamber ts.a.v.) Efendimiz ayakta hiç su içme. miş olsaydı, o zaman nehiy hadisine göre hep oturup içmek lâzım gelirdi. Bununla zaruret ve mecburiyet, halinde ayakta da içilebileceğini bildirmiştir.
îmam-ı Gazali: «Peygamber Cs.a.v.) Efendimizin ayakta su içmesi belki bir özre mebni olmasındandır» der.  [57]
Bugünkü tıp, ayakta içilen su mide cidarına di­rek olarak etki yapar. Mide mukozasında tahriş netice­si sancı ve bazı şikâyetlere sebebiyet verir, demekte­dir.
3 — Su içeceğin kab içi görünen cinsten olsun:
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz tulum ve testi .gibi içi görünmeyen kaplana ağzından su içmeyi neh_ yetti. [58]
Buhari'yi şerh edenlerden îbn-i Hacer naklederek -diyor ki:
«İçi görünmeyen kabtan su içmek nehyedildikten sonra bir adam gece kalkıp tulumun ağzından su için­ce, tuluma ne zaman girdiği bilinmeyen bir yılan onun karama gitmiş. [59]
îbni Abbas  (r.a.)  da :
«Sırçadan ve billurdan su kabı edinmek ne güzel­dir. Çünkü içinde toz, böcek ne varsa hepisi görünür» demiştir. İçmeden önce suyun görünmesi ne güzeldir. Ayaı zaman da içerken suya bakmak, inşama:
1- Zevk verir.
2- Lezzeti artırır.
3- Nimetin şükrünü hatırlatır.
Onun için su içerken cam bardaklar tercih edil­melidir. [60]
4  — Besmele ile iç:
Her helâl şeyi içmeğe başlarken besmele okunma­lıdır. Süt, çay, ayran, meşrubat, kahve.., içerken de besmele unutulmamalıdır. Bunları içerken hayızlı, nij faslı hanımların besmele çekmesi de sünnettir. Cünüp olan kimse yimek-içmek zorunda kalırsa ellerini ağzı­nı yıkamadan yimesi içmesi mekruhtur. [61]
5  — Suyu en az üç nefeste iç:
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki:
«Suyu bir nefeste içmeyiniz. Ancak 2 veya 3 ne­feste içiniz. İçerken besmele çekiniz. İçtiğiniz zaman da Allah'a hamd ediniz.»  [62]
«Sizden birisi su içtiği vakit emer gibi içsin. So-luk almadan içmesin. Suyu birden bire içmek kara­ciğer ağrısı yapar.»
Bir şeyi bir kaba birden doldurur gibi içmek ci­ğer ve bağırsak hastalıklarına sebep olduğu zikredil­miştir.
Su içmek midenin ihtiyacı değildir; ağız ve yemek borusunun ihtiyacıdır. Hızla içilen su boğazdan direk mideye gideceğinden susuzluk da giderilmiş olmaz. Onun için sünnete uygun içilmelidir.» [63] «Suyu bir nefeste içmek şeytan işidir» [64] sözü ne kadar ye-- rindedir.
6  — Su kabının içine nefes verme ve üfleme.
7  — Su içtikten sonra hamd etmeyi unutma.
5- Su kablarınin ağzını açık bulundurma.
9- Gayr-i müsümlere    ait kabları    yıkamadan kullanma.
6  — Temiz ve tatlı sulardan iç:
Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz suyun tatlısını arar ve dinlenmişini tercih ederdi. Hatta bunun için uzak yerden bile su getirttiği olurdu. Kireçli ve kirli sula­rın böbrek taşlarından, çeşitli infeksiyöz hastalıklara kadar birçok rahatsızlıklara yol açtığını tıp da zikredi­yor.
Sıhhatli yaşamak için buraya kadar zikrettiğimiz kaidelere ve bundan sonraki tavsiyelere uymanız ge­rekir. Şunları da aklınızdan çıkarmayınız:
• Uyuyup uyandıktan hemen sonra su içmeyiniz. Bu midenin soğuklamasına sebep olur.
Elma, şeftali, üzüm, kuru üzüm yedikten son­ra su içmek mideyi bozar.
Yemek yedikten hemen sonra su içmek hazma mâni olur. 1-2 saat sonra içilmelidir.
Sıcak ve tatlı yedikten sonra su içmek dişlere zarar verir.
 Banyodan çıkınca su içme.
Yorgun ve terli iken de su içme.
Bizi her türlü nimetleriyle rızıklandıran, bir ismi de Rezzâk olan Cenab-ı Allah'a namütenahi hamd ve senalar olsun... [65]

364 — «Ne Yapayım Bir Yudum Su İçsem Şişmanlatıyor (Kilo Aldırıyor).-


Şişmanlık, vücutta aşırı yağ depolanması ne­ticesi vücut ağırlığının artmasına denmektedir. Şiş­manlık, sarfettiğinden fazla enerji almak ve aşırı ye­mekten olur. İrsiyete ve hormon bozukluğuna bağlı şişmanlıklar varsa da nisbetleri azdır.
Genel olarak şişmanlığın sebepleri şunlardır:
1- Sosyal ve ailevi âdet ve an'aneler.
2- Ruhi faktörler.
3- Hareket azlığı ve tembel yaşama.
4- Konfor ve refahın artması: Otomobil, apart­man hayatı, asansör, telefon,    televizyon gibi konfor vasıtaları arttıkça enerjiden tasarruf da artmakta, hal­buki kalori alınması aynı derecede kısılmamaktadır. Aksine insanlar daha fazla yemeğe yüklenmektedirler.
5- Besin bolluğu ve hareket eksikliği.
6- Gebelik ve doğumlar... vs.
Şişmanlık, genel olarak fazla yimenin sonucudur, demiştik. İnsan günde ihtiyaç fazlası olarak bir dilim ekmek yise 50 kalori ihtiyaç fazlası olacak demektir. Bu, yılda üçbuçuk kilogram, on yıl sonra ise 35 kilo­gram eder ki, kişi aşırı şişman hâle gelir.
Maalesef, zamanımızda çok yimek salgın bir has­talık haline gelmiştir. Peygamber  (s.a.v.)  Efendimiz:
«Öyle bir kavim gelecek ki, onların yiyip, içmekten gayri düşünceleri olmadığından aralarında şişmanlık yaygın bir hâl alacak» [66] buyurmuştur.[67] İşte, za­manımızın insanları ileri fırlamış karmlarıyla bunun ea güzel misâlidir. Yine Efendimiz (s.a.v.) ahir zaman insanlarını anlatırken buyurdular ki: .
«Onların yiyip içmekten başka düşünceleri yoktur. Bu yüzden onlarda şişmanlık görünmeye başlar.» [68]
«İnsanlar öyle bir yaşantıya mübtelâ olacaklar ki, onların derdi-düşüncesi karınları olacak. (Yani; sırf zevklerine, keyiflerine bakacaklar, hayatı yalınız bu dünyadan ibaret zannedecekler ve ahireti hiç düşün-miyecekler. Sadece midelerini düşünmekle göbeklerini şişirmekle meşgul olacaklar) şan-şerefleri, mal ve me-taları olacak. Kıbleleri de karıları olacak. Dinleri ise paraları olacak. İşte bunlar, halkın en şerirlileridir. Onlar için Allah (c.c.) indinde bir nasib yoktur.»  [69]
Hz. Aişe Radiyallahu anha anamız da demiştir ki: «Bu ümmet arasında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gi­dişinden sonra çıkan ilk belâ tokluktur.  Çünkü mil­letin karınları doyunca bedenleri semizleşti, kalbleri zayıfladı, dünyalık istekleri arttı.»
«Tok iken yemek yiyen mezarını dişleri ile kazar» Sebebi ne olursa olsun, şişmanlığı bir tür hasta­lık olarak kabul etmek gerekir. Çünkü istisnaları ol­makla birlikte şişmanların: ®   Sağlıkları bozuktur. ®   Estetik görünümleri iyi karşılanmaz.
 Şişmanlık solunum yükünü artırdığından şiş­man olanlar nefes darlığı çekerler.
® Şişmanların kemik ve adaleleri daha çok yo­rulacağından mafsal hastalıkları, varis ve fıtık teşek­külü kolaylaşır.
©    Şişmanlık, şeker hastalığını kolaylaştırır.
©   Şişmanlık, damar sertliğinin sebeplerindendir...
® Çağımızın hastalığı sayılan yüksek tansiyon şişmanlarda daha çoktur.
#    Kalb yetmezliği şişmanlarda kolaylıkla belirir..
@ Şişmanlık deri ve mantar hastalıklarına zemin oluşturur.
® Şişmanlarda böbrek hastalıkları daha sık gö_.. rüîür.
@   Göz hastalıkları şişmanlarda daha çoktur.
'@ Şişman kadınlarda, adet bozuklukları ve kı­sırlık; erkeklerde, iktidarsızlık ve meni bozuklukları, daha sık görülür...
Şişmanlığın yol açtığı güçlük ve tehlikelerden ba­zılarını kısaca sıralamış olduk. Şişmanlık,' bir hasta­lık olarak kabul edildiğine göre, çaresi nedir diye bir-soru akla gelebilir. Bu sorunun cevabı da şudur:
Şişmanlık hastalığının tedavisinin temel prensibi,, sarf edilenden az enerji almak yani İslâm'ın koyduğu-, prensip ve kaidelere göre bir hayat tarzına sahip ol­maktır. İslâm'ın emrettiği hayat tarzına sahip olma­dan şişmanlığın giderilmesinde kullanılan diyet me-todiarı ve açlık rejimlerinin zararlı olduğu ve hiçbir-fayda sağlamadığı açık bir gerçektir.   Aynı zamanda, bu metod başka hastalıklara da zemin hazırlamaktır. Bilindiği gibi acıkmadan sofraya oturmamak, doyma­dan da sofradan kalkmak İslâm'ın emrettiği ideal ki­loda kalmanın şartıdır.
Şişmanlık hastalığına yakalanmamanın çarelerin­den biri de oruç tutmaktır. Efendimiz (s.a.v.) :
«Oruç tutunuz ki, sıhhatli olasınız» buyurmuştur.
Haftanın pazartesi, perşembe günleri, arabi ayla, rm 13. 14. ve 15'inci günleri ile, Receb'ten itibaren iki ayı içine alan oruç mevsimleri maalesef günümüz müslümanları arasında unutulmuş, aşırı yemenin tev-li ettiği rahatsızlıklara karşı, gazetelerin rejim reçe­teleri muteber sayılmaya başlanmıştır. Oruca karşı -çıkanlara/bugün bizzat kendi vücutları isyan etmek­te, sahiplerini rejini ve perhiz ile bir ömür boyu oruç tutturmaya zorlamaktadır. Halbuki zikredilen günler­de oruç tutulsa da, sair günlerde rahat yaşansa iyi olmaz mı? Bu ibret verici çelişki orucun insan sağlığı açısından bir zaruret olduğunu göstermektedir.
Zamanımızda çok yemek yime sebeplerinden biri >de masalarda sandalyelere oturarak yemek, yimektir. Çünkü bu şekildeki oturuşlarda mide sarkık ve tıka-basa doldurmaya çok müsaittir.
Sünnet üzere yemek, yiyiş yere yer sofrasına sün­net üzere oturmakla yemek yimek insan sağlığı için en ideal olanıdır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz sofra­ya bazen dizleri üzerine çökerek, bazen iki ayakları üzerine diz üstü dediğimiz tarzda, bazen de sağ aya-.ğını bükerek sol ayağı üzerine otururlardı. Ve şöyle buyururlardı:
«Yaslanarak yemek yimem. Ben ancak Allah'ın bir kuluyum. Kullar nasıl oturursa öylece otururum.»
Böyle oturuşta mide diz ve karın tarafından bü­zülmekte. İnsan bu oturuşla yemek yediğinde sofra­dan kalkınca vücut normal şeklini aldığında midede boşluk kalmaktadır. Bu oturuş, aşın yemeye mani ol­duğundan şişmanlamamanın çarelerinden biri de ol­maktadır.
Bir de şişmanlığın zıddı zayıflık vardır. Zayıflık, ideal kilonun % 10 altında bulunmasına denilir. Sağ­lıklı oldukça zayıf olmak hastalık sayılmaz. Bazı du­rumlarda zayıflık tercih de edilir. Ancak, devamlı kilo kaybetmek hastalık sebebi olabilir, araştırılması ge­rekir.
Bazıları kilo almak isterler. Böyleleri kilo almanın şart olmadığını bilmelidirler. Tıp kitaplarında iştah açıcı ilaçların, vitamin ve minarellerin şişmanlamaya faydasının olmadığı zikredilmektedir.
Hasılı «su içsem kilo aldırıyor» diyenler oburluk­larının neticesini elde ediyorlar. İslâm'ın koyduğu öl­çülerle yimek-içmek genel ifadesiyle yaşamak sıhhat­li, verimli ve dünya-ahiret saadetinin tek yoludur. Bu yoldan sapanlara bugün bizzat vücutları isyan etmek­te. Toplum sağlıksız insanlar yığını haline gelmekte­dir.
Islanışız yaşantı ne büyük çiledir Ya RabbîL[70]

365 — «Evde Hibir Şey De Yok, Ne Pişireceğiz Bilmem Ki.»


• Hayattan verim ve gerçek zevk almanın yolu ölçülü olmaktır. Ölçü, İslâm'dır. İslâm'sız hayat zik­zaklarla ve dengesizliklerle doludur. Dengesiz hayat verimsiz ve zevksizdir. Sun'i bazı şeylerle zevklendi­ğini sananlar büyük bir aldanış içindedirler. Televiz­yonda gördüğü reklâmı yapılan malı kullandığı için kendisini mutlu sayan insanlar dengesiz yaşantıya saplanmış zavallılardır.
Zamanımızda, evler eşya anbarı haline getirilmiş^ tir. Yiyecek, giyecek ve kullanılmak için alman' eşya­larla doldurulmuştur. Bir türlü doymak ve tatmin ol­mayan bir toplum haline geldik. Batı kültür ve hayat tarzı bizi bu hallere düşürdü işte... Acınacak bir hâl aldık. Buna da medeniyet diyorlar, fesübhanallah...
Birçok hanımdan duyarsınız. Yemek pişirecekleri zaman:
«— Evde birşey de yok, ne pişireceğiz bilmem ki!» derler. Oysa o evde o kadar çok yiyecek maddesi var­dır ki, dışarıdan o eve bir hafta birşey girmese en az bir hafta o hane halkı geçinebilir. Bir ay, altı ay, bir sene geçinebilecekler bile vardır. Yirminci asırda aç kalan insanlar değil aç kalan kalbler vardır. Asrımızda insan herşeye rağmen henüz kendini keşfedeme­miştir. Kendini keşfedemiyen kalbini nasıl doyursun ki? Önce bu hastalığı tedavi etmek lâzımdır. Çok yi-raek, çok yığmak ve bir türlü doymamazhk hastalığı insanımızı çıldıracak noktaya getirmiştir.
Var olduğu halde tatmin olmamak ve yokluğun­dan şikâyetçi olmak nimetlerdeki bereketi mahvet­mektedir. Hz. Cabir  (r.a.)  şöyle haber vermiştir:
«— Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizden bir şey istenirse o asla «yok» demezdi.» [71]
Müslüman kardeşlerimiz «YOK» kelimesini kulla­nırken ince düşünsünler. Meramlarını anlatırken de­ğişik ifadeler kullansınlar. Mevcudu kalmadı, tüken­di vesaire gibi.
Tirmizi'nin «el-Câmii» adlı eserinde zikredildiği-ne göre, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ile ailesinin üst üste bir kaç gece aç kaldıkları olurdu. Hane-i saa­detlerinde bazen iki ay boyunca ateş yanmazdı. Sade­ce hurma ve su ile iktifa edilirdi.
Hz. Aişe Radiyallahu anha anamız haber verdi ki: «Peygamber (s.a.v.) Efendimiz vefat ettiği zaman evimizin dolabında bir miktar arpadan başka canlı­nın yiyebileceği hiç bir şey yoktu.» [72]
Onlar öyle idi. Ya şimdi evlerini anbar haline ge­tiren bizler. Ne şükür ne hamd, ne de doymak bilen kalb ve gözümüz var. Sanki meziyetmiş gibi hep, yok diye ağlarız. Şeytan ve şeytanî düzenler bizi ne hâle getirdi. Şeytanın oyuncağı olduk, vesselam. «Bir hır­ka, bir lokma» espirisi dünyaya dünyadan faydalana­cak kadar bağlanmak manasınadır. Tapasıya bağlanmak şeytan işidir. Şeytan iğfaline hız vermek için bize hep sorar — Ne yiyeceksin? Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?»
Cevap şu olmalıdır: «— Ölüm yiyeceğim. Kefen giyeceğim. Kabri mesken tutup orada barınacağım.»
Bu cevabı veremiyen insanlar, aç ve açık kalmak kor­kusuyla hep eşya yığmakla meşguller.
Hasılı, evde olduğu halde yokluğundan ağlamak, sızlanmak eldeki nimetin bereketsizliğine sebep olur. Söz dönüp dolaşıp aynı yere geliyor: İslâm ölçü alın­madığında insanların payına düşen yıkım, dengesiz­lik ve sonu gelmiyen perişanlıklar oluyor. Ey müslü-manlar! Gelin İslâm'a ve İslâmi yaşantıya talip olalım. Çünkü insanca yaşamamız buna bağlı. Bize bunu na­sip eyle Ya RabbîL. [73]

366 -~ «Haram İse Haram Ne Yapalım Aç Mı Kalalım Yani.»


• Haram-helâl tanımıyanların dilinde «— Haram ise haram ne yapalım aç mı kalalım yani» sözü sakız gibi çiğnenir. Oysa haram ateştir.
«Madde ve mânâ dertlerinin kapısı midedir» Ha-dis-i Şerifi, gıdanın hayatımızdaki büyük sırruıı en güzel bir şekilde ifade eder.
Beslenme usulleriyle şahısların, hattâ milletlerin seviye ve hüviyetleri arasında münâsebet bulunduğu iddia edilir. Fransız filozoflarından Savorin, «Lezzetin felsefesi» isimli bir kitabında bu konuyu incelemiş ve şöyle demiştir:
«Bana ne yediğini söyle, senin ne olduğunu haber vereyim.»
Bu konuda «Kendini bilen, Rabbini bilir» mealin­deki mukaddes ölçü, unutulmamalıdır. Demek ki, he-lâl-haramı ayırdedebilen Rabbini de tanıyabilir.
Gıdaların karekter üzerinde büyük tesiri vardır. Bu hikmete binaen çocuğa kirli kadınların süt emzir­melerine müsâde edilmemesi dinimizce tavsiye olun­muştur.
Gıda, nefsin temel taşı olarak (Rûh + Nefis) bü­tününde esas mevzu teşkil eder. Haram lokma, kazaniş şeklindeki gayr-i meşruluktan olsun, maddesinde­ki yasak hükümden olsun; gerek psikolojik bakımdan, gerekse ruh muhasebesi bakımından insanı fazilet ve kemâlden alıkoyan en mühim sebeptir.
Büyük mânâ terbiyecileri lokmaya o kadar ehem. miyet vermişlerdir ki, bir tek lokmanın haram olu­şu, bir ferdi madde ve mânâda senelerce geri bırak­mış ve kemalden uzaklaştırmıştır.
Büyük zadlar, zikrini müşahede etmedikleri lok­mayı terk etmişlerdir. Hz. Mevlânâ Celaleddini Rumi «şüpheli lokma yedim» diye mesnevinin ikinci cildi­ni bir sene tehir etmiştir.
Abdülkadir Geylâni hazretleri «Dertlerin evi mi­dedir» Hadis-i Şerifinden titremiş ve dostlarının ömür­leri boyunca yiyeceklerini temin ederek onları haram tehlikesinden uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Peygamber (s.a.vj Efendimizin terbiyesinde yeti­şen Ashab-ı Kiram sofraya- oturduğu zaman yemeğin cinsine ve çeşidine bakmaz, hangi yoldan elde edil­diğine dikkat eder, haram ve şüpheli ise el sürmeden kalkarlardı. Haram giren yerde feyiz, rahmet, fazilet kalmadığım sanki görür gibi bilirlerdi.
Haris Muhasibi ismindeki bir zâtın helâl oluşu şüpheli bir yemeğe elini uzattığı zaman parmağının ucunda bulunan bir damar atardı, böylece yemeğin helâl olmadığını anlardı, [74]
Haram ve helâl olduğu belli olmryan yiyecekler için Hz. Mevîânâ diyor ki:
«— Eğer bir lokmadan hayırlı, işlere karşı bir şevk ve aşk husule geliyorsa bil ki o lokma helâldir. Yok eğer hased, gurur, kin, kibir ve gaflet husule geliyor­sa muhakkak haram karışmıştır.»
însanm mayasını bozan yenilmiyecek-içilmiyecek maddeler vardır. Bunlar vücuda girince insanın yapısı bozulur. Bunlar:
1- Haram olan herşey.
2- Domuz eti ve yağı.-
3- Alkollü içkiler.
Prof. Dr. Saffet Solak ilmi bir müşahedesini bir yazısında şöyle ifade ediyor:
«Bakın Avrupalıya, eşlerini kıskanmazlar. Aynen domuz gibi. Bunlar domuz eti yiyorlar da ondan böy-ledirler. İnsanların günlük yaşantısındaki hareketleri yediği-içtiği gıdaların özelliklerine göre olmaktadır. Domuz etini yiyenin eşini kıskanmaması.hatta (eşini veya bir başka yakınını) bir "başkasına takdim etme­si gibi.
Hayvansal besinle beslenenler bitkisel besinlerle beslenenlerden daha hareketli, daha atılgan daha sal­dırgan olmaktadır. Hayvansal besinle beslenen ile bit­kisel besinle beslenen arasında bu kadar fark olur da haram ile beslenenle helâl ile beslenen arasında bu kadar dahi fark olmıyacak mı? Elbette vardır ve daha da fazladır.»
Bir başka ilim adamı İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fa­kültesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Fevzi Pamuk da bu konuda diyor ki:             
«Haram besinlerle beslenenler ile helâl besinlerle beslenenler arasında büyük farklar vardır. Belki tıp ilmi açısından vücutta fizyolojik bir değişiklik olma­yabilir. Ama vücut organları görevlerini icra ederken herşey çıkar ortaya. O el hırsızlık yapmaya daha me­yillidir. O ayak kötü yerlere gitmeye, o beyin haram şeyleri düşünmeye daha elverişlidir. İsteyenler bu du­rumu farklı insanlar üzerinde test edebilirler.»
îşte, konu bu kadar barizdir.
Cahiliyye devrinin [75] ünlü Muallakatü's-Seb'a şairi Antara'nm şu mealde bir mısraı var:
«Açlıktan karnım belime de yapışmış olsa! helâl bir lokma buluncaya kadar yemeyeceğim.»
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz çok severlermiş bu mısraı. Birgün:
«— Antara ne güzel söylemiş» diye başlıyarak bu mısraı okumuşlar. Dolayısıyla mısra «hadis» olma şe­refini kazanmış :
Helâl lokma nedir? sualine îmamı Gazali şu ceva­bı veriyor:
«Davete icabet şart. Fakat davet edilen yerin sof­rasında, yemeğinde şüpheli durum varsa, gidilmez. Davet eden fasık, zâlim veya davetiyle övünme sevda­sına kapılan biri ise, onunda daveti kabul edilmez.»
Bakınız ucu nerelere kadar varıyor helâl lokma-kavramının. Yani başkasının   yidirdiği yemeğin helâl yolla kazanılıp kazanamadığına bile bakmak ve ona göre davranmak zorunda nıüslüman...
Evin reisi olan erkek aile fertlerine helâlden ye­dirmelidir. Yemekte, içmekte, giyimde, kuşamda ha­ram ve israf aileyi yıkar, mahveder. Haramda hep he­lak vardır. Kıyamet gününde ilk sorgusu yapılacak olanlardan biri de haram olan şeylerin hesabının ol­duğu rivayet olunmuştur.
Denilir ki: Hesap gününde ilk önce kişinin yaka­sına yapışanlar, onun evlâdı ve ehli olacaktır. Onlara aile reisi haram yedirdi ise bunlar ilahi huzurda du­rur ve:
«— Rabbimiz! Oldan bizim hakkımızı al. Çünkü o,. bize bilmediklerimizi öğretmedi. Bilmediğimiz halde bize haram yedirdi» derler.
Hasılı «Haram ise Karam ne yapalım aç mı kala­lım yani» anlayışı kafirlere mahsûs bir yaşantının ürünüdür. Hesap gününe inanan insan yaşantısını o güne göre düzenliyeiı müslümandır. [76]

367 — «Sen Olmasan Acımızdan Ölürüz.»


 Asrımızda müslümahlarm dinimize olan ilgi­sizliği ve bilgisizliği korkunç yanlışlıklara sebep ol­maktadır. Bu yanlışlıklardan biri de bir canlının rız­kını bir başka canimin verdiğine o olmasa diğerinin açlıktan öleceğine inanmaktır. «Sen olmasan biz acı­mızdan ölürüz» sözü böyle bir inancın ifadesidir. İşçi patronuna, memur âmirine, evlât babasına veya ba­ba evlâdına, kadın kocasına yada koca karısına ge­nelde hep böyle söylemekte olduklarım hep duyarız. Basit bir düşünce ile meseleyi kavramaya çalışırsak, bu ifadelerin şirk olduğunu anlayabiliriz,: Bu ifadeyi kullananlar muhatablarını hep Allah (c.c.) 'a ortak koş­maktadırlar.
Rızk, Allah (c.c.Vdandır. Allah'ın isimlerinden bi­ri de ER-REZZÂK'tır.
Rezzâk; rızkı yaradan, onu veren ve onu sebep­lere bağlıyandır. Bundan dolayı Rezzâk, aynı zaman­da mübalâğa ifade ettiğinden rızkı çok ve. mükemmel veren, rızka kefil olan ve her canlıyı yaşatacak zaruri gıdayı deruhte eden şeklinde de anlaşılmıştır. [77]
Rızık, Cenab-ı Hakk'm bilhassa yaşayan kulları­ma faydalanmalarını nasib ettiği şeydir.   Rızık yalınız yinilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan her şeye rızık denir. Kur'an-ı Kerim'de geçen bütün rızık maddesinin faili Cenab-ı Hakk, rız­kın muhatapları ise bütün canlılardır.
Hayru'r-Râzikin : Cenab-ı Hakk'ın rızık veren ol­duğunu beyan eden isimlerden ilk defa Hayru'r-Râzi­kin Crızık verenlerin en hayırlısı) vârid olmuştur. [78]
Ehl-i Sünnete göre Rızık, Cenab-ı Hakk'm canlı­ya sevkettiği ve canlının faydalandığı şeyin adıdır. Ve yine ehl-i sünnetin genel kanaatine göre, haram­da rızık mefhumuna dahildir. Ancak, kul, kendi iste­ği ile haramın sebeplerine tevessülünden dolayı zemm ve cezaya müstehaktır. Zira Allah (c.c.) :
_ «Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yiyin...» [79] buyurmuştur. Kul bu emre mu­halefet edip rızkı helâl olmayan yoldan arayınca da cezaya müstehak olmuştur.   [80]
Rızık 2'ye ayrılır;
1- Zahiri rızıklar.
2- Mânevi rızıklar.
Zahiri rızıklar, her türlü yiyecek, içecek giyecek, kullanılacak eşya hattâ bir kimsenin çoluk- çocuğu, bil­gisi, serveti hep bu kısımdandır. Kâinatta herşey bir hazinedir, hiç boş şey yoktur. [81] Malından, imkan­larından, ilminden intifa edemiyenler merzuk değil, nasipsizlerdir.
Manevi rızıklara gelince, bunun kaynağı semavi kitaplardır. Ancak, son kitap Kur'an-ı Kerim hariç diğer kitapların asılları yoktur, insanlar onların birçok hükümlerini değiştirmişlerdir. Onun için onlarda mâ­nevi rızık yoktur. Bu rızkın kaynağı Kur'an-ı Kerim'-dir. Demek ki, Allah (c.c.) Rezzâk, kainat rızık, canlı­lar da merzüktur. îslâmi ölçüler içinde rızkını alabi­lenlere müjdeler olsun.
Hasılı, asıl Rezzâk olanı unutup da vasıtayı asıl yerine koymak şirk olur. Her mü'min bu gerçeği çok iyi kavramaya mecburdur. Aksi halde tedavisi zor ne_ ticeler ortaya çıkar. Bu açıdan hareketle «Sen olma-san acımızdan ölürüz» sözü de çok tehlikeli bir ifade­dir, diyebiliriz. Dikkatli olmak lâzım. [82]

Bereket Kalmadı


Apartman çıktı, komşuluk kalmadı.
Sun'i gübre çıktı, yumurtada renk, sebzede,
meyvada tad kalmadı. Sun'i yağ çıktı, yemekte tad kalmadı. Hoperlör çıktı, bir sünnet gitti, minarede
müezzin kalmadı.
Taklidcilik çıktı, insanlarda örf, âdet ve mânevi
zevk kalmadı.
Delikli demir çıktı, mertlik kalmadı. Motorlu vasıta çıktı, uzun zaman kalmadı. Kağıt para çıktı, kıymet kalmadı. Haram yiyenler çıktı, bereket kalmadı.
Abdullah Naim Şener[83]

368 — «İster Zengin Ol İster Fukara Yemekten Sonra Yak Bir Sigara.»


® Sigara hakkında kitabımızın ikinci cildi 315 ila 323'üncü sahifeleri arasında gerekli izahatı verdik. [84] Oradaki beyanlara ilâveten meseleyi bir-iki noktadan daha irdelemekte fayda mülâhaza ettik:
® Başlıkta zikrettiğimiz sözü sarfeden ve bunun böyle olduğuna inanan bir insan sigaranın inşama ek-mek-su kadar ihtiyaç olduğunu beyan etmiş olur. Hal­buki durum bunun tamamen tersidir. Ekmek-su can­lı hayatının devamı için zarurettir. Fakat sigara ne olursa olsun felâkettir. Zararı çok faydası ise hiç yok­tur.
9 Yemekten sonra sigara yakmak yemeğin adab-larından değildir. Yemekten sonra yemeğin adabîarm-dan biri de Rezzak olan Rabb'ül-Alemin'e verdiği rı-zıklardan dolayı hamd etmektir. İsraf etmek bir nok­tada küfran-ı nimettir. Bunun cezası da büyüktür.
® Bu söz ile zengine de fakire de sigara içmek gerekliymiş gibi bir mânâ çıkarılmış olunur. Bunu ka_ bul etmek mümkün değildir. Zira asrımızda ne zen­gin müslüman ne de fakir müslümamn sigaraya verecek parası yoktur. İslâm'ın ayaklar altına alındığı: hükümlerinin geçersiz sayıldığı, Allah'a insanların harb ilân. ettiği bir zaman ve mekânda nasıl olur da mü'minim diyen birileri sigara gibi bir habise kucak dolusu para verebilir? Bunu hangi izan sahibi yapa­bilir? Bunu iyi düşünmek lâzım. Mahşer gününde Al­lah insanlara hangi marka sigarayı içtiğinden değil,. İslâm için neler yaptığından hesap soracaktır. Herkes bunu bilmeye mecburdur.
® Yemekten sonra sigara içmek ihtiyacını du_ yanlar genelde yemeklerini tıka-basa yiyenler ve ne bulurlarsa midelerine indirenlerdir. Bu da İslâm'da glmıyan bir davranış türüdür. Sünnet üzere sofra kur­mayanlar, sünnet üzere yemek de yimezler. İnanç sis­temimizde acıkmadan sofraya oturmak hoş görülme­miş ve tam doymadan sofradan kalkılması emredilmiş­tir. Az yimek az uyukuya, çok yimek çok sıkıntıya se­beptir. Sigara içmek de sıkıntılardan biridir.
Hasılı, içtimai, iktisadi, sıhhi ve ailevi bir çok dert­lerin sebebi olan sigara içmek her zaman ve mekânda hiçbir müslümana yakışmayan bir davranış tarzıdır. Cenab-ı Hakk, insanlığı bu illetin şerrinden korusun, ve kurtarsın... [85]

369 — «Babası Oğluna Bir Üzüm Bağını Bağışlamış Da Oğlu Babasına Bir Salkım Üzüm Bile Vermemiş,»


© «Babası oğluna bir üzüm bağını bağışlamış da oğlu babasına bir salkım üzüm bile vermemiş» sözü İslâm dışı nizamlara göre yaşıyan toplumlar için doğ-ru; fakat, hayatlarını İslâm nizamına göre yürüten ve sürdüren toplumlar için kesinlikle yanlıştır. Çün­kü bâtıl ideolojilerle yaşıyan toplumlarda herşey ma­teryalist açıdan ele alınır. Kimse biribirlerine karşı olan görevlerini yerine getirmez. Herşey menfaate da­yanır. Ebeveyn evlâd ve evlâd ebeveyn ilişkileri diğer kişiler arasında olduğu gibi tamamen şahsi çıkarlar doğrultusunda yürütülür. Zira köle düzenlerde zulmün .adı açıkgözlülüktür, uyanıklıktır.
İslâmi esasların geçerli olduğu, hayatlarını bu ni­zamın kurallarıyla yönlendiren ve sürdüren toplum­larda durum son derece farklıdır. Hak herşeyin üstün-dedir. Herkes vazifesini bilir. Karşılıklı ilişkiler men­faate değil Allah'ın rızasını kazanmaya yöneliktir. Ebevyn şefkati ve merhameti; evlât hürmeti, kardeşlik duyguları kelimenin tam anlamıyla îslâmi düzen ile yaşıyan toplumda yaşanır.
îslâmi nizam ile yaşıyan toplumda, herkes üzeri­ne düşen görevi Allah'ın rızasını kazanmak için yapar. Ana-baba evlâd ilişkileri de bu esas doğrultusun­da yürütülür. Bir ömür boyu ebeveyn şefkati ve mer­hameti, evlâd hürmeti kesintisiz devam eder. Müslü­man için hayat sadece bu dünyadan ibaret değildir. Ölüm ve neticesinde ahiret hayâtı dünyanın hesabı­nın görüleceği bir gelecek vardır. Yaşantı buna göre düzenlenir. İslâm devleti, fertleri ahiret hayatını ka­zanacak amelleri işliyecek tarzda yetiştirir ve insan­ca yaşamak için gerekli ortamı oluşturur. Bu dev­let bununla mükelleftir.
Şimdi, akla şöyle bir sual gelebilir:
«Bizler müslüman ülkede yaşayan müslünıanlarız. Bu söylenilenlerin hiçbiri bizde olmadığı gibi darma­dağınız, ele-avuca alınır tarafımız yok. Bunun sebebi nedir acaba?»
Böyle bir soruya verilecek cevap şudur:
Bizim yaşadığımız ülke kesinlikle bir İslâm ülkesi değildir. Bu memlekette müslümanlar vardır fakat müsîümanlık yoktur. Müslümanlığın olmadığı bir yer_ de müslümanlarda hayır yoktur. Çünkü, hayatlarına tamamen İslâm dışı düzenler hakimdir. Bir yerde müs-lümanın güzellikleri görünmüyorsa bu müslümanlıgm orada olmayışındandır. Ancak bu hiçbir zamsn bu memlekette müslümanlıgm olmadığı ve olmıyacağı mânâsına gelmez. Eskiden bu memlekette dedelerimiz İslâm'ı yaşadılar. Pekâlâ bu memlekette müsîümanlık vardı. Bu gün de müslümanlarm birçokları bu mem­lekette dinlerinin gereği üzere yaşama gayretiyle ya­şıyorlar.
Müslümanlık olmayınca müslümanm varlığı bir işe yaramıyor. Oaun için bu memleketin gençleri ha­vasını teneffüs ettikleri batı kültür yapısına göre ye­tişiyor, batılılar gibi yaşanıave düşünmeğe mecbur bı­rakılıyor.
Batıda ana-baba çocuğu dünyaya getiriyor. Çok kısa bir süre takriben altı ay ona bakıyor. Sonra onu kreşe veriyor. Günde birkaç saat ancak onunla bir­likte kalabiliyor. Belli bir yaşa gelince evladına başının çaresine bak der gibi onunla olan bağını tamamen ko­parıyor.  Sevgiden,  şefkatten     mahrum büyüyen bu genç hiçbir zaman iyi bir insan olamıyor. Ana-baba, evlat, akrabalık ve komşuluk ilişkileri olmryan bir top­lumdur batı. İnsanın yaratılışında analık,, babalık, ev­lâtlık ve akrabalık sevgisi vardır. Bunlar az da   olsa tatmin edilmesi gerekir. Bunu tatmin etmek için ba­tılılar, anneler günü, babalar günü, yaş günü... adı altında günler ihdas edip bu vesilelerle yılda bir iki defa olsun bir araya gelmek    ihtiyacını duyuyorlar. Evlatlar şefkatsiz büyüdüklerinden evlâtlık görevleri, ni yapmıyorlar. Onun için batılı insanlar çocuk yap­mıyorlar. «Çocuğa bakacağıma bir köpek alır ona "ba­karım» diyorlar. Bugün, her evde en az bir köpek var ama hiç çocuğu olmıyan milyonlarca ev vardır.
Babadan bir salkım üzümü sakınan batılı çocuğa karşılık, müslüm anlarda İslâm yaşanmamasına rağ­men canını ana-babası için feda edecek milyonlarca genç vardır. Kırık-dökük bir islâm terbiyesi bile ev­lâtlarımıza hayırlı adımlar attırmaktadır. Onun için müslümânlarda herşeye rağmen bağ da, üzüm de, ev-lâd da son nefesine kadar babanın-ananm emrinde­dir.
Bizdeki huysuz, huzursuz ve anarşit yapılı genç­ler kendilerine İslâm aşıîanrmyan ve ulaştırılamıyan gençlerdir. Bunlar, bâtıl ideolojilere kapılıp onların ta. pıcısı olmuşlar. Hesap gününde her müslümanın on­larla ilgisizliği oranında Allah'a vereceği hesabı var­dır. Bunun için, bir umut olarak gördüğümüz evlâtlar inancımıza göre aynı zamanda ebediyete uzanan birer sorumlulukturlarda.
Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz tavsiyede bulunu­yor :
«Çocuklarınıza şu üç şeyi öğretiniz:
1- Onlara Peygamberini sevmesini öğretiniz.
2- Peygamberin âl ve ashabını sevmesini öğretiniz.
3- Kur'an-ı Kerimi öğretiniz.» Bu şu demektir:
Çocuk kimi severse ona özenecektîr. O hangi mes­leğe yönelse Peygamberinin bir örneğini bulacaktır. Hz. Musa (a.s.)'ın cennetteki komşusunun anasının duasını alan bir kasap olduğunu bilmeyenimiz yoktur.
Bu memlekette İslâmiyet yoktur diye kimse rahat­ça keyfine bakma selâhiyetine sahip değildir. Her müslüman müslümanca yaşamanın yollarını, çarele­rini aramakla mükelleftir. Onun için aileler çocukla­rına küçük yaşlarda İslâm'ın prensiplerini öğretmeli ve tatbikatını bizzat yaparak yaptırmalıdır. İslâmi ya­şantı, itiyat haline getirilmelidir. İleri yaşlarda itiya-tın elde edilmesi hayli güçtür. îslâmcı çocuk, insanın ahireti içinde hayırlı olur. Çocuğun yapacağı iyi amel ve hareketlerden dolayı kazanılacak sevap ahirette çocuğun ebeveynine fayda verir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Babanın evlâdına duası, peygamberin ümmetine duası gibidir. Evlâd da ana-babaya duayı terk eder. se dünyada rızkı dar olur.»
«Babalarınıza (ve analarınıza) iyilik ve itaat edin ki, oğullarınızda size iyilik ve itaat etsin, ihsanda bulunsun. İffetli ve namuslu olunuz ki, sizin kadınlarınız da iffet ve namus dairesinde yaşamış olsun.» [86]
«Ana-babaların ihtiyarlık zamanlarında bunlar­dan birine veya her ikisine yetişip de onlara hürmet etmediklerinden dolayı cennete giremiyen kimsenin bumu yerde sürünsün.»  [87]
İhtiyarlığın kendine has bir ağırlığı ve hürmeti gerektiren tarafı vardır. İhtiyarlıktaki kudretsizlik oL dukça önemlidir. İsra süresindeki âyet: 23'de geçen aymharfiyle başlıyan «Indeke...» kelimesinden baba ve annenin ihtiyarlık halinde evlâdının hizmet ve hi­mayesine sığınması dile getiriliyor. [88]
İnsanın yaratılışında evlâda ihtimam olduğundan Kur'an-ı Kerim'de, evlâtlara ihtimam göstermek için tavsiyeye ihtiyaç hissedilmemiştir. Böyle bir emre muh­taç olan evlâttır. Onun için ana-babaya iyilik yapıl­ması emri Kur'an'da bir çok âyetle tekrar tekrar em­redilmiştir.
Yeşil bir filizin büyüyüp nebat haline gelinceye kadar tohumundaki bütün gıdaları emerek onu kap-cuk haline getirdiği; bir civcivin vücut buluncaya ka­dar yumurtadaki bütün maddeleri tüketip sadece ka_ buğunu bıraktığı gibi; evlât da ana-babanm her tür­lü enerjisini, sıhhatini, çaba ve ihtimamlarını emerek onları —eğer ömürleri varsa birer piri fani haline getirir.
Hafız Ebu Bekir el-Bazzaz, Büreyde'tıkı babasın­dan naklettiği bir hadisi şöyle anlatıyor:
— Bir adam annesini sırtına   almış Kabe'yi tavaf ettiriyordu. Bu şahıs Kabe'nin  dibinde oturan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)'in yanına yanaşıp:
— Nasıl, annemin hakkını ödeyebildim mi? diye sordu. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
—  Hayır, seni karnında taşırken bir nefes alma­daki zahmetinin dahi hakkını ödeyemedin» [89] buyur­du.
Yine Efendimiz (s.a.v.) :
«Cennetin kokusu 500 yıllık mesafeden duyulur. Bu kokuyu ana-babaya âsi olanlar, akraba ziyareti­ni kesenler duyamaz.»
«Ana-babayı ağlatmak büyük günahlardandır.» [90] buyurdu.
Abdullah İbni Ömer (r.a.) diyor ki:
«Rabb'ın rızası, babanın rızasmdadır. Rabb'm ga­zabı babanın gazabmdadır.
Mâlik bin Rabia anlatıyor:
«Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yanında bulunu­yorduk. Beni Seleme'den bir adam geldi. Dedi ki:
— Ya Rasûlûllah,, ölümlerinden sonra da ebevey­nime yapacağım bir iyilik var mı?
Efendimiz  (s.a.v.)  cevaben:
— Evet var: Onlara dua etmek, onlar için istiğfar etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, dostlarına ikram­da bulunmaktır» buyurdu.
Görülüyor M : İslâm'da ebeveynin arkadaşlarına bile iyilikte ve ihsanda bulunmak vardır.
Bu terbiye ile yetişen bir evlât ana-babadan «bir salkım üzümcü hiç esirgeyebilir mi? Mümkün değil. İşte köle düzenlerde yetişen nesil ile Hak düzende ye­tişen neslin farkı budur. Hak düzende yetişen nesil ebeveyni öldükten sonra bile ona hizmet etmenin yoL larını arıyor; köle düzenlerde yetişen nesil «bir salkım üzümü» bağını bağışlayan ebeveyninden sakınıyor.
İslâm'da, mal da, çocuk da babanındır. Birgün Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yanma genç bir saha-bi geliyor. Diyor ki:
—  Ya Rasûlallah! Babam benim malımdan zorla alıyor.
Efendimiz (s.a.v.) cevaben:
— Hadi oradan, mal da babanın sen de babanın­sın. Bir daha öyle söyleme»  [91]  diye genç sahabiyi azarlıyor.
Rasul-i Ekrem  (s.a.v.)  Efendimiz:
«Kişinin yediği en temiz şey kazancıdır, çocuğu da kazancındandır.» [92]
«Çocuklarınız en güzel kazançlarınızdır, onların kazançlarından yiyin.» [93] buyurdu.
İşte İslâm budur!
Hasılı, «Babası oğluna bir üzüm bağını bağışlamış da, oğlu babasına bir salkım üzüm bile vermemiş» sö­zü batının bâtıl köle düzenlerinde yetişen nesle göre doğru ve yerinde bir sözdür. Çünkü köle düzenlerde hiç kimse biribirine karşı olan görevlerini yapamaz. Her şeyi materyalist açıdan değerlendirir. Onun naza­rında en üstün kendi menfaatidir. Bunlar çocuklarına köpekleri kadar değer vermez. Çocukları da onlara köpek kadar sadakat göstermezler.
Ancak, bu aözün İslâm'ın var olduğu toplumda yeri yoktur. İslamcı topluma göre yanlıştır. Manâsızdır. Çünkü İslâm, müslümanları dünya ve ahiret saa­detini kazandıracak amelleri işliyecek tarzda terbiye eder. İnsanca yaşanacak ortamı hazırlar.
Ayrıca bu sözde «kimseye iyilik yapma» telkini vardır. Oysa İslâm'da iyilikler kulun «Aferin»ini al­mak için değil, Allah için yapılır. Meselenin izah tarzı budurL[94]

370- «Eyvah! Ayşe'ler Yatıya   Gelecekler Miş.»


% Misafir ve misafirlik ile ilgili birçok hususu kitabımızın ikinci cildi 204 ile 210'uncu sahifeleri ara­sında izah etmiştik. Bu bahis, oradan tekrar gözden geçirildikten sonra okunursa daha faydalı olur, ka­naatindeyim.
Konuyu burada bir başka açıdan ele alacağız : Bir yakınımızın veya yeni tanışacağımız birisinin ailecek yatı için misafirliğe geleceğini duyunca elimiz ayağımız biribirine dolaşıyor ne yapacağımızı şaşırı­yoruz. Alıyor bizi bir endişe ve basıyoruz üzüntü ile feryadı:                           
«— Eyvah! Ayşe'ler yatıya geleceklermiş.»
Sanki misafirler ev sahibini    evlerinden çıkarıp atacaklarmış gibi bir telâş.
- Ne oldu bize? Biz, müslüman bir toplum idik. Müslüman bir millet idik. Misafirperverdik. Misafir­hanelerimiz, en küçük köyde, en mütevazi bir evde bile vardı. Ve onun girişi ayrı olurdu. Misafir içeriye teklifsizce girer, sonra duvarı taklatır; yani, misafiri­niz geldi haberiniz ola demek isterdi. Sonra ev sahibi misafirleriyle ilgilenirdi.
Şimdi, evlerimizi Frenk kazığı diyebileceğimiz şu koltuklar, vitrinler, gardıroplar... işgal ettiğinden be­ri evlerimizde misafire yer kalmadı. Bu kazıklar bize batıdan geldi. Geldi de ne oldu? Bizi biz yapan özellik­lerimizi yıktı attı.
Ecdadımızın evleri çok pratik idi. O evlerde dolap­lar gömmeydi. Misafir odalarında banyo olarak kul_ lanılan dolap-yüklükvari yerler vardı. Bunların için­de ibrikler de vardı. Misafir ihtiyaç hissederse bura­da o ihtiyacı görür ev sahibinin haberi bile olmazdı. O evlerde haremlik selâmlık noksansız uygulanırdı.. Herşey müslümanca idi.
Ya şimdi öyle mi? Nerede o rahatlık, nerede şim­diki telâş? Mukayesesi bile çok zor. Şimdi eve dol­durulan eşyalar evi işgal edince bir karı-koca çocuk­larıyla misafirliğe gelse ev sahiplerini bir telâş alıyor. Halbuki eski sisteme bakarsak oda kenarlarında min­derler çepeçevre, bu minderler enli olurdu. İkisi yan-; yana getirildiğinde yatak olurdu. Bunlar misafir ge­lince çarşaflanır hemen bir yatacak yer olurdu. Şimdi bu batılı işgal orduları geldi evi işgal etti. Sonra biz de misafir ağırlamaktan korkar hale geldik. Bırakın misafirleri de kendi çocuğumuz, kızımız, torunumuz, damadımız, kardeşimiz geliyor, onlar için bile endişe-ediyoruz. Halbuki evlerimizdeki şu işgalci gibi görü­nen eşyaları atıversek evimiz de biz de şöyle bir nefes almış olacağız. Sonra da daracık görünen odalarımız büyük büyük evler olduğu ortaya çıkacak. Bunu ge­ciktirmeden hemen yapmak lâzım.
Türk toplumu, emperyalist batının kültür istilâsı­na uğramış bir toplumdur. Yeni nesiller hep bu ya­bancı kültürün tesiri altında büyümektedirler. Onun için zamanımızda giyimden evin dekoruna varıncaya kadar batı kültürünün gerekli gördüğü tarz benimsenmistir. Batıda misafirlik denilen güzel haslet yoktur. Onlara göre birine ikramda bulunmak enayilik gibi bir şeydir. Adamlar babasına bile ikramda bulunmaz­lar. Bunlarda insanlık diye bir şey yoktur. İşte bun­ların iğrenç hayat tarzı çeşitli usullerle bizim toplu­mumuza enjekte edildi. Maarif, televizyon, radyo ve gazeteler bunun için halâ kullanılmaktadır, maale_ sef...
Oysa biz misafirperver bir millet idik. Misafirper­verlik ecdadımızın dünyaca takdir edilen güzel has­letlerinden idi. Misafire ikram müslümanm en büyük zevklerinden olmalıdır. Unutmayalım, dünya bir mi­safirhanedir. Misafire hürmet ve ikram dinen vacib-tir. Biz inanırız ki, misafir rızkı ile birlikte gelir ve ev sahibinin günahlarının bağışlanmasına vesile olarak gider. Peygamber (s.a.v.)  Efendimiz de:
«Misafir istemeyen kimsede hayır yoktur» [95] bu_ yurmuştur. Müslümanlar olarak hayır yollarını bul­mak ve onlarla hayırlı olmak zorundayız.
Hasılı, «Eyvah yatıya geleceklermiş» diye misafir­leri işgal ordulan gibi kabul etmek müslümanlığımız-la bağdaşmaz. Misafir korkusu batının iğrenç bir has­talığıdır. Bizler «misafirin gelmediği evde bereket yok­tur» inancını telkin eden dinin mensuplarıyız, elham­dülillah... Artık hanemizi ve hayatımızı bereketlen­dirmenin sebeplerini bulup onlarla yaşıyahm... [96]

371 — «Salla Başı-Al Maaşı.»


• Herşeyden önce kafalara şu gerçeği yerleştir­mek lâzım: Müslümanlık olmayınca insanların müs-lüman olması işin neticesini pek değiştirmez. Çünkü, müslümanlık olmayınca cemiyeti batıl ideolojiler ağ gibi sararak hastalık mikroplarını toplumun bünye­sine zerkeder. Toplumda batıl ideolojilerin sebep ol­duğu hastalıklara yakalanmıyan, istisnaları olmakla birlikte, hemen hemen hiçbir fert kalmaz. Haram -helâl ayırt etmemek çağımız insanlarının en büyük hastalıklarından biridir.
Cemiyet hayatımızın yamuk-yumuk olmasının se_ beplerinin başında haram-helâl hudutlarının çiğnen­miş olması gelmektedir. Haramda hayır olmadığı gi­bi onunla iştigal edenlerde de hayır olmaz. Çağımızın insanları bu gerçeğin en açık misalidir.
İnsanların söz ve fiilleri insanı kanaat sahibi ya­par. Karşınızdakinin sözleri ve fiili size o kişi hakkın­da notu verdirir.
İşte size çok söylenilen bir söz:
«Salla başı - al maaşı.» Ne demek bu? Bu söz bu toplumun ne derece asalak, vurdumduymaz, inancı ve ameli bozuk, helâl haram tanımıyan insanlardan mey­dana geldiğinin aynasıdır. Bu sözle «Sen çıkarma bak.
Din-imân, ar-hayâ, namus-şeref gibi şeyler menfaat söz konusu olduğu zaman hesaba katılmaz. Sen kese­ni doldurmaya bak. Gerektiği zaman çok şeyi görmez­likten gelmesini bil. Vazifeymiş, görevmiş, senin üze­rine gerekliymiş aldırma bunlara, gününü gün etme­ye bak. Hem dünyada tek doğru olan birtek sen mi kaldın. Sen mi düzelteceksin...» fikri insanların kafa­sına yerleştirilmiştir, maalesef. Bizim inancımızda böyle bir söze ve yaşantıya kesinlikle yer yoktur. Böy­le düşünenler ve yaşıyanlar durumları, makam ve mevkileri ne olursa olsun kâfir sıfatıyla yaşıyorlar de­mektir. Küfrün akıbeti ilâ cehennemi zümeradır.
Hasılı «salla başı - al maaşı» sözü ve felsefesi mü'-minin yaşantısında yoktur. Bu, küfür felsefesi ve sı­fatıdır. Mü'minlerin ölçüsü Kur'an ve Sünnettir. Bu­na uymayan her şey merduttur. [97]

372 — «Aman Biribirimizi Sevelims Kaynaşan Bir Toplum Olalım.»


• «Amc.n biribirimizi sevelim; kaynaşan bir top­lum olalım» sözü çok yerinde ve doğru bir sözdür. An­cak, bu insanlar biribirlerini neyle sevecek? Nasıl kay­naşacak?
Bir defa toplumda denge unsuru yok. Bâtıl ideolo­jiler insanlar arasında korkunç uçurumlar açmıştır. Denge olarak vahyedilen İslâm hep gözlerden kaçırıl­makta, gönüllere girmemesi için bütün tedbirler alın­maktadır. Egemen güçler sömürü hortumlarını elden kaçırmamak için göz kırpmadan herşeyi yapabilmek­tedirler,
Bir tarafta büyük mahrumlar zümresi öbür taraf. ta da büyük saltanat süren zümreler. Hergün serveti­ne servet katan, meşru, gayr-i meşru tammıyanlar. Diğer taraftan inim inim inliyen insanlar. Nasıl kay-naşak bunlar? Kaynaşamazlar, mümkün değil. Çünkü insanın yaratılışı buna müsait değildir. Bir tarafta gü­lenler, öbür tarafta ağlayanlar. Sonra bunlar kucak-laşsınlar. Bunlar olmayacak şeyler.
Geçmişe baktığımızda ecdadımızın ve ümmetin bi-ribirlerine o derece yaklaştıklarını, kucaklaştıklarını ve kaynaştıklarını görüyoruz. Neydi onları biribirine kaynaştıran? Şüphesiz ki, İslâm. Yaşanan İslâm. Onlar İslâm'ı inandıkları gibi yaşıyorlardı. Ve neticeye ula­şıyorlardı. Bizdeki İslâm anlayışı faıntazi. Onun için neticeyi elde edemiyoruz. Onlar, yaşadıkları için bu­nun zevkini alıyorlardı. Meselâ; yetimi, öksüzü, ihti­yaç sahibini ve çeyiz yüzünden gelin olamıyan kızın ihtiyaçlarını imkânları yerinde olanlar anında gideri-yorlardı. Yaraları anında sarıyorlardı. Kimse varlı­ğından dolayı gururlanmıyor, yokluğuna da yerinmi­yordu. O zaman tabiiki kaynaşma gerçekleşiyordu.
İnsanlar arasındaki kaynaşmayı sağlıyan tek ni­zam İslâm'dır. Bugünkü sıkıntıların temelinde İslâm', dan uzak yaşantı tarzı vardır; yani müslümanlığın yokluğudur. Bu olmayınca insanlara ölümü, ahireti, öldükten sonra dirilmeyi dünya hayatının hesabının sorulacağım nasıl anlatacaksınız? Anlatamazsınız. Ni­tekim anlatamıyorsunuz, hem de anlamıyorsunuz. O zaman adam diyor ki:
— Ne tüketirsem, ne zevk-ü sefa sürersem yanı­ma kalacak. Bir daha mı gelecem bu dünyaya. Ne ya­parsam yanıma kâr kalacak...»
Bu insan, öbür tarafta, ahirette tadılacak zevki, inancı taşımadığı için veya buna gereği gibi inanma­dığından dolayı varını yoğunu burada heder etmeğe çalışıyor. Kimseyi düşünemiyor. Bu, cemiyet için Kor­kunç uçurumlara sebep oluyor. Şimdi bu toplumda in­sanlar nasıl kaynaşacaklar?
Osmanlının yaşadığı İstanbul, Kenya, Bursa, Er­zurum gibi şehirlere baktığımızda yol kenarlarında gördüğümüz, bir kısmının farkında bile olamadığımız sebillerden, terkos suyu değil bal şerbeti, gül şerbeti dağıtılırmış. İnsan bunu tanımadığı insanlara hiçbir menfaat gözetmeden dağıtırken ne ister ki? İşte ahiret endişesi onu kazanmak istiyor; dünya da ahire-tin tarlası çünkü. Burada yatırını yapıyor ki, orada kazançlı çıksın. Onun için ne yapıp edip insanları ahi-rete, öldükten sonra dirilmeye inandıralım. Bu inan­cın hakim olduğu nizama sarılalım. Müslüman olma­nın zevkine erebilmek için müslümanlığa talip olalım.. Bu olmazsa birlik, beraberlik, kaynaşmak... bunlar pa­lavradan öteye geçmez.
Hasılı, biribirimizi sevebilmemiz, kaynaşmamız, is_ tikrarlı ve mutlu insanların kenetlendiği bir toplum olabilmemiz için tek çare müslümanlığa sarılmamız gerekmektedir. Dünyada dengeli bir hayat yaşama­nın tek çaresi budur. Başka yolları denemek boşuna­dır. Palavralara da aldanmamak lâzım. Meselenin öze­ti budur. [98]

373 — «Hayatta Bir I>Efa Oluyor, İstediği Gibi Olsun.»


 Çocuklarını evlendiren ana-babalardan çok duyarsınız :
«— Hayatta bir defa oluyor, istediği gibi olsun» derler. Kimin istediği gibi olacakmış? Allah (c.c.)'nün istediği gibi değil, şeytanın emrine girmiş nefsin iste­diği gibi olacakmış. İnsan düğünü bir defa yapıyor­muş. Çocuk, sünneti (hitanı) bir defa oluyormuş. Bun­lar onun veya ebeveyninin şeytani arzuları doğrul­tusunda olacakmış. Kimsenin hevesi kusrağmda kal-mıyacakmış. Düğünler, düğün salonlarında kadm-er-kek karışık-kuruşuk, kadınlar cıbıldacik, kadehler ta-kur tukur, caz-cuz havalan içinde olacakmış. Bir de­fa olacakmış ya fetva da hazır işkembe-i kübrada: «Bir defacıkla günah olmaz, Allah affeder» miş. Böy­le derler mendeburlar. Bütün felâketlerin bir defa ile başladığını kim inkâr edebilir?
Bu davranışta günahı küçük görme ve inkâr var­dır. Günahın günahhğını inkar küfürdür. Günahı hoş .görmek de küfürdür. Adam «bir defa ile birşey olmaz, günah da değildir» diyerek günahın günahlığmı inkar ediyor. Görenler de «Ne de güzel düğün yaptı, işte böyle olacak» diyerek günahları iyi ve hoş görüyor­lar. İkisinin de sonu felâket.
Müslümanm hayatı İslâm'ın hakim olduğu hayat­tır. İslâm açık-saçık güaah işleyerek evlenmeye hiç. bir zaman müsade etmez. Günahın biri ikisi hariç di­ye bir kayıt da yoktur. Eskiler «Namus kibrit gibidir, bir defa yaktın mı artık işe yaramaz,» demişler. Bak bir defa işi nerelere kadar götürüyor.
Günaha sebep olmak kadar daha başka bir adilik düşünülemez: Çünkü güaah, günah işlemelere vesi­le olur. Bir misal verelim:
Biri oğlunu sünnet ettiriyor veya evlendiriyor. Bu işin merasimini dinimizin yasakladığı fiilleri işleyerek yapıyor: Çıplaklık, içki, kadın-erkek bir arada çaz-cuz vesaire ile.
Şimdi bu merasim mevzu  diliyor bir mecliste.
Deniyor ki:
«— Falanca bu işi yapamadı. Hem hacı, hem içki, dans, hem kadın-erkek karışık; olmaz öyle şey.»
Bir başkası hemen, karşılık veriyor: «— Ne yapsın yani. İnsan çocuğunun mürevveti-ni görmesin mi? Bu hayatta bir defa olur. Bir daha yapacak değil ya. Olsun iyi oldu. Benim çocuğum ol­sun, ben cndan daha ihtişamlısını yapanm. Mürüvvet bu.»
îşte adamın hâli ortada. Günahı küçük görüyor. Günaha özeniyor. Günaha iyi diyor, yani onu beğe­niyor. Bu adamın akıbeti yürekler acısı.
BirinJa gördüğü veya işlediği günahları anlatma­sı son derece korkunçtur. Çünkü bunda etrafındaki-leri günaha özendirme söz konusudur. Bu da yasaktır.
Zamanımız insanlarının hastalıklarından biri de günahtan korkmamak cnu hiç görmektir. Oysa günâh cehennem ateşidir. İnsanın yanması demektir. Günah :
«Allah (c.c.)'nün emirlerine aykırı olarak görülen iş» manasınadır. [99]
Peygamber  (s.a.v.) Efendimiz:
«Bir kul günaha düşmekten korkarak günah ol­mayan şeylerden sakınmadıkça muttekiler derecesine çıkamaz.» [100] buyurmuştur.
İnsan dişi ağrıdığı zaman doktora gidiyor. O ağ­rıyı durdurmanın çarelerini arıyor. Niye? Çünkü o ağ­rı kendisini rahatsız ediyor. Ne yazık ki bu insan za­man zaman düştüğü küfür acısını duymuyor. İnsanın dünya ve ahiretini yıkan küfür acısını kimse enteres bile etmiyor. Niçin? Çünkü, günahlar şarap gibidir. İş-îenüdiği takdirde insanı serhoş eder, İnsanımız da gü­nah şarabıyla serhoş olmuş dostunu düşmanını dahi ayırt edemiyecek durumda. Böyle olmasaydı, günah meclislerinde ister davetli olsun ister olmasın kesin­likle bulunmazdı. Bulunuyor ve günahlara aldırış bile etmiyor. Bu işin sonu nereye varacak bakalım.
Hasılı «Hayatta bir defa oluyor, istediği gibi olsun» diyerek günah işlemek ve bir kısım insanların günaha girmelerine vesile olmak adiliktir, hem de en deni adi­liktir. Bu ise müslümana yakışmayan bir tavırdır. [101]

374 — «İyi Geceler Veya İyi Günler.»


• Dinimizde «Dua mü'minin silahı» olduğu ha­ber verilmiştir. İslâm'da dua bir ibâdet çeşididir., [102] Böyle olunca bunun âdâbı-erkânı olur. Yoluna yorda­mına âdabına erkanına uygun olmıyan hiçbir şeyin neticesi de iyi olmaz. İnsana istenilen randımanı ver­mez.
Asrımızda herşeyle birlikte insanlar da naylon-laştı. Herşey yapmacık oldu. Sun'i, zevksiz yaşantı, söz ve hareketler kimseye bir fayda sağlamıyor ar_ tık. Bakıyorsunuz adam tamamen yapmacık bir eda içinde diğer birine:
— İyi geceler, iyi günler, iyi işler, iyi çalışmalar diyerek sun'i bir görünüm sergiliyor. Sanki bu sözün altında bir menfaat gizlenmiş gibi. Öyle ki, «iyi gün­ler» lâfzı görülmüş veya görülmesi beklenen bir men­faat için sarfedüiyor gibi bir şey.
Dilek ve temennilerde «iyi» kelimesi çok yavan ve
muallakta kalmaktadır. Onun yerine daha şümullü, daha yerinde ve daha ihtişamlı olan «hayır» kelimesi vardır. Bizim inanç sistemimizde hep bu kelime kullamlmıştır. «İyi» başka «hayır» başkadır. Dünya dil­lerini araştırırsak hakikaten çok az dilde var «hayır» kelimesi. Bu, şümullü az bulunur bir kelimedir.
«İyi» kelimesi herhalde bize batı dillerinden ter­cüme ile girdi. «Good evening» den başladı, «Good moorning» ( = iyi sabahlar, iyi öğleden sonralar, iyi işler) hep iyiden gidiyor. Halbuki «Hayırlı işler, hayır­lı sabahlar,» daha eski tâbirle «Sabah-ı şerifleriniz ha­yırlı olsun...» ifadeleri derin mânâlar ifade ediyor. Ümmet eskiden hep bunları kullanırdı. Tabii bunlar çok şümullü bir dua olmuş oluyor. Bunlar bu insan-, lara unutturuldu. Unutmayanlar gericilik damgası ye­mek korkusuyla bu ifadeleri kullanmaktan çekinir ol­du. Öz uzuvlardan feragat etmek, taviz vermek ne adice alçaklıktır, ah bu bir bilinse...
Bir de «Günaydın» kelimesi var ortalarda. İyice yerleştirdiler aramıza. Daha ilkokula giden çocuk sa­bahleyin okulunda öğretmeniyle karşılaştığında he­men «Günaydın öğretmenim» diyor. Öğreticisi de aynı karşılığı veriyor. Öğretmen sınıfa girince «Günaydın çocuklar» diyor. Memuru, hizmetlisi amirini sabahle-yia karşılarken «Günaydın Efendim» diyerek karşılı­yor. «Selâmünaleyküm» demek Islâmi olduğu için «müslümamm» diyenlerce bile kaba ve nahoş kabul ediliyor. Maalesef karşılaşınca ve ayrılırken söylemek için kabul görmüyor. Bu derece alçaklaştı insanlar iş­te. Yazık hem. de çok yazık.
Bir de «Başarılar» diyorlar. «Şifalar olsun» diyor­lar. «Muvaffakiyetler» diyorlar. «Rastgele» diyorlar. Kullanılan bu kelimeler boşluğu doldurmuyor. Niçin? Çünkü, arada materyalist bir hava esiyor. «Başarılar» deyince nereden gelecek bu başarı? İlhamla yada ça­lışmakla mı gelecek? Hayır? Çünkü, çalışmak kesin başarı getirmiyor.    Öyle durumlar oluyor ki, insan, çok iyi bildiği arkadaşının ismini bile unutabiliyor. Allah'ın, insan hafızasına kumanda etmesi diye bir hadise var. İşte oraya müracaat etmek gerekir. Allah (c.c.)'dan yardım dilemek, muvaffakiyet dilemek:
Allah muvaffak etsin.
Allah işinizi rast getirsin.
Allah yardımcınız olsun.
llah rahatlık versin.
Allah şifa versin...
demek lâzım. Bunlar birer duâ cümlesidir. İstenilen şey için makama müracaat etmek gerekir. «Allah muvaffak etsin» dediğimiz zaman, bilhassa yeni nesle söylediğimiz zaman, tabii muvaffakiyetin Allah (c.c.) ile irtibatı kuruluyor. «Başarılar» denildiği zaman, ço­cuk, başarıyı oturup onikiye kadar bire kadar dersi ezberler şekilde kendini perişan etmeye bağlı, yor ve sonunda da mühim mesajdan mahrum oluyor. Neticede karşımıza edeb, haya bilmez din-imân tanı­maz kimseler çıkıyor.
Hasılı, mü'minler konuşurken, yazarken kullana­cakları kelimeleri çok yerinde kullanmak zorundadır­lar. Ancak, başarı ve hayırlı neticelere böylece ulaş­mak mümkündür. Yoksa bize uygun düşmeyen söz ve davranışlara mübtelâ olmak aşağılıkların aşağılığına talib olmak demektir. [103]

375 — «İyî Yolculuklar.


© Her şeyde olduğu gibi, yolculuk yapmanın da kendine mahsus âdâbları vardır. Yola çıkmanın âda­bı bilinmezse salim yolculuk, da olmaz. Tabii, yolcu­luktan dönmenin de bir âdabı olması gerekir.
Yolcuların dualarının kabul olunacağına dair Ha -dis-i Şeriflerde müjdeler vardır.[104]
Yolculuğa çıkarken helâlleşmek ve dualaşmak yolculuk âdâblarmdandır. Ancak zamanımızda dua-laşmalar bir takım acaib söz ve davranışlara dönüştü. Mânâsız, hıristiyanlıktan geçme hâl, hareket ve ifâde­ler insanlarımız arasında maalesef salgın moda halin­de yayıldı. Öyleki herkes hiç de hoş olmıyan davranış­larda yarışır hâle geldi. Hele bir bakın: Adam yolcu­luğa çıkıyor. Gördükleri kendisine :
«İyi yolculuklar» diyorlar.
Bazıları da yolcu ettiklerine, ellerini kaldırıp sağa sola sallıyarak:  
«—• Bay bay» diye gönderiyorlar.
Fesübhanallah! Ne biçim mahluk bunlar. «Bay bay da ne demek? Bu gâvur adeti şimdilerde çok yay­gınlaştı. Öyle ki, çocuklara zamanın ana-babaları Allah (aç.) kelâmını öğretmeden «bay bay kelimesini öğ­retiyor.
«— Bak yavrum dayın gidiyor. Hadi ona bay bay yap» diye el sallatmayan ve söz söyletmeyen kaç ana -babaya rastlayabilirsiniz? Belkide hiç rastlıyamazsınız. Nerede bizim dualarımız duâlaşmalarımız. Allah (c.c)., bize firaset ihsan etsin.
«îyi yolculuklar» sözü de yavan. Tuzsuz çorbaya benziyor. «Hayırlı yolculuklar Allah (c.c.) yolunu açık işini rast getirsin. Hayırlısıyla gidip-gelmek nasib et­sin. Allah (c.c.) belâlardan ve afetlerden muhafaza buyursun...» demek lâzım.
«îyi» kelimesi hiçbir zaman «hayır» kelimesinin yerini tutmaz. «Hayır» kelimesi çok şümullü bir duâ lafzıdır. Bunu çok kullanmak lâzım.
Yeri gelmişken şu hususa da değinmiş olalım:
Yolculukla ilgili malumatı öğrenmek kadın-erkek herkese şarttır. Çünkü herkes ömründe çok defa uzun -kısa mesafelerde yolculuk yapar. Bunun yapılma usû­lü bilinmezse tamiri, imkânsız hatalar yapılabilir. Onun için bunun bilinmesi gerekir.
Eskiden ümmet yolculuğa çıkmadan eş-dost ve akrabalarla vedalaşırlarmış. Bir de sadaka verilirmiş. İslâm'da hep fakirleri kollama vardır. Aynı zamanda bu bir ibâdet çeşididir. Çeşitli vesilelerle fakirler hiçbir zaman muhtaç bırakılmaz. Eskiden fakirlerin gözü de tokmuş. Üç-beş günlük ihtiyacı karşılanan ben fakir değilim; daha ihtiyaçlı olanına ver diye verileni bile kabul etmezlermiş. Gözü ve kalbi tok olan bir cemaat-miş ecdadımız. Onun için Osmanlılar, yolculuk yapa­cakların sevabını sağlamak ve insanlardaki vermek duygusunu köreltmemek için şehirlerde mahalle ara­larına sadaka taşları koymuşlar. Bu taşların içleri oyuk imiş. Yolculuğa çıkanlar    «yolculuğumun selâmetle geçmesine vesile olsun» diye bu taşların içine sadaka bırakıp çıkarlarmış. İhtiyaç sahibi gelecek bu taşm içinden ihtiyacı kadarını alacak ve bırakan için duâ edecek. Bu sadaka taşlarından sadece İstanbul'­da yüz adedin üstünde olduğu tesbit edilmiştir. Tabii, şimdi bu ibâdet de o taşlar da kalmadı.
Şimdi de aynı şeyleri yapabiliriz. Lakin açıkta bı­rakamayız sadakamızı. Eskilerin sadakalarını bıraktı­ğı içi oyuk, kilidi olmayan açık taşlarmış. Şimdi o taşı zaten taş olarak yürütürler. İçindeki çoktan gider de; burada canlısına bir fakire, «yolculuğumun selâmetle geçmesine vesile olsun» düşüncesiyle verebiliriz ve ver­memiz de gerekir.
Hasılı, İslâm'ın kural ve kurumlarını müslüman-lar olarak yaşamak ve yaşatmak müslüman olmamı­zın şartlarmdandır. Yoksa küfrün elinde oyuncak, çizmesi altında leş gibi ezilmeye mahkum oluruz, Al­lah (c.c.) korusun...
«Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır, Ne selâm vermeyi bilir hayvan, ne de versen alır.
M. Akif Ersoy[105]

376 — «Bay Bay...»


® Kur'an ve Sünnette selamlaşmanın, kelime, cümle, şekil ve adablan üzerinde durulmuştur. Pey­gamber (s.a.v.) Efendimiz Önder ve Örnek olarak bu koauda da bizlere rehber olmuştur. [106]
Selâm, Cenab-ı Hakk'm güzel i simlerinden dir. Ay­nı zamanda Cennet ehlinin biribirlerine duası ve ik­ramıdır. Dünyada mü'minlerin parolasıdır. Bu bakım_ dan, selamlaşmanın müslümanlar arasında büyük de­ğeri vardır. Biz müslümanlar, dünyanın neresinde olursak olalım biribirimizi «Selâmünaleyküm» parola­sıyla bilip tanırız. Zira, selâm mü'mini münafık ve kâfirden ayıran büyük bir alâmet, büyük bir duâ ay­rıca Allah ve Rasülünün emridir. Bu, mü'minlere Al­lah (c.c.)'nün lütfudur.
Müslümanca selâmlaşmak, dinimizin esası, Mu-hammed (s.a.v.) ümmetinin şiarı müslümanların açıkça alâmetidir. İslâm'ın sınırlarını çizdiği selam­laşma kıyamete kadar müsîümanlarm parolası olarak kalacaktır.
Hangi dil, renk, iklim ve bölgeden olursa olsun iki mü'min karşılaştıklarında:
— Selâmünaleyküm verahmetullah
— Ve Aleykümüsselâm verahmetuMahi vebera-katüh... dediklerinde:
«Bizler dilimiz, rengimiz, iklimimiz, sosyal ve kül­türel yapımız ne olursa olsun din kardeşiyiz, İsîâm milletindeniz..' Allah'ımızın emrettiği mânâda biribiri-mizi seviyoruz...» demiş oluyorlar...
Müslümanların selamlaşma merasimleri, dünya-Jiın hiçbir yerinde görülmemiştir. Sınır taşlarıyla ayrı­lan toplumların içinden çıkan bazı tâbir ve hareketler İslâm'ın hayata ait koyduğu selamlaşmanın yerini alamaz. Fransızların «Bonjour - bonsoir» kelimeleri, bizdeki batıcıların «Günaydın - Tünaydın - Merhaba» kelimeleri ve bunlara ilâveten yapılan baş eğmeler, bel bükmeler, kasket çıkarmalar, el kaldırmalar İslâm'. m emrettiği selâmın derin gayesini yerine getiremez­ler ve selâm hükmünde de değildirler.
Selâmün aleyküm ifadesinia dışındaki söz ve hare­ketler samimiyetsiz ve yapmacıktır. Yapmacık söz ve davranışların muhabbet tesiri yoktur.
Uydurma söz ve fiillerin moda haline getirildiği bir zamanda yaşıyoruz. Öyle bir ortama getirilmişiz ki, biz müslümaalarm hiçbir zaman değişmiyeceği pa-rolarımız selâmı unutturup yerine kısır ifadeli, sami­miyetten uzak kelimelerle ve bir takım maymunvari hareketlerle getirilmek isteniyor. Oysa selâm, muhab­beti artırma ve tanışma vesilesi olaa bir duadır. Biz Tnüslümanlar her hususta olduğu gibi bu konuda da müteyakkız olmak mecburiyetindeyiz.
Son yıllarda selamlaşmanın yerine bir de «BAY BAY» diye birşey yerleştirilmek isteniyor. Herkesin ağzında «bay bay» kelimesi var. Yeni konuşmaya baş-lıyan hatta konuşamıyan emekleyemiyen çocuklara dahi «.bay bay»lı selamlaşmalar öğretiliyor. Oğlundan, kardeşinden, arkadaşından ayrılanlar ayrıldıklarını vasıtaya bindirip gönderirken de gönderdiklerine el­lerini havaya kaldırıp sallıyarak «bay bay» ederek gönderiyorlar. Bu ne terbiyesizliktir. Böyle basiretsiz ana-babalardan, eğiticilerden Allah (c.c.) Ümmet-i Muhammedi korusun ve kurtarsın...
İslâm'da selâm'm. nasıl verilip alınacağına Nisa sûresi âyet: 86'da işaret edilmiş ve selâmın nasıl ve­rileceği, alınacağı açıklanmıştır.  Şöyle ki,  birisi:
— Esselâmü aleyküm ve Rahmetullah, diye selâm verse bunu daha güzeliyle alacak olan kişi:
—  Ve aleyküm'us-Selâm ve Rahmetullahi ve Be-rakâtüh, diye karşılık verir. [107]
«Yürüyen oturana, binekteki yürüyene, küçük bü­yüğe, az grup çok gruba selâm verecektir.» [108]
©   Zikir ile meşgul olanlara,
•    Kur'an-ı Kerim okuyanlara, ®    Ezan okuyanlara,
®   Fikri çalışma yapanlara,
®   Namaz kılanlara,
©   Hamamda yıkananlara,
•    Ders esnasında hocaya ve öğrencilere, ©   Yemek yiyenlere, [109]
@   Helada bulunanlara,
#    îçki içenlere,
0   Kumar aletleriyle meşgul olanlara,
#    Herhangi bir haramı işleyenlere, &   Gayr-i rnüslimlere,
®    Şarkı ve türkü söyliyenlere,
#    Çıplak vaziyette dolaşanlara, selâm vermek caiz değildir.  [110]
Evlerinde insan bulunmayan kimseler evlerine gi_ rince:
«— Esselâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-Salihiyn...» diye selâm vermelidirler. Böyle yapıldığı takdirde o eve bereketin gireceği bildirilmiştir. Çünkü ev de me­lekler ve cinlerin salihleri vardır. Ancak, melekler ve cinlerin salihleri şarap, put, boyboy resim, köpek ve ailesini boşadıgı halde evinde tutanların evlerinde bu­lunmazlar; buralara girince selâm da verilmez.
Yalınız elle ve işaretle de selâm verilmez. Selâm telaffuz edilir el ile de işaret edilirse bunda bir beis yoktur. Uzaktakine de selâm verilip işaretle bu selâm duyurulur. Peygamber  (s.a.v.)  Efendimiz:
«Yahudilerin selâm verişi gibi selâm vermeyiniz. Onların selâmı başlarla ve ellerledir.» [111] buyurmuş­tur. Yalınız el ile selâmlaşmak görüldüğü gibi nehye_ dilmiştir.
Rasûl-i Ekrem  (s.a.v.) Efendimiz :
«Siz yahudi ve hıristiyanlara selâm vermeyiniz.[112]
Onlar size selâm verirlerse Ve Aleyküm, deyiniz»  [113] buyurmuştur.
Başkalarına selâm göndermek caizdir. Ancak, aracı olan kişinin gönderilen selâmı tebliğ etmesi vâ-cibtir. Bir misal verelim : Birisi İstanbul'dan Konya'ya gidiyor. Giderken Mehmed ona:
—  Vardığında Ahmed'e selâmımı söyle, dedi. Gi­den kİŞİ :
—  Ve   aleykümüsselâm,   diyerek   selâmı   alacak. Konya'ya varıp Ahmed'i görünce:
—  İstanbul'dan Mehmed'in sana selâmı var, de­yince Ahmed de :
—  Ve aleyke ve aîeyhisselâm [114]  demelidir.  [115] «Selam söyle» diyene «olur söylerim» veya «hıhı»
demek terbiye noksanlığının ifadesidir. Bunları bilmek lâzım.
Selâm göndermenin meşruiyetine ait hadis kitap­larında bir hayli deliller vardır, [116]
Zamanımızda bir kısım müslümanlar selamlaşma­nın sadece ilk karşılaşmada yapılacağını zannediyor­lar. Bu yanlış bir zandır. İki kişi bir araya gelince na­sıl selâmlaşıyorlarsa ayrılırken de aynı şekilde ve ay­nı ifadelerle ayrılmaları gerekir. Böyle yapmakla iki taraf biribirine hayır duâ yapmış olarak ayrılırlar. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz :
Sizden biriniz bir meclise vardığı zaman selâm, versin. Kalkmak istediği zaman da selâm versin. Bi_ rincisi ikincisinden daha faziletli olmadı» [117] buyur­muştur.
Tabarani ve Beyhaki'nin riyâyetlerinde Ebu Hu-zeyfe (r.a.)'den şu haber nakledilir:
Rasûlüllah (s.a.vJ'in ashabından iki kişi bir ara­ya gelip konuştuklarında biri diğerine Asr sûresini okumadan, sonra da biri diğerine selâm vermeden ay­rılmazlardı. [118]
Muaviye Ibni Kurre diyor ki:
— Babam Kurre bana şöyle tenbihte bulundu:
Bir meclisten ayrılırken selâmünaleyküm diye söyle. Çünkü sen., o mecliste olanlara isabet edecek claa hayra iştirak etmiş olursun. Herhangi bir mec­liste oturan insanlar, Allah (c.c.) anılmadan o meclis­ten dağılırlarsa bir merkep leşinden dağılmış gibi sa­yılırlar. [119]
Telefonla konuşulacaksa karşıdaki kişi ile konuş­maya başlamadan önce selâm verilmelidir. Aynı şe­kilde konuşma bitirilip ayrılırken de yine selâm ve­rerek veya verilmiş selâmı alarak telefon kapatılma­lıdır.
Hakeza, mektup da selâm ile başlanıp selâm ile bitirilmelidir.
Bir topluluğa konuşulacaksa konuşmaya başlar­ken selâm ile başlanır. Bu selâm türkçe de olabilir arapca da olabilir.    Ancak selâm ile başlanılmalıdır.
Hani, «Önce selâm, sonra kelâm» demiş atalarımız; de­ğil mi?
Topluluğa hitap ediliyorsa selâmdan sonra bes­mele, Allah'a hamd, Peygamber (s.a.v.) Efendimize-salâvat ile konuşmaya başlanır. Bitirirken de konuş­ma yine selâm ile bitirilir.
Hasılı, bizim inancımızda, âdet ve an'anelerimiz-de elleri yukarıya kaldırıp iki tarafa sallarken «bay bay» diye bir selâm şekli ve ifadesi yoktur. Bu bize batıdan geçmiş bir bid'attir. Çocuklarını böyle bir bicT-at ile yetiştiren zâlim ana-babaların şerrinden ancak. böyleleri ikaz edilmek suretiyle kurtulunabilinir.
«Merhaba» kelimesi de selâm yerine geçmez. An­cak selâmlaştıktan sonra gelen kimseye «merhaba» [120] demek de sünnettir. [121]
Biz müslümanlar dünyanın neresinde olursak ola­lım biribirimizi > «Selâmünaleyküm» parolasıyla bilip tanırız. Bu, bize Allah (c.c.)'nün bir lütfudur... [122]

377 — «...Yolda Yürümesini Bilmiyor.»


• İnsana ilk öğretilecek şeylerden biri de yolda yürüme âdabıdır. Eğer iasan bunu bilmezse Allah fc.c.) korusun birçok tehlikelere maruz kalabilir. Bu tehlikelerin başında güaaha girme tehlikesi vardır.
Asrımızda insanlar günaha karşı o kadar çok ba­ğışıklık kazanmışlar ki. Kimse girdiği günahtan dola­yı titremiyor. «Olsun Allah affeder» diyor. Evet Allah (c.c.) affeder ama, sen affetirmesini bilirsen af edilir­sin. Günah öyle bir belâ ki, insanı cehenneme kadar götürür.
Birisi «falanca yolda yürümesini bilmiyor» de~ eliğinde, hemen aklımıza, bu filancanın yolda yürüme, nin âdâblarım bilmediği gelir. Öğretmesi gerekir­den öğretmeyen, öğrenmesi gerekirken öğrenmiyen kimse kim olursa olsun günah işlemiş olur! Eskiden çocuklara daha ilk mektepte iken, tâ başlangıçta ilk  öğretilen şeylerden biri de yol-da yürüme âdâblan idi. Büyükler küçüklere, öğretmenler öğrencilere, ebe­veynler çocuklarına hep şunu telkin ederlerdi:
«— Aman yavrum! Yolda yürürken vakarınla yü­rü. Yolun sağından git. Sağa-sola bakma; önüne ba­karak yürü. Yüksek sesle konuşma. Kimseyi rahatsız etme...» derlerdi. Eskiden, cemiyetimiz böyle disiplin­li bir cemiyetti.
Yolda yürümenin bir kaidesi vardır. Bu kaidenin kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'de Ce-nab-ı Hakk mü'min kadm ve erkeklere hitaben:
«Ya Muhammed, söyle onlara, gözlerini haram­dan sakınsınlar. Namus ve şereflerine sahip olsun­lar...» [123]  emrini veriyor.
Ne kadar haram, günah ve gayr-i meşruluk var­sa ondası sakınacağız. Sakınmak için de ne olacak? Tabi Önce gözlerimize sahip çıkacağız. Eskilerin «Na­zar ber kadem» dedikleri gibi, yani göz ayak ucunda olacak. Hep etrafa bakarak gitmek terbiyeye aykırı oluyor. Bunu da kaldırmak için «yere bakan yürek yakan» demişler. Tabi uydurma bir şey bu.
Bir de, biribirlerine namahrem olan bir kadın-erkek zorunlu hallerde biribirleriyle konuşurken göz_ lerine bakmıyacaklar. Yine ayak uçlarına bakmaları lâzım. Cenab-ı Hakk insanı öyle yaratmış ki, iki yaban­cı cins biribirlerinin gözlerine baktıkları zaman öyle haller zuhur ediyor ki... Erkeklerin gözlerinden gü­neşteki alfa, beta ve gama şuaları çıkıyor. Erkek ya­bancı kadının gözüne baktığında hatta yabancı kadı­nın açılması haram olan yerlerine baktığında bu ışın­lar kadının vücudunda, korkunç tahribata sebep olu­yor. Bizde 25-30 yaşma gelmiş açık-saçık kadınların vücutları porsumuş, sarkmış ve yüzlerinin de hayli buruşmuş olduğunu, bunları kapatmak için ruj mal­zemelerini aşırı derece kullandıklarını görürüz. Se­bep budur işte. O alfa, beta ve gama denilen kuvvetli ışınları Allah (c.c.) güneşe ve bir de erkeklerin gözle­rine vermiş.
Ama aralarında nikah bağı olanlar için durum farklı. O zaman nikah o ışınların nûr olmasına sebep oluyor. Kocanın hanımına, hanımın da kocasının göz­lerine bakması rahmet oluyor. Peygamber (s.a.vJ Efendimizin hanımlara kocalarının gözlerine bakma­sını tavsiye ettiği malumdur.
Nitekim bir öğüdünde: Kızım kocanın gözlerine bak» buyurmuş. Hikmeti şu : Zikrettiğimiz ışınlar he­lâlin ile karı-kocalıkta çok yararlı imiş. Haramda bu ışınlar her iki cinsi de dengesizleştiriyormuş. Helâlin gözlerine bakmakta rahmet vardır. Tabi herkes dine bağlılığı derecesinde rahmetten faydalanabiliyor.
Zamanımızda, konuşurken kim olursa olsun göz­lerine bakmamayı görgüsüzlük sayıyorlar. Din ne der­se aksini yapmak, aksini propaganda etmek kalblerin-de hastalık bulunanların en çok teşebbüs ettikleri yol. Onların oltasına takılmamak lâzım. Dine aykırı olan herşey görgüsüzlüktür, edebsizliktir, adiliktir. Bunu böyle kabul etmek lâzım.
Hz. Peygamber  (s.a.v.)   Efendimizin : «Gözlerin zinası; mahremi olmıyan kadınlara şeh_ vctlo bakmaktır»  [124]  buyurduğu malumdur. Ebu Âmir İtai Alevan şöyle anlatıyor.-Birgün ihtiyaç dolayısıyla Huhba çarşısına gittim. Gözüm, yüzü açık bir kadına ilişti. Tekrar tekrar bak­tım. Sonra istiğfar ederek evime döndüm. Hanımım bana:
— Ey efendim! Niçin yüzün karardı? dedi.
Aynayı alıp baktım. Gerçekten yüzüm kararmıştı. Kendimi yokladım. Neden böyle oldum diye düşün­düm. O bakışı hatırladım. Derhal bir yere çekildim.
40 gün Allah (c.c.)'den af diledim. Allah'ımın rahme­tine nail oldum.
Bir de biz müslümanlarm babaların ve büyükle­rin, hocaların biraz gerisinden, bir adım değil de bir ayak gerisinden ve solundan yürüme geleneğimiz var. Eskiden böyle yürürlermiş. Tabi bu bir hürmet ifade­sidir.
Cenab-ı Hakk Nur Sûresinde Peygamber (s.a.v.) Efendimize mü'mine hanımlara iletilmek üzere:
«(Ya Muhammedi Söyle mü'mine hanımlara)... gizledikleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını yere vur­masınlar... (Edeb dairesi içinde yürüsünler.)» [125] bu­yurmuştur.
Bu şu demektir: Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikka­ti çekmesinler. Çünkü bu hâl erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Bu haramdır.
Cahiliyet döneminde [126] kadınlar erkeklerin dik­katini çekmek için ayaklarının bileklerine halhal de­nilen çıngırak sesi gibi bir ses çıkaran ziller takar-larmış. Yürüdükçe onlardan ses çıkarır erkeklerin dikkatlerini çekerlermiş. Allah bunu yasaklamıştır. Lâkin zamanımızın kadınları bu işi başka bir kılığa sokarak yapıyorlar. Ayaklarına giydikleri ayakkabıla­rın altındaki ağaç veya demirler halhal görevi yapı­yor. Yürüdükçe tak tak ediyor. Erkeklere «beri bak beri bak» der gibi bir ses çıkıyor. Bu çok tehlikeli bir sestir. Yolda yürüme adâbma da aykırıdır; hem de ha­ramdır. Böyle yapanlar bundan vaz geçmelidir.
Bir de sokaklarda kadın erkek sarmaş-dolaş dola­şıyorlar. Bunun dört kitapta da yeri yok. Yatak oda­sında yapılabilecekler  sokakta  yapılıyor.  Her  tarafı yangın sarmış. Kimsede ses yok. Herkes bana ne di_ yor. Adam, benim kızım değil ki, diyor. Senin kızın değil belki ama, yangın başlamıştır. Böyle lakayt ka­lırsan yangın senin evini de saracak. Böyle diyenle­rin kızını da yakacak. Yangını söndürmeyenler, sön­dürmek için teşebbüste bulunmayanlar birgün mutla­ka kızlarını torunlarını aynı halkaya ekliyeceklerdir.
Dışarılarda hanımının elinden tutmayı bile edeb_ sizlik kabul eden o şerefli ar-hayâ sahibi insanlara bu cemiyetin öyle ihtiyacı var ki, nasıl anlatalım.
Hasılı, her nerede olursa olsun yürümenin de adâbları vardır. Her şeyde olduğu gibi, her inanmış insan bu edebleri öğrenmeli, öğrendikleriyle de amel etmelidir. Kendilerini keyfemâyeşâ hiçbir kurala bağ­lanmadan yaşama hakkı olduğunu zannedenler mer­kep mizaçlı olanlardır. Oysa insan mahlukatın en mü. kerremi olarak yaratılmıştır. Öyle ise yaratılışa uy­gun bir hayât tarzına sahip olunmalıdır. [127]

378 — «Geçmez Oldu Günlerim, Derdime Yana Yana.»


• İstanbul'dan Ankara'ya yaptığım yolculuklar­dan birinde şoför efendi arabanın teybine bandı sür­dü ve düğmesine basınca bir erkek sesi: «Ararım seni her gün, ismini ana ana» Geçmez oldu günlerim, derdime yana yana.» diye şarkı söylüyordu. Herkes sigarasını yakıp acı acı çekerek yolun akışına düşünceli düşünceli kendini bı­rakıverdi.
Aldı beni bir düşünce :
Şarkılardaki, türkülerdeki aranan şeyin kim oldu­ğunu kendi kendime sordum: Evet aranan kadın; her-gün ismi anılan yine kadın. Dertlerin katmerlenmesi­ne ve günlerin geçmemesine sebep de budur.
Hakk'ı bulamıyanlar şeytanın peşine takılır dün­yaya ve olaylara şeytanca bakarlar. Şeytan, herkesi çirkin yola çekebilmek için hep aldatma, kandırma yolunu seçer. Ona kananlar da dert küpü olur çıkar­lar.
Bu cemiyet öyle bir düzene saplanmış ki, düden gibi bir şey. Dertlerinde boğuyor insanları. Kimseye göz açtırmıyor. Açanları da düzenbazlarıyla sindiri­yor. Bütün haramlar serbest. Serbest de ne kelime dü­zenin imkânlarıyla haramlar teşvik ediliyor. Bunun  için şarkılar, türküler hep haramdan söz ediyor ve insanın derdi bitmiyor.
Bakıyorsunuz : İnsanlar günahlarım yenilemek için sanki gayret ediyorlar. Kendilerine sunulan renk renk, desen desen günahlar. Düzen işlemeli, motifli bohçalar içinde ve açıktan bütün günahları insanımı­za nazik ve kibar biçimde takdim ediyor. Vah benim insanıma vah...
Düzenin kamburu sırtına bindirilmiş insan «Ara­rım seni hergün...» diyerek arasa da dertli, aradığını bulsa da dertli. Çünkü sevilmemesi gerekeni sevmiş, asıl bağlanılacak makamı terk etmiştir. Yani sevdiği­ne Leyla demiş Mevlâ deseydi kurtuluverecekti. Mev­lâ diyemediği için dertleri de bitmiyecek. Çünkü der­din dermanı Mevlâ'dadır. O ne güzel Mevlâ'dır.
Dertli insan sıkıntıdan kurtulmak için şehvete saplanıyor. Şehveti onun kulağına şehvet aşk'mı fı­sıldıyor. İnsan bunu da kendine dert ediniyor. Kul aş­kı, ona başka bir dert oluyor. Aslında onun dert edin­diği aşk, mart kedilerinin aşkı gibi bir şey. Böyle bir aşka mübtelâ olan insan bu defa kedi ile kendi ara­sındaki farkı sezemiyor ve haykırıyor :
«Ararım seni hergün, ismini ana ana.
Geçmez oldu günlerim, derdime yana yana.»
Böyle haykıran insan kendi yaşantısı doğrultusun­da bir dünya oluşturup o dünyasını zikirhane duru­muna getiriyor; zikre başlıyor ve mabudesini zikredi­yor.
Köle düzenler, işte insanların dünyasını böyle ka_ rartıyor ve bu dünyayı herkese zindan ediyorlar. İn­sanlar dert küpü olmuşlar patlıyacakları ânı bekliyorlar. Kurtulacak bir el arıyor herkes. Müslüman eli. Yaşadığı gibi inanan değil, inandığı gibi yaşayan bir müsîüman eli. Nerede o el? Avucuna İslâm iksirini al­mış, insanları hiçbir fark gözetmeden kardeş sayan, insana insanca yaşama, yolunu açan, zinasız, kumar-sız, içkisiz ve hiçbir kötülüğe müsade etmeyen Hakk düzenle gelen, ab-ı hayatla gelen müslümanlarm elle­ri nerede?
Bu yola baş koyduk yiğit müslümanlar! Ehl-i şirk, ehl-i küfür! Ehl-i münafık, ehl-i şehvet, ehl-i kumar­baz, ehli bid'at ve daha nice benzerleri sizin kurtuluş elinizi bekliyor. Kolları sıvayın. İslâm gerçeğini, dalâ­lette kalmış insanlara ulaştırın. Ulaştırın ki, bunlar:
«Ararım seni hergün, ismini ana ana,
Geçmez oldu günlerim, derdime yana yana»' şarkılarında, teselli aramayı bırakıp Kur'an âyetlerin­de hidayeti yakalasınlar. Kula kul olmaya götüren kul aşkından kurtulup,     Allah aşkının zevkini tatsınlar. «Müslümanım»  diyenlerin görevi de budur.
Hasılı, insanlığa kan kusturan batıl düzenlerin şerrinden insanları hak düzene intikal ettirecek yiğit müslümaular çıkıncaya kadar, dünya mutlu insanla­rın yaşantısına sahne olamıyacaktır. Günümüz, İslâm'­ın sunduğu kurtuluşa eremiyen insan enkazlarıyla dopdoludur. Oysa her derdin devası, insanlığın huzu­ru, mutluluğu İSLÂM'dadır. Ah bu bir anlaşüabilse ve de anlatılabilse... [128]

379 _ «Vakit Nakittir.»


•  Kainatı, yalmızca maddi değerlerle ölçenlere «Vakit nakittir». Fakat maddeden daha ilerisine ba­kanlara göre vakit, maddi bir kıymet değil ömürdür. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki: ®    «Geceyi ve gündüzü    takdir eden Allah'tır.» [129]
Herkes şunu bilsin ki, hayat, doğum ile ölüm ara­sında geçen, vakitten ibarettir. Altın biter, elden çıkar.. Ama yeniden elde etme imkânı vardır. Geçen vakit, yaşaaan ömür bir daha geri gelmez. Öyle ise vakit al­tından da, elmastan da ve bütün cevherlerden de kıy­metlidir. Çünkü vakit, hayattır.
Her vakit aynı olmaz. [Başarıya ermek, istediğine kavuşmak için münâsip zamanlar vardır. Vakit, ömür olduğu"için en çok zararlı çıkanlar, tehlikelerle kar­şılaşanlar, vaktin değerini bilmeyen gafillerdir.
Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in dualarında:
• «Ey Rabb'imiz! Sen bizi zorluklara düşmekten »nuhafaza eyle. Ansızın bizim canımızı alma. Bizi ga­fillerden kılma.» diye yalvardığı rivayet edilir.
Hz. Ömer (r.a.J  de:
O «Vakitlerin bereketle dolu olmasını...» hep Al­lah'tan niyaz ederdi.
Kıyamet gününde Allah Cc.c.) kuluna ömrünü ne­rede harcadığını, malını nereden kazandığını nereye sarf ettiğini soracaktır. RasûH Ekrem (s.a.v.) Efendi­miz vaktin değerini şöyle beyan ediyor:
® «Şafakla başlıyan bir gün: Ey Âdemoğlu!.. Ben yeni bir günüm. Yaptığına şahidim. Benden fay­dalan. Çünkü kıyamete kadar daha geri gelmem, der.»
Demek oluyor ki, dünyada vakit çok kıymetlidir.
Şunu da göz ardı edemeyiz: Vakitler fazilet ve bereket bakımından biribirinden farklıdır. Bir saat di­ğerinden daha bereketli, bir gün diğerinden daha üs­tün, bir ay diğerinden daha değerli olabilir. Bu, Al­lah'ın biz mü'minlere bahşettiği yüce bir nimettir. Bu vakitlerde gafletten uzak olalım. Allah (c.c.)'nün lüt-fuyla bize verdiği nefeslerimizi ganimet bilelim. Böy­lece Rabb'ül-Âleminin kabul rüzgarları tecelli etsin.
Mübarek vakitlerde yapılan iyi amellere kat kat sevap verilir. Bu vakitlerde salih kulların dereceleri yükselir. Tevbe kapıları sonuna kadar açılır. Tevbe-leri kabul edilenler bu kapılardan içeri girerler.
Mübarek saatlik, günlük, haftalık ve yıllık vakit­ler âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bizlere bildiril­mektedir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
© «O halde akşama girerken, sabaha ererken Al­lah'ı teşbih edin.»
& «Göklerde ve yerde hamd O'na yaraşır. Gece­leri de, öğleleri de O'nun şanını yüceltin.» [130]
©    «Sabaha ve geceye yemin ederim ki...»[131]
Şüphesiz ki, Allah (c.c.)'nün yemin ettiği vakitler değerli vakitlerdir. Yine Rabb'imiz Hz. İbrahim (a.s.)'a şöyle buyuruyor:
© «Bütün insanlara hacc'ı ilân et...» ®   «Ta ki, kendilerine ait menfaatleri müşahede etsinler.   Belirli   günlerde   Allah'ın   ismini   yâd   et­sinler.» [132]
Diğer bir âyette :
®    «Allah'ı belirli günlerde    zikredin...» [133] buyurulmuştur.
Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimizin vaktin değerini bil­diren ve zamandan istifade etme yolunu öğreten mü­barek hadisleriyle biz mü'minleri aydınlatmış, imân edenlerin iki korku arasında yaşadıklarına işaret bu­yurmuştur.
Bu iki korkudan biri geçmiş günahları için kendi­sine Rabb'inia ne yapacağını bilmeme korkusu; ikin­cisi geriye kalan ömründe Allah'ın nasıl ferman bu­yuracağını bilmeme korkusudur.
Öyle ise kul, vaktini kendisi için değerlendirsin. Dünyasını ahireti için kullansın. İhtiyarlamadan ön­ce gençliğinin kadrini bilsin. Ölmeden önce hayatın değerini bilsin... Gafillerden olmasın. Vaktini gani­met bilsin.
Hasılı, Cenab-ı Hakk bizleri zamanını değerlendi­ren, mübarek vakitlerde ve her zaman ibâdet ve itaata muvaffak olan kullarından eylesin... [134]

380 — «Köpeğime  Hava  Aldıracam.»


Avrupada, evlerde köpek beslemek avrupalı-n:a en büyük özentilerinden biridir. Hemen hemen içinde köpek olmıyan hiçbir ev yoktur.
Avrupalı çocuk yapmıyor. «Onun sıkıntısını çeke­mem» diyor. Sağlam bir aile temeli olmıyan avrupada hakikaten, çocuk ebeveyn için korkunç bir yüktür. Nasıl olsa çocuk büyüyünce aile ocağını terk edecek ana-babasını ana-babasının yaptığı gibi ihtiyarlar yur­duna atacak. Bu, avrupalıyı korkutuyor. Bu korku se­bebiyle köpek sevgisini çocuk sevgisine tercih ediyor. Avrupalının nazarında insanın köpek kadar kıymeti yoktur.
Müslüman bir kadın çocuğuna nasıl şefkat ve mer­hamet kaı.ıatlarını gerer onun için nasıl bir fedakarlık gösterirse, avrupalı da köpeğine karşı aynı hassasi­yeti gösteriyor. Biri çocuğunu hassasiyetle ve şefkat­le giyindiriyor, öbürü de köpeğini aynı duygularla gi­yindiriyor. Avrupalı bu kadar alçaktır, işte.
Avrupadaki köpekcilik hastalığı .maalesef bizim memleketimize de. sirayet etti. Özellikle büyük şehir­lerde çoğunlukta olmakla birlikte sosyetede ve sosye­te özentilerinde, evde köpek beslemek moda oldu. Kö­peklerle beraber yemek yiyenler, aynı odada yatan­lar, onlara elbiseler giydirenler gittikçe de çoğalıyor.
Bir arkadaşım anlattı: Akrabalarından sosyete özentisi biri varmış. Kızını verdiği çocuk ailecek kö_ pekcilermiş. Çorbayı bile köpekleriyle beraber aynı tastan içerlermiş. Akrabası olacak gelin kız anlatmış ona da. Demiş ki:    «Geçenlerde köpek hastalandı da kocam 2 gece başım bekledi. Sonra köpeği öldü. 3 gün ağladı. Ona mezar yaptı. Çok üzüldü.» Benim arkadaş iğrenerek anlatıyordu bunları. İğrenilnıiyecek gibi de değil ki, naklettikleri.
Tabii müslümanların evinde köpek bulunmaz. Çünkü bu dinen kesinlikle caiz değildir.
Evde köpek beslemek, hayatı köpeklerle ortakla­şa geçirmek yani köpekleşmek ne kadar da iğrenç bir şey. İnsan böylelerini gördükçe şu kanaata varıyor:
Evlerinde^ arabalarında, günlük hayatlarında kö­peklere hizmet edenler, onları besleyenler ne bedbaht kimselerdir ki, Allah (c.c.) onları köpeklere hizmet­kâr etmekle cezalandırmaktadır. Bakıyorsunuz, kö­pek nereye giderse onun ipinden tutan da onun arka­sından gidiyor. Bu ne aşağılıktır.
Köpekler, beslendikleri evlerin her yanını dola­şıyor. Kendilerinin yambaşında oturuyor. Üstlerine köpek kokusu sinmiş. Evlerine köpek kokusundan gi­rilmez. Vaziyetlerine bakınca hallerinden iğrenmemek mümkün değil.
Meseleyi İslâmi açıdan değerlendirdiğimizde şu hakikatlerle karşılaşıyoruz:
Ebu Davud Hz. Ali (r.a.)'dan şu Hadis-i Şerifi ri­vayet etmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Şüphesiz içinde köpek, suret ve cünüp bulunan eve melekler girmez.»  [135] buyurdu.
«Birinizin kabına köpek ağzını soktuğu vakit o ka­bin temizliği birincisi toprakla olmak şartıyla onu ye­di defa yıkamasıdır»[136] Hadis-i Şerifi köpeğin necis olduğuna delil sayılmıştır. Köpeğin yaladığı kap da pis sayılmıştır. Hadis sarihlerinden Hattâbi: «Köpe­ğin suyu içtiği dilinin necis olduğu sabit olunca; diğer uzuvlarının da dili hükmünde olduğu anlaşılır. Bina­enaleyh köpeğin bedeninden hangi cüzü bir şeye te­mas ederse onu yıkamak vâcib olur» demektedir.  [137]
İhtiyaç olmaksızın köpek edinmenin caiz olma­dığı hususunda bütün ulema  ittifak etmişlerdir.
Köpek edinmeyi caiz gören ihtiyaçlar şunlardır:
1- Evleri korumak için.
2- Hayvanları korumak için  (çoban köpeği).
3- Avcılık için.
Bu üç şey için köpek edinmek ittifakla caizdir. [138] Köpek kuduz olursa öldürülür. Değilse öldürülme­si caiz değildir. Bu hususta köpeğin faydalı-faydasız olması müsavidir. Rivayete göre köpeklerin öldürül­mesi hususundaki emir daha sonra saesh edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin bir defa köpeklerin öldürülmesini emrettiği sahihtir. Fakat daha sonra öl_ dürmeyi yasak ettiği de sahihtir. Bu tahkikin üzerine söz yoktur.[139]
Hasılı, evlerde köpek beslemek hiçbir yönden caiz ohnayıp insanlıkla bağdaşmıyan bir yaşantı tarzıdır. Müslümanlara yasaktır. Çirkin batının çirkin yaşantı­sına özenen adamları Allah (c.c.) köpeğe hizmetçi yapmakla cezalandırmaktadır. «Köpeğime hava aldı-racam» diye ipe taktığı hayvanı gezdirenlerin insan­lıkla ve İslâmlıkla alâkalarının olmadığı da bir ger­çektir. Dinin müsade ettiği hususlar haricinde ıhüs, lümanlara köpek edinmek de kesinlikle yasaktır. [140]

381- Pazarola


• Bir arkadaşımın dükkânında oturuyordum. İçeriye biri geldi. Dükkânın içine girdikten sonra ağ­zındaki sigarayı eîine aldı. Arkadaşıma yaklaşınca :
«— Pazaroîa» dedi. İhtiyacı olati şeyi sorup yok cevabını alınca elindeki sigarayı ağzına alıp çıktı gitti.
Bu adam dışarı çıkınca ben arkadaşa sordum : «— Pazar ola» dedi. Bu bizim bilmediğimiz ticari bir terim midir?
Arkadaşım gülerek :
—  Vallahi ben de bilmiyorum, cevabını verdi. Bunun üzerine ben de ona:
—  Herhalde «pazar ola» dernek ticaretin çok, ka­zan cm bol, işin hareketli olsun demek istemiş olabilir, dedim. Scnra sohbetimizde başka konuya geçtik.
Arkadaşımın yanından ayrılınca «Pazar ola» ke­limesinin mânâsı ile bir yere giriş-çıkışm âdâbları üze­rinde çok düşündüm. «Pazar ola» kelimesinin mânâ­sız bir söz olduğuna ve kültür değişikliklerinin top. lumda insanımızı ne derece bayağılaştırdığı sonucuna vardım.
Aklıma Mehmed Akif merhumun iki mısrası di:
«Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır,, Ne selâm vermeyi bilir hayvan, ne de versem alır».
Bir yere giriş çıkışın âdabı vardır. Sen bir tica­rethaneye giriyorsun. Senin yapacağın şeyler şunlar olmalıydı: Besrriele ile girecektin. Selâmunaleyküm di­yecektin. Sonra hayırlı işler diye dua edecektin. So­racağını sorup, alacağını aldıktan sonra tekrar hayır­lı işler deyip selâm vererek oradan ayrılacaktın. İyi bir insan olmanın gereği budur.
Bazıları bir yere girince sadece «selam» diyorlar. Bu da olmaz. Hiçbir zaman bizim selamlaşmamızda, «selâm» diye bir selâm bilmiyoruz.
Hal-hatır sormamız da kardeşlik icablarmdandır.
Tabii hal hatır sormanmda bir usûlü var, büyüğe başka türlü, küçüğe başka türlü sorulur. Sizden büyük. olana «Nasılsınız» denmez, «Afiyettesiniz İnşaallah, iyisiniz inşaallah efendim» sonuna da «efendim» ila­ve edilir. Bu efendim bizim o kadar şiarımız olmuş ki bugün Mısır'da Suriye'de bile biz buna şahid oluyo­ruz. «Efendimsiz» konuşmuyor onların efendileri. So-niüaa bir «Elendim» getiriyorlar. Aynen bu ifadeyle «Elendim» diye bitiriyor. Arapça konuşuyor, konuşu­yor, sonuna bir «Efendim» getiriyor. Yani «buyurun, efendim» dediğimiz gibi «Tafaddal Efendim» ama bir «efendim» var sonunda.
«Efendim buyurunuz, hoş geldiniz, salalar getir­diniz, şeref verdiniz...» gibi iltifatlar unuttuğumuz, şeyler arasında yer alıyor.
«Siz şöyle söylemiştiniz» diyor büyüğe karşı. «Bi­raz evvel böyle söylemiştiniz» diyor. Büyük için «Böy­le buyurmuştunuz» kendisi için de «ben biras önce şöyle arzetmiştim»  demesi lazımken,  maalesef bunu diploma sahiplerinde de görüyoruz. «Biraz önce arzet-tiğiniz gibi efendim» diyor. Anlayan için bundan daha büyük hakaret olmaz. Karşımızdaki büyüğe «Buyur­duğunuz gibi, Buyurmuştunuz dememiz» lazımdır.
«Rica ederim efendim» diyor. Hayır, rica Arapça'­da «emir» manasına da geliyor ama Türkçemize de emri bir kenara bırakalım, yani kesin olması gereken bir şey için rica olunur. Küçük büyükten kesin birşey bekleyemeyeceğine göre ancak, «arz» olabilir veya «is­tirham» olabilir. Birşey ısmarlandığı zamanda «hay-hay efendim, başüstüne efendim, peki efendim» denir. Bunlar tabi artık kalmadı «Söylerim» diyor, «hıhı» di­yor.
Hasılı, herşeyin âdâbları vardır. Bu âdâblara riâ­yet edilirse bereket husule gelir. Bunlar terk edildiği oranda da insan bayağılaşır. Yani, müslümam müs­lümanca yaşamak yüceltir. Gerisi palavradır. [141]

382 — «Çok Biliyorsan Kendine Sakla.»


Biz müslümanız, elhamdülillah... Müslüman olmamız müslümanca yaşamamızı gerektirir. Müslü­manız deyip de müslümanca yaşamazsak o zaman bu bizim iddiamızda samimi olmadığımızı gösterir. «Sa­mimiyetsiz müslüman» ifadesi bir müslüman için ne çirkin bir sıfattır.
Emr-i bil ma'ruf - Nehy-i ani'1-münker [142] yapmak dinimizde yani Rabb'ımızm kesin emridir. Hiçbir müs lüman bu emrin dışında kalamaz. Kadın-erkek her müslüman bu farzı yerine getirmek zarundadır. Yani, herkese iyiliği anlatacak, kötülük işleyeni o kötülük­ten caydıracak. Bunu yapmayan kim olursa olsun gü­nahkâr olur. İyiliği emir-kötülükten caydırmada mu­vaffak olmanın tek şartı vardır: O da bildiğiyle amel etmektir. Söylediğini yaşamaktır. Söylenir de yaşan­mazsa böyle bir aasihatcıda hayır yoktur. Cenab-ı Hakk söylediği halde yaşamıyanlara şu soruyu soru­yor :
«Siz yaşamadığınız halde başkasına yaşamasını ne yüzle söylüyorsunuz?». [143]  Demek ki, önce örnek olunacak. Bunun İslâm'da büyük önemi vardır. Kur'-an'da da:
«Sizin içia en büyük örnek ve önder Muhammed'-tir.» buyurulmaktadır. Örnek alınacak olan ancak O (s.a.v.)'dur. Peygamber   Cs.a.v.)  Efendimiz:
«Benim sözümü işitip belledikten sonra işittiği gi­bi başkasına eriştirenin Allah Cc:c.) yüzünü ağartsın.» [144] diye duada bulunmuştur.
Ebû Zerr-i Gifari (r.a.) Hazretlerinin: «Kılıcı enseme dayasanız, ben de RasûlüJlah (s.a.v.)'den duyduğum bir sözü başım kesüinceye ka­dar tebliğe vakit bulacağımı bilsem o sözü elbette si­ze yetiştiririm.» [145] demesi bu ümmetteki tebliğ hır­sının numunesidir.
Söylenilen sözüo gönüllerde yer bulabilmesi o sö­zü soyliyenin söylediğiyle amel etmesine bağlıdır.  zaman atılan kurşun hedefine ulaşır, netice hâsıl olur. Birgün Mevlânâ Celâleddin-i Rum-i Hazretleri dost bildiği papazlardan birine sorar:
—  Sen mi büyüksün, yoksa sakalın mı? Papaz:
—  Ben sakalımdan 20 yaş büyüğüm.
Mevlânâ:                                        
—  Senden 20 yaş küçük olan sakalın ağarmış, ya­zık değil mi ki, sen hâlâ karanlıklar içindesin...
Bu sözün taşıdığı ince mânâyı anhyan papaz o gün müslüman olmuştur.
Demişler ki, Ebu Hureyre (r.a.) çok Hadis-i Şerif rivayet ediyor. Ebu Hureyre (r.a.) bu sözü duyunca demiş ki, Kur'an-ı Kerim'de şu âyet olmasaydı hiç Ha­dis-i Şerif rivayet etmezdim :
«İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu, insanlara biz kitapta beyan ettikten sonra, gizleyen­ler (var ya) şüphesiz Allah onlara lanet eder. (Onları rahmetinden kovar) ve bütün lanet edebilenler de on­lara lanet eder.»[146]
İşte Emr-i bi'1-ma'ruf - Nehy-i ani'l-Münker yap­mayanın akıbeti budur.
Peki, kendisine tebliğ ulaştırıldığı ve kötülükten vaz geçmesi telkinatı yapıldığı halde buna ters cevap veren «Sana ne» veya «Çok biliyorsan, kendine sak_ la» diyen birinin akıbeti ne olur? İşte bir kısım müs-lümanlar bunun hesabını yapmıyorlar. Neticeyi dü­şünmeden maalesef görevlerini yapan mü slü ma uları da tersliyorlar.
Biri, bir müslümanm yaşantısmdaki çirkinlikleri görüyor ve yanma yaklaşarak ona diyor k:
— Bak kardeşim bizler müslümanız. Dinimiz bizi kardeş sayıyor. Bir kardeşin olarak seni uyarıyorum. Şu yaptığın şeyler dinimizde haramdır. Allah bizi mahlukatm en şereflisi olarak yarattı. Bu yaptıkların­la değerinden kaybediyorsun. Gel sen şu hareketler­den vaz geç. Sonra dünya ve ahirette rezil olacaksın. Allah korusun dinini de, namus ve şerefini de kaybe­dersin...»
Vay sen ne hakla bunları bana söylersin diye adam küplere biniyor ve sonunda:
«— Çok biliyorsan kendine sakla...» diyor.
Bu derece yanlış ve- kesinlikle İslâm'ın reddettiği, tasvip etmediği bir tavır şeklidir. O şahsın kendisini ikaz eden kardeşine söyliyeceği söz en azından şöy­le olmalıydı:
«— Kardeşim, Allah senden razı olsun. Beni uya-rıyorsun. Lâkin biz nefsimizin esiri olmuşuz. Allah bizi İslah etsin. Siz de hem ikazınızı hem de duanızı eksik etmeyin...»
Veya:
«— Hay Allah senden razı olsun kardeşim. Uy­muşum nefsime dalmışım günaha. Sanki ahiretten habersizim gibi yaşıyorum. Fesübhanallah... Estağfi-rullah... Estağfirullah... Tevbe estağfirullah... Bırak­tım bunu. Allah yardım etsin bize. Bir daha yapnııya-cağım (veya söylemiyeceğim), Allah senden razı ol­sun...» demeliydi. Müslümanca yaşamanın gereğUstı--dur. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de:
«Allah'a ve Rasûlüne davet edildikleri zaman mü'-minîerin sözü ise ancak: — İşittik ve itaat ettik, olur. îşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.»[147] buyurmuştur.
Tebliğde mü'minin terslik yapması, ikaz edeni dış­laması mü'minlik sıfatına yakışmaz. Bu İslâm dışı bir davranıştır, insanın başka sıfatlara düşmesine sebep olur. Neticesi tehlikelidir.
Zamanımızda da din sağlam fakat müslümanlar dinlerine bağlı değiller, maalesef. Yani din sağlam in. sammızdaki dindarlık bozuk. Müslüman kendi dinini kendisi yıkıyor, farkında değil zavallı. Bir misalle bu hususu biraz daha açalım :
Bir kafir gelse bize:
«— Sizin dininizde içki serbest» dese, ona hemen karşı koyarız. Bu karşı koyan kişi serbestçe içki içer. Bir müslüman kendisine:
«— Senin yaptığın ayıptır. Bak içki içiyorsun. Bu içkiyi içmek dinimizde yasaktır» dese, o da ona :
«— Çok biliyorsan kendine sakla» der, maalesef. Yani kâfirin, dinimizi yıkmasına müsade etmeyiz, ama dinimizi kendimiz yıkarız. Bizler işte bu derece garip bir mahluk durumuna düştük. Sebep zulüm ve sömü­rü üzerine kurulmuş köle düzenlere sahip olmamız onları sahiplenmemizdir. Gayr-i meşru düzenler ve gayr-i meşru yaşantılara sahip olanlar kendilerini yi­yip bitirecek kurdu da bünyelerinde taşırlar. O kurt onları yer ve bitirir hak ile yeksan olurlar. Gaflet eh­line bunu çok iyi bildirmek lâzım.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyuruyor ki:
«İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Kur'_ an bir vadide, onlar başka bir vadide bulunurlar.»
Bu Hadis-i Şerifte iki ayrı hayat tarzına işaret ediliyor. Biri Kur'an nizamı, diğeri de Kur'an nizamı dışındaki nizamlar. Kur'an nizamı dışındaki nizam­ların insanları ne şekle soktuğu ortadadır. Necip Fazıl:
«Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir...» diyor. Müslüman hayatının hangi vadide akıp gitti­ğini bilmelidir.
Hasılı, kendisine hakkı tebliğ eden erar-i bil ma'-ruf veya nehy-i ani'l-münker yapan kardeşine «Çok biliyorsan kendine sakla» demek, en hafif tedbiriyle denüiktir. Allah (c.c.) böyle bir tavırdan müslüman-ları korusun ve kurtarsın... [148]

383 — «Türk'üm, Doğruyum.»


# Hergün milyonlarca evlâdımıza okul girişin­de hiç fasıla vermeden :
«Türk'üm,   doğruyum...»    cümleleri koro halinde bağıra bağıra söyletiliyor.
«Türk'üm doğruyum» amma doğruluk nedir? bu­nu öğretmiyorlar. Mânâsını öğretmedikleri bir kelime­yi yıllardır söyletiyorlar. Yalan .söylüyorlar, yalan söy­letiyorlar milyonlarca masum yavrulara...
Meselâ: Okullara başı kapalı tesettürlü kızları al­mayanlar doğru mudur? İnsanların namuslanyla oy-nıyan şehvetperestler doğru mudur? Kendisim yaban­cı erkeklere peşkeş çeken kadın doğru mudur? Karı­sını başkalarının kucağına veren erkek (!) doğru mu­dur? Faizcilik yapmak doğru mudur? İçki fabrikası açmak doğru mudur? Kerhane açmak doğru mudur? Amerikan askerlerini ülkeye getirip cinsel ihtiyaçları­nı gidermeleri için «Türk» kadınlarını onlara peşkeş çekmek [149] doğru mudur? Sokakları, meydanları fu-huşhaneye çevirmek doğru mudur? Kerhanedeki ka­dının yaptığı iş doğru mudur? Namus-şeref, edeb-ha-yâ tanımadan yaşamak doğru mudur? Çürük malı sağlam diye satmak,    hile yapmak, yalan söylemek, aldatmak, cinayet işlemek, anarşi çıkarmak, dine ve dindarlara saldırmak doğru mudur?
Bunları yapanlar yıllarca bu «Türk'üm doğru­yum...» kelimelerini söylemediler mi? Hem de yıllar­ca hergün söylediler. Söylediler de doğru mu söyle­diler? Yalan söylettirildi ve halâ bu yalana devam ettiriliyor, maalesef. Ve yine maalesef hiçbir delikanlı çıkıp da kimseye :
«— Niye bağıra bağıra yalan söylüyorsunuz, söy­letiyorsunuz? demek cesaretini gösteremiyor. Ve yine kimse diyemiyor ki:
— Yahu siz bu memlekette bunları söylettiriyor­sunuz. Bu söylettiğiniz çocuklardan bir kısmı asker oluyor bir kısmı da bu vatanı bekliyor asker karde­şini öldürüyor. Siz bu evlâtlara hangi Türk'lüğü ve nasıl bir doğruluğu öğretiyorsunuz?
Bunun hesabı sorulmalı. Evlâtlarımıza ya gerçek doğru öğretilsin veya ifsad edilmesin. Bu memleketin hakiki sahipleri bunu yapmağa mecburdurlar.
Bu memlekette «Türk'üm doğruyum» deniyor ve dedirtiliyor. Fakat doğruluk, milli menfaat, milli hay­siyet, müh ahlâk gibi şeylere asla yer verilmiyor. Ser_ hoş, kumarbaz, materyalist kafalı insanlar yetiştiri­liyor. Düzen böyle. Böyle bir düzenden doğru-dürüst insan nasıl yetişsin?
Bu toplum tarihteki şerefli mevkiine İslâm'a bağ-hlığıyla çıkmıştır. Lâkin, maalesef son yüzyılda yeti­şen nesil materyalist bir açıdan yetiştirildiği için bu nesil İslâm'ı yaşıyan kahramanların, dervişlerin, er­lerin ve erenlerin yaşayışlarını bilmemektedir. Çünkü bu nesile bunlar öğretilmiyor.
Bunu bilmiyen genç kendine örnek edinecek biri­ni arıyor. Bula bula kimi buluyor? Hepimiz görüyo­ruz : Ya bir artisti yaşayışına örnek alıyor veya bir futbolcuyu. Hayatı bundan sonra ya «Şöyle giyiniyor» veya «Böyle oynuyor, şöyle gol atıyor» ile heba olup gidiyor. Kerhanedeki orosbunua, hırsızın-arsızın bu yola girişinin başlangıç noktası bunlardır işte.
İnsanlığın yükselmesi ve yıkılışları her zaman okullarda hazırlanmıştır.
Genç nesillerin okullarda yetişmesi, yoğurulması geleceğin hayatını hazırlar. Bugünkü okul, mânevi kudret kaynağı olmaktan çıkmıştır, sönmüş bir ocak­tır. Bir aşıra yakın zamandan, beri bu ocağın söndü­rüldüğünü bilmek gerekir.    .
Herkes bilsin ki, okullarda iki zümre dersler ve­rilir :
a - MacMi kültür dersleri,
b-  Manevi kültür dersleri.
Bu ikisi arasındaki denkleşmeyi sağlamak, j3gj-timde esaslı dâvadır. Bizim için madde ihtiyaç, mânâ iktidardır. Yarım asırdan fazla zamandan beri ufaltıla ufaltıla, yıpratıla yıpratıla bugünkü okullarda serçe kanadından daha sıska kalan kültür, mânevi kültür­dür. Maddi kültür ise kutsallaştırılmıştır. Bu bir asra yakın zamandan beri «Milli Eğitimcin gayesi ve gay­reti, bütün imkânları kullanarak öğretimi ve gençli­ğin terbiyesini maneviyattan ayırıp maddeye sapla­mak olmuştur. Benimsenen Amerikan terbiyesi ve zihniyeti, İslâm ruhuna musallat edilmiştir. Uzun yıl­lar boyu riya alkışlanıyor, hak nazarlardan kaçırıl­maya çalışılıyor.
Yukarıda tablosunu çizdiğimiz insanlarımız bu yanlış ve maksatlı adımların, uygulamaların mahsû­lüdür. Elinden Kur'an-ı, Peygamberi, ahlâkı, dini, imâ­nı alman nesil şimdiki kılığıyla Türklük iddiasında bulunsa da kesinlikle «DOĞRU» da değildir. Ancak egemen güçler istemese   de bu milletin doğru olana sahip olacağına inanıyor ve bugünlerin de çok yakım olduğunu görüyor gibi oluyoruz.
Hasılı, «Türk'üm doğruyum» diye bu memleketin evlatlarına bağırta bağırta söyletip de onları doğru­dan uzaklaştırmak zulmün ta kendisidir. Bu zalimle­rin çanlarına ot tıkamak bu memleketin asıl sahibi her vatandaşın kutsal bir görevidir. [150]

384- »Zamansız Öldü.


Niceleri geldi, Neler istediler... Sonunda dünyayı Bırakıp gittiler... Sen hiç gitmiyecek Gibisin, değil mi? O gidenler de, 'Seain gibi idiler...
Ömer Hayyam
® Aniden veya genç yaşta ölenlere, ölenin çev­resindekilerden bazıları, «beklenmedik bir anda» yani «zamansız öldü» derler. Şüphesiz bu çok yanlış  bir
.sözdür. Kur'an ve Sünnete aykırıdır.
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'inde ölüm denilen gerçeğin zamanının kendisi tarafından tayin, edildi­ğimi, bunu kimsenin ne zaman gerçekleşeceğini bilemiyeceğini ve o anın değiştirilmesinin de mümkün ol­madığını beyan buyurmuştur:
«Ecel gelince, ne bir saat geciktirilebilir, ne de öne alınabilir.» [151]
«(Ya Muhammed) Deki: Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır.» [152]
«Nerede olursanız olun, yükseltilmiş burçlar (Ka­leler, Apollalar, Soyuzlar, Uzay Mekiklerinin) içinde bulunsanız bile ölüm size yetişecektir.» [153]
Ana rahminde 9 ay 10 günlük ömrünü tamamlı-yaa [154] dünyaya doğar. Bu rahim hayatının ölümü dünya hayatının doğumu olur.
Dünyadaki ömrünü tamamhyan da bu dünyadan göçer, ölür ve ahiret hayatı için doğar ve artık ebe­diyyen diridir. Ebediyyen ölüm veya yok olmak diye bir şey söz konusu değildir: Ve'l ba'süba'de'1-meyt...
işin gerçeği budur...
Söylemek istenen şudur:
«Daima ölüme hazırlıklı ol.» Kur'an ve Sünnette insana hep bu emir verilmiştir. Buna rağmen, insan­oğlu ölümden gafildir. Ölüme hazırlıklı değildir. Hiç de beklemez ölümü. Lâkin takdir edilen an geldi mi gitmemeğe çare de yoktur. Şairin dediği gibi:
«Gururlanma insanoğlu Ölmemeğe çaren mi var? Hazan görmüş bir gül gibi,
Solmanıağa çaren mi var?
Dünya değirmendir döner,
Bütün mahluk ona biner,               
Yağı biten kandil söner,
Sönmemeğe çaren mi var?
Katma mülke haram malı, Fayda vermez kilim hah, Bu emânet olan canı, Vermemeğe çaren mi var?
Gelince sön nefes sana, Sözün söyle, can dostuna, Teneşirin yatıp üstüne Yunmamağa çaren mi var?
Düşünmezsin hiç ölmeği, Terk etmezsin sen gülmeği, Yakası yok al gömleği, Giymemeğe çaren mi var?
Güzün döker sarı yaprak, Yüzün örter kara toprak, Çürür kefen, vücut çıplak^ Kalmamaya çaren mi var?
Ne bir yemek, ne içecek, Etin yer börtü böcek, Yıllar geçip beyaz kemik, Olmamaya çaren mi var?» [155]
Evet! Çaren yoksa hazırlıklı ol ölüm denilen ger­çeğe. Yazın sıcağında buram buram terlerken kış için odun-kömür hazırlığı yapanları görürüz. Bu sıcakta, kışın geleceğini bilen insan kışın soğuğuna karşı ken­dini hazırlıyor. Yarın ölüm de gelecek. Bu insanlar ölüme neden hazırlık yapmıyorlar acaba? Bu sorunun tek cevabı var: Ahiret inancının eksikliği bu hazır­lıksızlığın, serkeşliğin asıl sebebidir. İşi buradan ele almak lâzımdır.
Nedense insanoğlu bu dünyadan hiç gitmek is­temiyor. Gitmeyi düşünmek de istemiyor. Büyük âlim­lerden Ebu Hâzim'e zamanın halifesi sorar:
—  Ölümü neden sevmiyoruz? Ebu Hazım cevaben der ki:
—  Siz dünyayı mamur edip aiıiretinizi hep ha­rap ediyorsunuz. Mamureyi bırakıp harabeye gitmek elbette gücünüze gider.» [156] Olan budur işte.
Peygamber (s.a.v.)  Efendimiz:
— Ahir zamanda kâfirler mü'minlerin üzerine ye­mek yiyenlerin tabaklarına çullandığı gibi saldıracak­lar, buyurdu. Oradakiler:
—  Ümmet az mı olacak Ya Rasûlallah? dediler. Efendimiz de :
—  Hayır, çok olacak. Ancak, o ümmetin başına daha önceki ümmetlerin hastalığı arız olacak. ,O has­talıklar ikidir:
 1 — Ölümden korkacaklar. 2 — Dünya sevgisine aşırı dalacaklar, buyurdu. Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ikaz ediyor: «— Dünyevi zevkleri kıran ve tûl-i emeli unuttu­ran ölümü çokça hatırlayın.»  [157]
Birisi geldi dedi ki:
—  Ya Rasûlallah! Zeki mü'min kimdir? 1' Efendimiz  (s.a.v.) :
—  Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrası­na iyi hazırlanandır, buyurdu. [158]
Maalesef, memleketimizde materyalist bir şı ikame edebilmek için ölüm ve ölüm ötesi unuttu­rulmak, zihinlerden silmek için son derece hızlı bir çalışma yapılmaktadır. 1983-84 ders yılında okullara mecburi konulduğu yaygarası yapılan din dersleri kitabından [159] ahirete imân bölümü çıkartılmıştır. Bu bir tesadüf değildir. Herşey planlı programlı yü­rütülmektedir. Müslümanlar bunları çok iyi değer­lendirmek zorundadırlar.
Bütün bu menfi çalışmaları alt edebilmenin yol­larından biri de, insanın en az haftada bir defa has-tahane, hapishane ve mezarlıkları ziyaret etmesi ge­rekmektedir.
Ölümü unutmamak lazım. Ev denildi mi hemen. mezar hatırlanmalı. O ev dediğimiz yerler aslında, konoklama yerlerimizdir. Bir süre oralarda kalaca­ğız. Ölüm ile asıl evimize taşınmış olacağız. Onun için mezarımızı şimdiden süsleyelim. Ne ile süsliyeceğiz?' İman ile, ihlâs ile, ibâdet ile. Konaklama yeri için daimi kalacak yeri unutmak akıllı insanın yapabile­ceği iş değildir.
Hz.'Ömer (r.a.) mühürüne: «Ölüm sana nasîhat-cı olarak yeter» diye kazıtmıştır. Mührünü bastığı za­man karşısına bu ikaz çıkar işini ona göre ayarlarım?-hep. Hatta kendisine ücret verip bir de nasihatcı tut­muş. Birgün bakmış ki, sakalında bir kıl beyazlamış. Çağırmış nasıhatcıyı:
— Artık senin görevin bitti, demiş. O da, sormuş :
— Ne oldu ya Ömer bir hatam mı oldu, deyince
— Hayır! Bak sakalımın bir teli beyazlaştı. Bana nasihatcı olarak bu yeter, demiş.
Akıllı olmak lâzım. Akıllı insan ahire ti için çalı­şan, daima gitmeye hazır olarak bekleyen kişidir.
Hasılı, bazılarının dediği gibi, insan kesinlikle «zamansız» ölmez. Her canlının takdir edilmiş bir ölüm zamanı vardır. O zamanı Allah'tan başka kim­se bilemez. Bize emredilen ve gereken her an ölüme hazırlıklı olmaktır. Ebedi hayatta kazançlı çıkacak olanlar bu hazırlık içinde olanlardır. Meselenin özü. budur. [160]

385- «Merhum Ecel-İ Kaza İle Gitti. Düşmeseydi Daha Ölmiyecekti.»


•   Kalk arasında, yanlış bir anlayış vardır: Bir insan trafik kazasına uğramasaydı, bir yerden düş-meseydi, biri gelip ona kurşun sıkmasaydı bu insanın daha ölmeyip yaşayacağına inanılır. O olayın, onun erken ölmesine sebep olduğu kanaati yaygındır. Çok­ları bunu izah ederken ecel-i kaza ve ecel-i müsem­ma kelimelerini kullanarak açıklamalar yaparlar.
Hemen ifade edelim ki, ecel-i kaza ve ecel-i mü-semma mefhumları bazı kişiler tarafından yanlış an­laşılmaktadır. Zannedilmiştir ki, «ecel-i kaza, bir kim­senin normal ömrünü tamamlamadan bir~feâza neti­cesinde ölmesi; ecel-i müsemma ise, bir kazaya rast-lanmaksızm normal bir ölüm ile hayatını tamamla, maşıdır.» Böyle bir zan tamamen yanlıştır. «Kaza» kelimesinin türkçe'deki anlamına bakılarak böyle bir yanlışlığa saplanılmıştır. Burada «kaza» kelimesi hük­metmek, takdir etmek... mânâlannadır. Şöyle bir .açıklama ile izahı mümkündür:
 Ecel-i kaza: Her insan için tayin edilmiş olan eceldir. 'Herkes için tayin edilmiş olan bir ecel-i kaza vardır.
Ecel-i müsemma ise; Umumi eceldir. Bütün var­lıkların hayat müddetlerinin sonu, yani kıyametin kopzamanıdır. Nitekim, bu iki tabirin geçtiği âyet-i Kerimenin meali şöyledir:
«Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanı­nı hüküm ve takdir eden O'dur. Bir de O'nun katın­da ma'lum (başka) bir ecel vardır.» [161]
Dikkat edilirse âyet-i kerime'deki ecel-i kaza do­ğumdan ölüme kadarki müddet; ecel-i müsemma ise, ölümden ba's vaktine kadar olan zaman, yani birin­cisi şahsi ecel, ikincisi umumi ecel olarak tefsir edil­miştir.
İslâm itikadına göre; öldürülen veya herhangi bir kaza neticesinde ölen kimse normal eceliyle ölmüş­tür. Öldürülenin hayatı tam son anma gelince, katil öldürme işini yapmıştır. Allah (c.c.) ilm-i ezelisiyle o katilin iradesini fena yolda sarf edeceğini, filan şah­sın hayatını filan yer ve filan saatte nihayete erdire-. ceğini bilmiş ve öldürülenin ecelini öylece takdir et­miştir. Katile ceza verilmesi; Allah'ın haram kıldığı bir işi yapmasından dolayıdır.
Hasılı, «ecel-i kaza ve ecel-i müsemma sanıldığı gibi zamansız-zamanlı ölüm değildir. Bu iki terimi dinin açıkladığı mânâda anlamak insanı sağlıklı ne­ticeye götürür. Bu mânâda «Gitmeseydi ölmiyecekti» sözünün de bizim inanç sistemimizde yeri yoktur. Bu ifadeyi kullananlar ya Allah (c.c.)'nün takdirini bil-miyenler yada kabul etmeyenlerdir. Her ikisinin de sonucu kötüdür. [162]

386 — «Bu Adam Kendi Eceliyle Ölmez.»


♦ Canlı, heyecanlı, gözünü budaktan esirgeme­yen kimselere halk arasında «Bu adam eceliyle ölmez» derler. Adamın olduğu yerde  duramamasmı,  daima
heyecanlı yaşamasını anlatmak babında söylenilen bu ifade tarzı çdk yanlıştır. Eğer o adamın heyecanı anlatılmak isteniyorsa, bu hâli anlatacak Kur'an ve Sünnete ters düşmeyen bir ifade tarzı seçmek lâzım.
Söylenilecek her sözün ifade tarzı çok önemlidir. Çünkü, biz müslümanlar öyle bir güne inanıyoruz ki ağzımızdan çıkan veya çıkması gerekirken çıkmayan, organlarımızın yaptığı veya yapması gerekirken yap­madığı herşeyden hesaba çekileceğiz. O hesab günü­ne kendimizi hazırlamaya mecburuz. Hayat filimimiz. çekiliyor. [163]Hiçbir şeyi inkâr etmemiz de mümkün oîmıyacak.
İnsanlar için hayat dört kısımda mütalâa edilir:
1- Ana rahminde geçen hayat.
2- Dünya hayatı.
3- Kabir hayatı.
4- Ebedi olan ahiret hayatı.
Dört bölümde mütalâa edilen hayatın ikinci sıra_ sini dünya hayatı almaktadır. Dünya bir imtihan yeridir. Bu imtihanı kazanmanın, kaidesi İslâm'ın koy­duğu ölçülere göre yaşamaktır. Bu ölçülere uymayan yaşantı müslüman yaşantısı değildir. Böyle bir hayat çile ve sıkıntılarla doludur.
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de, her canlı için bir ölüm anının tayin edildiğini, bu anın hiçbir kul tarafından ileriye-geriye alınmasının da mümkün ola-mıyacağını bildiriyor. Fani hayattan baki hayata ge­çişin değiştirilmesi mümkün olmadığına göre insanın şöyle veya böyle olması farketmiyor. Bir başka ifade ile herkes eceliyle ölüyor.
Kur'an-ı Kerim'de:
«Yeryüzünde olan her canlı fanidir.»  [164] . «Ecelleri gelince ne bir saat geciktirebilirler, ne de öne alabilirler.» [165]
«Her ümmet için takdir edilen bir ecel var. Müd­detleri gelince bir an bile geri kalmazlar ve ene de geçmezler.»[166]
«Hiçbir ümmet, ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onu geciktirebilir.»[167]
«Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye ölmek yok­tur. Ölüm, zamanı Allah'ın ilminde- kararlaşmış bir yazıdır.»  [168] buyuruîmaktadır.
Ana rahmindeki 9 ay 10 günlük ömrünü tamam-Uyan dünyaya doğar. Bu rahim hayatının ölümü dün­ya hayatının doğumu olur.
Dünyadaki ömrünü tamamlıyan da bu dünyadan göçer, ölür ve ahiret hayatı için doğar ve artık ebe-diyyen diridir. Ebediyyen ölüm, yok olmak diye bir şey söz konusu değildir. Bunun kısaca söylenişini he­pimiz biliriz: Ve'1-ba'süba'del-mevt...
Bütün harblere katılan ve vücudumda el kadar ya­rasız yeri olmayan ve yatağında vefat eden Halid bin Velid (r.a.) Hazretleri Bizans'ın SİA (CIAJ Ajanları ile İran Sasani İmparatorluğunun ajanlarının müşte­rek hedefi idi. Amr bin Sabit bin Vakş ilk defa Uhud Harbine katılmış ve bir saat sonra şehid olmuştu. [169] Bu iki olay; bizi öldüren ve diriltenin Allah (c.c.) ol­duğunun ea bariz ifadesidir.
Hasılı, bazı özellikleri görüp de o özelliklere göre hüküm vermek, ana kaideleri nazarı itibara almamak son derece yanlışlıklara sebep olur. Aynen bunun gi­bi «bu adam kendi eceliyle ölmez» demek yersiz, sa­kat, insanı gerçekten saptırıcı bir ifadedir. Herkes kendi eceliyle ölür. Buna çare de yoktur. Çünkü tak­dir Allah (c.c.)'nündür. O ne dilerse o olur. Amenna ve Saddakeıa... Bize düşen de budur... [170]

387 — «Ben Öldükten Sonra Benim Cesedimi İster Köpeklere Atın, İster Bacağımdan Dereye Sürüyüp Atın.»

 

İnançsız, ataist yapılı, kişiliksiz kimselerden sık sık duyduğumuz sözlerden biri de:
«— Ben öldükten sonra beni ister köpeklere atın, ister bacağımdan dereye sürüyüp bir kenara çekive-rin» sözüdür.
Dünya hayatındaki bu serkeşliğin sebebi, ahiret inancının yok oluşudur. Ahirete inanan, onun hakkın­da sağlam bilgiye sahip olan kimse bu derece kayıtsız yaşıyamaz. Yaşaması da mümkün değildir.
Oysa müslümanm ölüsü de dirisi de muhterem­dir. Hürmetle muamele edilir. Ancak bizde it (köpek) '-lerin leşleri bacaklarından sürükleye sürükleye bir ke­nara atılır. İt kadar kıymeti olmayan keferelerin leş­lerini bacaklarından sürükleye sürükleye bir çukura atmak bile köpek cinsine hakaret olur. Onları lağım­lara tıkıştırmak lâzım. Bu vasiyeti kendileri yapar­larsa gerçek yerlerini bulmuş olurlar.
Ancak, müslümanm cesedi muhteremdir. Bizim inancımıza göre müslümanm cenazesi gelin 'muame­lesine tabidir. Bizde cenaze tertemiz yıkanır pakla­nır,   pamuk   ve   güzel   kokularla   süslenir,   nur   gibi beyazlara sarılır, namazı kılınır helâllaşılır ve bundan sonra istir ah atgâhma, özenle kazılmış meza­rına gerdeğe girer gibi konur. Muhteremliğine binaen ihtiram gösterilir cenazeye. Biz müslümanlar işte bu­yuz.
Müslümanlarla teşkil ettiği bu toplumda binleri çıkıp kendilerine diri ikende olduğu gibi ölüace de it (köpek) muamelesi yapılmasını istiyorlarsa onlara da öyle bir muamele yapmak lazım ki kendilerinden son­raki itlere ibret-i âlem olsun.
Zamanımızın bütün insanları mutlaka şu sorula­na cevabını bulmak zorundadırlar. Çünkü dünyaya geliş gayelerimizden biri de bu sorulara cevap bul­mak içindir:
®   Dünyaya gelen neden ve niçin geldi?
®    Ölen niçin öldü ve nereye gitti?
@ Doğum ile ölüm arasında gerilen ömür şeridi ne maksatla açıldı, hangi gaye ile dürüldü?
®   İşlerin sonu ne olacak?
İşte mutlaka cevap bekleyen sorular!..
Rahimlerden beşiklere... ve nihayet, tabut ve mu­sallalara... Oradan da mezar denilen ^nechul konak­lara bir hazan yaprağı gibi yolcu edilen insanın du­rumu... Bu her düşünceliyi şiddetle alâkadar edecek enteresan bir akıbettir. Bu akıbetin kendilerim alâ­kadar etmediği kişiler it gibi yaşarlar, itler gibi ölüp itler gibi bacaklarından sürünerek lâğım çukurları­nın kenarlarına atılmayı arzu ederler. Ancak, cehen­nemin o homurdayan ateşi bu itlere mezar olacaktır. Bu ne korkunç bir akıbettir!
Hasılı, «Ben öldükten sonra benim cesedimi ister köpeklere atın, ister bacağımdan  sürüyerek dereye çekiverin» demek ataistlerin söyleyebileceği bir söz­dür. Çünkü bu cüreti ancak ahiret inancı olmayanlar gösterebilir. Müslümanların her nefeste ve son nefes­te söyliy e çekleri söz şudur : «Biz Allah'tan geldik yine Allah'a döneceğiz...»  [171]

388 — «Cenazeye Gidemedim Çelenk Gönderdim.»


 Batı kültürünün aramıza soktuğu çirkinlikler­den biri de çelenk taid'atidir. Kederde ve sevinçte ba­zıları bazılarına çelenk gönderirler. Çelenk batıda ki­lise adetlerindendir. Papazların bazılarını nıenfaatien-dirmek için icad ettikleri bir sömürü aracıdır.
Çelenk gönderme ve onu kabullenme adeti mem­leketimizde bir hayli yaygındır. Ekserisinin müslüman olduğu söylenen bir ülkede böyle bir adetin yaygın olması müslünıanlar için korkunç bir yüz karasıdır.
Bize göre hiçbir müslümanm bir çelengi yaptırıp göndermesi veya gönderilen çelengi ne vesile için olur­sa olsun kabullenmesi mümkün .değildir.
Bizim bir atasözümüz var:
«Çengi ölüsü çalgı ile kalkar» derler. Çengi: Dan­söz, orosbu, Lfahişe pezevenk, deyyus, nefsinin istekleri doğrultusunda yaşamış kişilere verilen bir sıfattır. Böyle yaşıyanlarm cenazeleri de kendilerine göre ola­cağı şüphesizdir. Onun için bunlar için söylenecek söz lüzumsuzdur.
Müslüman birinin, cenazesine gönderilen çelen­gi kabul etmesi de mümkün değildir. Çünkü İslâmi ge­leneklerde böyle bir usul yoktur. Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in vasiyetinde zikrettiği gibi müslü­man, kimden gelirse gelsin getirilen çelengi çamura atmalıdır. Müslüman cenazesine çelenk yakışmaz..
Çinliler ölülerini defn ederlerken yanlarına pirinç koyarlarmış. Bir Amerikalı bu hali görünce bir Çin'-liye sormuş :
—  Bu ölü tıe zaman kalkıp   bu pirinci yiyecek?' Çinli sorulan bu suale şu cevabı vermiş :
—  Sizin ölüler ne zaman kalkıp çiçekleri koklar-sa, bizim ölüler de o zaman kalkıp, konulan "bu pirin­ci yiyecek, demiş."
Yani, sizin yaptığınız da bizim yaptığımızda bir ahmaklıktır, demek istemiş. Ahmaklara ahmaklıkları­nı anlatmak deveyi hendekten atlatmaktan da zordur. İşte misali de budur.
Bir de resmi günlerde ve özel gün ve ziyaretlerde heykellerin önüne çelenk koyuyorlar. Sonra o hey­kelin huzurunda rukuya eğiliyorlar. Biz öyle zavallı bir toplum olduk ki, sorma gitsin. Ölülerden sonra, taşlardan ve tunçlardan medet umanların idareci kadroları oluşturduğu bir memlekette yaşıyoruz. Vay vay, hem de ne vay vay!
Alın size kısa yoldan bir hesap:
Bir senede 15 resmi veya özel gün olduğunu ka­bul edelim. Vilayet kaza ve nahiyeleri gözümüzün önüne getirelim. Bunların yuvarlak bir hesapla ikibin olarak kabul edelim. Buralardaki heykellerin yanına, ortalama on çelenk konsa ve bu çelenklerin her bi­rinin ikiyüzbin lira kıymeti olsa bunun para olarak karşılığı düğün-doğum ve işyeri açma vesilesi ile gön­derilen çelenklerîe birlikte yılda ortalama 60 milyar civarında bir rakama ulaşmaktadır. Bu ne korkunç bir neticedir.
Oysa memleketimiz perişan, millet ızdırab içinde, herşey zıvanadan çıkmış, namuslar payumal edilmiş ve edilmeye devam ediyor. Çelenklere değil, imkanlar, insanları İslaha ve hak düzenin yaşanmasına kullanıl­malıdır. Asıl olan budur.
Hasılı, çelenk illeti memleketimize batıdan gelen bir sömürü vasıtasıdır. Kişilik sahibi hiçbir ferdin bu­na tevessül etmesi düşünülemez. Bu ancak kişiliksiz, uşak ruhlu, ne olduğundaa habersiz kimselerin teves_ sül edebileceği bir batı adetidir. Müslümanım diyen­lere kesinlikle yakışmaz, vesselam... [172]

389 — «Babamın Yedisini,    Kırkını, Elliikisini Okutacağım.»


Cenazenin, defti edildiği günden itibaren, 3. 7. 40. ve 52'inci gece veya gün ile ilgili olarak kaynak­larda hiçbir rivayet yoktur. Cenazenin defninden son­ra günler ve geceler sayıp belli rakamlara gelince böyle gece veya günlerde özel merasimler tertip et­mek katiyyen doğru değildir. Bu tür davranışlar ve inanışlar cahil halkın ve din istirmarcıhğı yapanların uydurdukları bid'atlerdendir. Akl-ı selim mü'minlerin buna âlet olmaları düşünülemez.
Böyle ihdas edilen gün ve gecelerde ziyafetler ver­mek de bid'at ve mekruh işlerdendir. [173]
Ayıraç Kur'an-ı Kerim hatmettirmek, teşbih teh-lil okutturmak için yemek yapıp davet ittihaz etmek mekruhtur. Çünkü bu, dalkavukluğa ve mürailiğe se­bep olur. Ancak, fakir-aç ve muhtaç gördüğün kim­seleri sevabını ölünün ruhuna bağışlamak üzere ye­dirmek ölümün kaçıncı günü (ölüm günü ile ilk üç gün hariç) veya yılı olursa olsun güzel bir sadaka olur.
Komşuların cenaze çıkan eve ölüm vukuundan itibaren üç gün yemek hazırlayıp götürmeleri müs-tehaptır. Bir cenaze münasebetiyle Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«— Cabir ailesine yemek yapıp götürünüz. Onla­ra onları meşgul edecek şey gelmiştir.»
Ölünün üzerine    bağışlanmak üzere    dinin caiz gördüğü her amel takdirle karşılanır. Ancak, zama­nımızda ekseri müslümanlar dinin icablarını tam bil­mediklerinden zamanla hoş olmıyan şeyleri de ibâdet zannetmeleri maalesef hiç hoş olmamaktadır. Bunlar­dan biri de bugünkü icra edilen şekliyle mevlid me­rasimleridir. Bu merasimlerin icrasında akla-hayale gelmedik bid'atler işleniyor. Sevap elde edilmek iste­nirken katmerli günahlar icra ediliyor, maalesef. Bun­lardan bazılarını şöylece zikredebiliriz:
© Mevlid ile hiçbir alâkası bulunmayan sırf ka­dınları ağlatmaya yönelik, acaib mürailikleri içeren hareket ve sözler icra ediliyor.
© Kadın-erkek aynı odada veya yerde çoğu za­man biribirlerini -seyrederek dinliyorlar.
Ve daha niceleri.
Demek istenilen şudur:
Ekseriya riya ile, desinler için yapılan merasim­lerin yapılmasında ne ölü ne de diri için hiçbir fai-de yoktur. Menfaat gözetilen, ihlâssız, Allah (c.c.)'-nün rızâsının gözetilmediği mevlid, hatim... vesaire gibi icraatlardan faide geleceğine inanmak ehl-i sün­net itikadına zıd ve bâtıl bir İnançtır. Ancak, Allah (c.c.)'nün kelâmı ve Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimizin medhiyesi hasis menfaatlere,âlet edilmeden ihlâs ile okunması çok faziletli bir ibâdettir. Meselenin özü de budur.
Hasılı, dinimizde 3. 7. 40 ve 52'inci gün veya gece diye ölünün arkasından yapılacak herhangi bir ibâ­detin mevcut olduğuna dair kaynaklarda hiç bir riva­yet yoktur. Bunlar bid'attir. ölümün vukuundan itiba­ren ilk üç gün hariç fakir, aç ve muhtaç görülen kim­seleri sevabını ölünün ruhuna bağışlamak üzere ye­dirmek, giydirmek güzel bir sadaka olur. Yapılması ge­reken de budur. [174]

390 — «Babam Öldü Hemen Mezarını Yaptırdım


Bizim toplumumuz, emperyalist batı kültürü­nün istilâsına uğramış bir toplumdur. Memleketimizin idarecileri Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bu  memleketin insanlarını batılıların, kafa yapısına göre yetiştirmek gayretiyle çalışmışlar ve maalesef bun­da muvaffak olmuşlardır. Bizi biz yapan, öz kültürü­müzden bizi ayırdılar. Bu zâlimler anarşist bir nesil meydana getirdiler. Dinini, ibâdetini, insanca yaşam tarzını bilmiyen bir nesil. Ve şimdi bu nesil kendi bah-çivanlarını yiyorlar.
İn&anımızın batı inanç ve yaşantı tarzına yönlen-dirilişi mezarlıklarımıza kadar yansımıştır. Memleke­timizde mezarlıklar mermer dağı haline getirilmiştir. Ölenin yakınları için ölmüşlerinin "mezarlarını mer­merlerle yaptırmanın en büyük ibâdetlerden sayılır olduğuna inananların çoğaldığı bir memleket haline geldik, maalesef. Bunun için ölülerimizi İslâmi kural­lara göre defin edemiyor ve mezarlıklarımızı inancı­mızı aksettirecek tarzda şekillendir emiyoruz.
Adam:
«— Babam Öldü hemen mezarını yaptırdım» diyor, îslâm'm kabul etmediği baştan sona israf yüklü şekilde şekillendirdiği ölüsünün mezarını övünç vasıta­sı yapıyor. Yazık, hem de çok yazık.
Oysa mezar, dünya ve ahiret arasında bir kapı-' dır. Bu kapıdan ölüm ile geçilir. Bu kapıdan geriye dönüş de yoktur. Mezar içindeki hayatın dünya ku-rulalıdan beri insanlar arasında değişik inançlarla ele alınması, .mezarlarla ilgili farklı tatbikatlara neden olmuştur. Ancak, bizi ilgilendiren. îslâmi olanıdır. Biz ' bunu bilmeye ve bildirmeye memuruz. İnancımıza göre mezar, maddi ve mânevi âlemimizin geçen za­man içindeki istirahatgâhıdır. Orasının imar edilmesi lâzımdır. Bu imar, mezarın dışını süsleyerek değil içi­ni ölüme hazırlıyarak yapılmalıdır. Burasının cennet bahçelerinden bir bahçe haline gelebilmesi için insan ölmeden orasını imar edecek yani Allah (c.c.l'a tes­lim olacak. O'nun emrettiği hayat tarzını yaşıyacak. Bu olmazsa öldükten sonra yaptırılan anıtmezarların hiçbir faidesi yoktur. Hatta zararı çoktur.
Hiçbir müslüman kabrinin, bir hıristiyan mezarı­na benzetilmesi doğru değildir. Bursa'da vaktiyle yer­leşmiş Müslüman dostu Greguvar Bey adında bir ba-tılı Ahmet Haşim'e, mezarlıklar konusunda şunları söylemiş :   ,
«— 'Belki dikkat ettiniz. Bahçemdeki ağaçlar ek­seriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilin e si-ie4n bu cins ağaçları tercih et­tim. Etraftan burnumuza gelen mezarlık kokusu işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet si­zin anladığınız güzel tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve hazin güzelliğini bozar. Ora­da, sanki taşlan daha dik ve köşeli yapan bir hava do­laşır, sanılır ki her ölü süslü ve sağlam mezarının ka­fisi arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla saklan­mış rahatsız edici ziyaretçiye saldırmaya hazırlanmış bekliyor. Hıristiyan mezarlığının ağır sütununda his­sedilen âdeta düşmanlıktır.
Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasından her türlü maddi endişelerin gerginliğinden kurtulmuş bir gülümseme dolaşır. Müslüman mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister. O kadar ki, her ölü mu­nis ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin orta­sında kurmakta da haklısınız. Bunlar öyle bahçeler­dir ki, ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaş ayanlarım tatması lâzım gelen his ve fikir meyveleridir.»
Gerçekten de ecdat mezarlıklarına baktığımızda arzu edilen his ve fikiri aldığımızı anlarız. Mezarlıkla­rına ecdadımız, hep selvi ağacı dikmiştir. Selvi, yap­raklarını dökmeyen «elif» gibi narin bir ağaçtır. Sel­vi, elif'e benziyen endamıyla Tevhid'i, devamlı yeşil duran yapraklanyla ebediliği temsil etmekte ve ba-kaalara:
«— Son durağın burası» olduğunu telkin etmek­tedir.
îslâmi yörelerde, mezarlıklar cami avlularında, şehir içinde ve yolların kenarlarmdadır. Bunun sebe­bi, ölüm hazırlığına birer çağrı içindir. Bu, ölüm ve ölüm ötesine, her nefesi son nefes yapmağa hazırla­maktır.
Mü'min. sevdiklerinin yanından çıkıp camiye git­tiği zaman cami avlusundaki mezar taşları ona ölü­mün yakınlığını hatırlatır. Huşu ile namazını kıîar. Yine camiden çıkarken, sevdiklerinin yanma döner­ken bir kez daha o mezarları selamlıyarak ölümün soğuk nefesini duyar. İslâmi mimaride cami, tekke ve mezarlıkların bir arada bulunması ölüm ile hayatın ÎÇ içeriğinin bir uzantısıdır.
Şimdi, mezarın dış görünüşü nasıl olmalıdır? Bu-,günkü uygulamanın yeri nedir? Mezarlıklar nasıl ol­malıdır? Sorularına cevap bulmaya çalışalım:
İslâm'da, kabirlerin nasıl olması gerektiğine dair ölçüler verilmiştir. Kabirlerin iç konumunda olduğu gibi dış şekli üzerinde de titizlikle durulmuş, bunun­la alâkalı emir ve yasaklar konulmuştur. Buhâri adlı hadis kitabındaki bir rivayetten anlaşıldığına göre bu­nun tek sebebi, tevhid'i (yalınız Allah Cellecelâluhu'-ya ibâdet esasını) korumaktır. Hz. Aişe radiyallahu anha anamız Rasulüllah (s.a.v.) Efendimizin son has­talığında şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
«— Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin ki, -onlar peygamberlerinin kabirlerini mabet haline ge­tirdiler.»
Hz. Aişe Cr. anha) validemiz bu hadisi naklettik­ten sonra demiştir ki:
— Eğer bundan korkulmasaydı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kabri dışarıdan belli olacak şekilde yapıla­caktı.»[175]
Ebu Suud Efendi fetvalarında:
«— Kabir üzerkıe taş yapmak ve taş yapmayı sa­nat edinmek ve böylece para kazanmak caiz değil­dir»  [176]demiştir.
Kabirin yerden bir karış yükseltilmesi, şeklinin deve görgücü gibi olması,/ başına bir taş konması ve o taşa da ölünün isminin yazılması caiz görülmüştür.
Hasıl olan kanaate göre bu meseleye iki cihetten bakılmalıdır:
1- Tevhid'i korumak bakımından:
Umumi kültürü ve dini bilgisi zayıf kişilerin aklı­mı çeler, mabetle mezarı biribirine karıştırmalarına,
mezarda yatanın fevkalbeşer, bir varlık olduğuna 'inanmalarına sebep olur korkusuyla, kabirlerin mescid gibi yapılması ve mescid haline getirilmesi şiddet­le yasak edilmiş, kireç, mermer, taş ve benzeri ile ya­pılması da aynı sebeple men edilmiştir.
2- İsraf bakımından:
İslâm, bir çok âyet ve hadiste israfı yasaklamış­tır. İsraf, malın lüzumsuz yere harcanması demektir. Aç, çıplak, ilaçsız, (tahsilsiz, eşsiz, işsiz muhtaç müs-lümanîara yardım etmek varken milyonlarca lira sarf edilerek heybetli, süslü ve masraflı kabirlerin bina edilmesi israf hududu içine girmektedir.  [177]
Günümüzde memleketimizin her yerinde kabirle­rin dış görünüşleri İslâm'ın koyduğu ölçülere uyma­maktadır.. Sırf gösteriş için, şan, şöhret olsun diye, övüç vesilesi yapılmak için yapılan mezarlar «Mezar yapımcısı» ticaretini meydana .getirmiştir. Bu, dini bil­gisi çok zayıf toplumumuzda, mezarların mutlaka ya­pılması mecbur imiş gibi bir inanç meydana getirmiş­tir. Bununla birlikte «mezar yapılırsa ölü daha iyi ra­hat eder» düşüncesi cemiyette hakim düşünce haline getirilmiştir. Bırakınız küffar mezarlarını müslüman mezarların! dolaştığınızda .birçok .anıt-mezarlarda merhumun haH hayatındaki resimlerinin bile mezar taşlarına nakşedildiğini görüyorsunuz.
Mermer taşlarla yığmlaştırılan mezarlar anıt-me-zar haline getirilmiş haliyle ölüye işkence vermekten başka bir mânâsı da yoktur. Bu şekilleriyle kabirle­rin üstü bir pislik yığını haline getirilmiştir. Böyle bir hâl pislik hükmündedir.
Mezarlar, islâm'ın yapılmasını emrettiği ölçüler içinde olmalı. Kesinlikle israftan kaçınılmalıdır. Me­zarlıkların da etrafı çevirili olmalıdır. Oralara çöp dö-külmemelidir. »Hayvanlar otlatılmamalıdır. ..Mezarlar üzerinde dolaşılmamalıdır. Mezarlıklar ibret alınması gereken yerlerdir. Onun için buraların yeşillik olması lâzımdır. Otlar, güller, çiçekler ve ağaçlar ekilmelidir. Çünkü yeşil bir bitkinin toprağın altında yatan için is­tiğfar ettiğini dinimiz bize haber vermektedir.
Hasılı, ölenlerimizin kabirlerini anıt-mezar haline getirmek dinimizce yasaklanmıştır. Milyonlarca lira harcıyarak mermerden mezar yapmak ölüye işkence olmaktadır. Dinimiz, müsiüman mezarlarının yenden bir iki karış yükseltilmesine, şeklinin deve hörgücü gi­bi olmasına, başına bir taş konulmasına ve bu taşa da ölünün isminin yazılmasına müsade etmiş ve bunu caiz görmüştür. Bu ölçüye uymayan her mezar dinen hoş görülmemiş ölü için bir azab vesilesi olacağı bil­dirilmiştir. Biz ölülerimize azab vesilesi değil rahmet vesilesi olmalıyız. İnancımız da bunu gerekli kılar. [178]

391- «Ölüye Giden Ağlar, Düğüne Giden Gynar.


Evet! «Ölüye giden ağlar, düğüne giden oynar.» sözü doğrudur. Bunun tam tersi olursa yani ölüye giden oynar, düğüne giden ağlarsa bu, bu işi yapanın akılsızlığının alâmeti olur.
Ancak, bunları yaparken Ölçüyü kaçırmamak lâ­zım. Ölümün korkulacak bir şey olmadığı, eğlenme­nin de bir ölçüsünün olduğu unutulmamalıdır. Ölçü çok önemli.
Ölüye ağlamak caizdir. Ancak bu ağlayış insanın kendisini parçalayarak, elbisesini yırtarak, kendisini yerden yere atarak olmıyacaktır. Bu dinimizde nehye-dilmiştir. Ağlama sessiz ve sakin olabilir. Bu sadece göz yaşı akıtarak dışarıya aksedebilir. Peygamber '(s.a.v.) Efendimiz oğlu İbrahim vefat edince ağlamış­tı. Bunu gören sahabeler:
— Ya Rasûlallah! Sen bizi ağlamaktan men et­miştin. Ama şimdi görüyoruz ki, siz ağlıyorsunuz, de­diler. Efendimiz (s.a.v.) :
«— Ben sizi kendinizi parçalayarak, saçınızı ba­şınızı yırtarak, yolarak ağlamaktan men ettim. Sakin olarak ağlamaktan men etmedim. Bu benim evladımdır. Ona şefkatimden ağlıyorum. Herkes de böyle ağ­lar» buyurdular.
Baştan da dedik ya! Ölçü çok önemli. Bu ölçüyü taşırnıamak lâzım.
Mü'minler için ölüm de korkulacak bir şey de­ğildir. Mü'mm için ölüm bir mekândan başka bir me­kâna intikaldir. Bu intikalde mezar giriş-çıkışı sağlı-yan bir kapı gibidir.
Zamanımızın insanları ölümden çok korkuyorlar. Niçin? Bunu bir âlime de sormuşlar o zat da demiş ki: «— Siz dünyanızı mamur edip ahiretinizi harap ediyorsunuz. İnsan, mamur yeri bırakıp da harap yere gitmek istemez. Onun için ölüm böyleleri için kor­kulacak korkulu bir rüya oluyor. Ama ne olursa olsun ondan kaçış yok.»
Çok yerinde bir izah, Allah razı olsun...
İnsanlar eğlenmeği de severler. Hiçbir zaman için eğlenmenin ölçüsü de kaçırılmamalı. Eğlenme tarzı­mız da bozuk. İnsanımızın aklına eğlenmek deyince 'Kur'an ve Sünnette yasak edilen ne kadar melanet varsa onları icra etmek geliyor. Bu son derece yanlış­tır. İçki içmek, karı oynatmak, dans etmek eğlenmek değil eşekliktir. Eşekler eşekçe çifteleşiyorlarsa bu eş-ş ekliklerindendir.
Musiki ve eğlence" konusuna kitabımızın 2'inci cil­dinde salhife 36'da da değindik. «Müzik ruhun .gıdası­dır» başlığı altında ele aldığımız bu bahsin yeniden bir daha okunmasında fayda mülâhaza ediyoruz.
Bir de, düğün denilince insanımızın aklına bir dizi günahları peşi peşine yapmak geliyor. Bunları yapar­ken de herkes aynı kılıfı ileri sürüyor:
«— Ne olacak canım. Bu ömürde bir defa oluyor. İnsan bir daha mi evlenecek. Olsun varsın birşey ol­maz.» diyorlar. Bilmiyorlar mı ki, kerhanedeki kadın o ilk bir defa ile oraya düştü. Ayyaş o ilk bir defaki kadehle o hale geldi. ıKumarbaz o ilk bir defaki oyun­la karısını oyunu karşılığında ortaya koydu. Bunlar ilk bir defa ile başladı hep. Büyüklerden birinin çok enteresan bir sözü var. Diyor ki:
«— Kadın bugün elini bir erkeğe veriyorsa yarın­da dudağını verecektir. Dudağmı verdikten sonra ar­tık kadınlığını vermek için o kadın hazır beklemekte­dir.» İşte hep melanetler o ilk bir defa ile başlıyor. Ve artık sonu bir daha gelmek bilmiyor.
Bunları şunun için dile getiriyorum: İnsan haya­tında ölçünün önemi büyüktür. Ölçü, doğru olacak... îşte bu İslâm'dır... Ölçü olarak İslâm'ı almıyanların hayatları mahvolmuştur. Hep sıkıntı, buhran, çile, ız-dırab, stres... bunların ardı arkası gelmez. Gelelim başlıkta zikrettiğimiz söze:
«_ ölüye giden ağlar.» Evet ağlıyacak ama ölü­me hazırlanarak ve ölümün korkulacak bir şey olma­dığını bilerek; bir de ölçüyü muhafaza ederek.
«__ Düğüne giden oynar.» Evet eğlenecek ama gü­nah işlemenin eğlenmek olmadığını bilerek yapacak yapacaklarını. Tabii, bu işin ölçüsünü iyi muhafaza edecek.
Hasılı, iza'h ettiğimiz tarzda olmak kaydıyla «ölüye gidenin ağlamasında, düğüne gidenin oynamasında» sakınca yoktur. Ama ölçüye uymazsa ağlamanın da oynamanın da vebali vardır. Cenafo-ı Hakk Mühammed Ümmetine ibu vebali anlayabilecek imân ve şuur ih­san etsin... AMİN... [179]

392 — «Esir Mîlletler Haftası.»


Mânâsız ve faydasız haftalar ve günler düzen­lemek yirminci asrın en yaygın modası olmuştur. Bir -iki ayda bir yeni bir hafta icad edilir. Bu münâsebet­le bol bol nutuklar çekilir, övgüler düzülür veya kına­ma mesajları yayınlanır. Bütün bunların lıepisi ölü­ye çiçek göndermek kadar mânâsız ve faydasız şey­leri alışkanlık haline getirmenin neticesidir.
Ancak, t>u özel gün ve haftaların idarecilerle ya-hudi tüccarlara büyük faydaları vardır. İdareciler bu metodlarla halkı oyalar, yahudiler de keseyi doldu­rur. Bu haftaların tertibinden gaye milleti oyalamak­tır. Bu özel gün ve haftalar hiçbir topluma fayda ge­tirebilmiş değildir. Yapılan iş sadece bunların rek­lâmcılarının memnun edilmesidir.
Esir Milletler Haftası, Irkçılıkla Mücadele Haftası, İnsan Hakları Haftası... vesaire gibi haftalar yıllardır hangi topluma ne fayda sağlamıştır?
Amerika'da «Senin derin siyah» diye zencilere ol­madık şeyleri yapan kaç kişi bu haftalarda ve bu haf­talarda atılan nutuklarla bu eylemlerinden vaz geç­mişlerdir? Elbette hiç!
Afrika'nın hangi bölgesindeki sömürü hortumu bu özel gün ve haftalarla ve nutuklarla işlemez hâle gelmiştir? Elbette hiç!
Asya'nın neresinde «Senin inancını beğenmiyo­rum» diye müslümana yapılan zulümlerin hangisi bu özel haftalarla son. bulmuştur? Elbette hiç!
Filistin'de, Afganistan'da, Filipinler'de, Eritre'de, Mora'da zulme mâni olunabilmiş midir bu özel haf­talarda? Elbette hayır!
Öyle ise her toplum, «Söz değil amel» gerek di­yerek, egemen güçlerin oyalama takdiği özel gün ve haftalardan vaz geçip zalimlerin menfaat çanlarına ot tıkamahdır. Yapılacak olan budur.
Bu yazımızda Türkiye'de ve dünyada kutlanan birçok özel haftadan biri üzerinde duracağız, inşaal-lah... Okuyucularımız diğer özel hafta ve günleri de buna göre değerlendirmelerini istiyoruz. Şimdi ele ala­cağımız hafta «Esir Milletler Haftası»dır.
Bu haftayı anlatabilmek için önce millet mefhu­munun üzerinde durmak lâzım. Dünyada iki millet vardır:
1- İslâm milleti,
2- Küffar milleti.  [180]
Bu iki milletten hangisi gerçekten hürdür, hangisi esirdir; bu ikili ayırımın taraflarını teşkil edenlerden hangisinin kurtarılması için hürriyet mücadelesi ver­mesi gerekmektedir?
Önce şu hususu aydınlatmakta fayda vardır: Yıl­lardır Amerika, komünist ülkelerdeki insanlara esir gözüyle bakıyor, onları kurtarma rolü yapıyordu. Rusya'da kapitalist rejimlerdeki insanları esir ve kurta_ rılmaya lâyık zavallı insanlar olarak görüyordu. Bu dalavere komünist rejimin yıkılışı ile bitti. Bakalım küfür bu konuda ne kılığa girebilecek,
Enteresandır, çağımızda bâtıl sistemlerin esiri ol­muş insanları kurtarmak içiei müslümanm verdiği mücadele zalimler ve sadık köleleri tarafından «çağ­dışı» ilân edilmiştir. Müslüman kendisine İslâm dışı sistemlere bağlanmış kimselerin çağ dışı demesiyle ne çağdışı ne de hür olamaz. Ancak, onların karşısında zayıf düşerse o zaman elbette esir olur.
Meseleyi bu açıdan ele aldığımızda müslümanlar olarak hürriyetimizi kaybettiğimiz gibi, içtimai plan­da dahi bir esaret çemberi tarafından kuşatılmış ol­duğumuz gerçeği ortaya çıkar. Buna rağmen Türkiye'->li müslümanlar olarak kendimizi sahiden hür zanne­dip, <Esir Milletler» i kurtarma çığlıklarına iştirak ede­riz. Vah... Vah...
Önce bastığımız yeri tesbit edelim: Bunu yapar­sak o zaman önce kurtarılması gerekenin ne Vietnam'-lının, ne Semerkant'lmın, ne Afrika'lmm... olduğu de­ğil bizzat kendimiz olduğumuzun farkına varabiliriz.
Yaşantımıza kendi inancımız açısından baktığı­mızda, görürüz ki./nefsini İslâm'a göre dizginlemeyen kişi nefsinin ve Şeytanın es iridir.Ekseriyetinin nefsi­nin esiri olmuş insanların teşkil ettiği cemiyet de küf­rün ve zulmün esiri olmuştur, ahlâksızlığın esiri ol­muştur. Öyle ise kurtarılacak olan bu insanlardır, bu cemiyettir. Demek ki, hürriyet ve istiklâlimizi yeniden elde etme mücadelesini başlatacağımız cephe kendi nefsimizde ve kendi cemiyetimizdedir. Kendi nöbet ye-rimizdeki vazifeleri ihmal edip, başka yerdeki nöbetçileri uyandırmaya kalkışmak ve vazifeye davet etmek işgüzarlığı müslümanm tavrına yabancıdır.
Müslüman hür olmak istiyorsa, öncelikle kendi nefsini merkez yaptığı bir ferdi ve içtimai üssü inan­cının enirine kayıtsız şartsız tahsis etmelidir. Bunu yapmıyorsa, yaptığı şey, bir esirin bir diğer esire acı­masından daha farklı değildir.
Müslüman, Kelime-i Şehadet sancağı altında top­lananları bir millet kabul eder. Bu milletin hürriyet ve-istiklâl anlayışının özü, Allah'a kesin teslimiyettir, ga­yesi ilâ-y-ı kelimetullah'tır.
Kapitalist, komünist, Siyonist ve herçeşit İslâm dı­şı güçlerin telkin ettiği bir hürriyet anlayışına bağ­lanmak müslümana kesinlikle haramdır. Bu bâtıl sis­temlerin hürriyet anlayışına bağlanan insan halâ. «Müslümanım» diyorsa bu kimse sahip olduğu cev­herden habersiz bir cahildir.
Türkiye'de de her yıl «Esir Milletler Haftası» kut­lanır, bu vesile ile nutuklar atılır. Biz Türkiyeli müs­lümanlar olarak böyle dış güdümlü taleplere ve oyun­lara gelmemeliyiz. Dünyada esir kavim ve milletlerin olduğu doğrudur. Ancak biz, başıboş hürriyet mef­humu adına her kavmin kendi kültür ve medeniyeti­ni devam ettirmesini isteyemeyiz. Biz müslüman ola­rak, İslâm dışı her kültür ve" medeniyetin, yaşayış tar­zının iasanın hürriyetine düşman olduğuna inanırız: ve o kültür ve medeniyetle, o yaşayış tarzıyla esir edilmiş insanlığı esaret ve zulmün karanlığından İs­lâm'ın aydınlığına, ebedi sabahına; adaletine ulaştır­mayı gaye ediniriz. Bu gerçekten uzaklaştığımız için İslâm ülkeleri denilen dünya dahi bugün yabancı kül­tür ve medeniyetlerin hakim olduğu esir müslüman-Wla bir manzara göstermektedir.
Bizim kurtarılması için mücadele etmemiz gere­kenler, dünyadaki esir müslümanlardır. Müslümanlar üzerindeki zulmü ve baskıyı yok etmek şuuruna er­medikçe  hürriyet  mefhumunu     İslâm'ca  anlamamış oluruz.
Hasılı, «Esir Milletler Haftası» ve diğer özel haf­ta ve 'günler tamaımen yabancı patentli olup bizi uyut­mak için aramıza sokulmuştur. Hiçbir faydası yoktur. Zalimlerin oyunuaa gelmemek müslümanlıgımızm ge­reğidir. Meselenin özü de budur. [181]

393- «Irkçılıkla Mücadele Haftası»


• Islâmi inanç sistemimde ırkın ırka kesinlikle herhangi bir üstünlüğü yoktur. [182] Renk, dil, memle­ket farklılıklarına ırkı aynlıklıara dönüştüren ve kendi ırkını en yüce kaıbul eden yattıudi topluluğudur. Irk ayırımı "belâsını insanlar arasına ilk atan yahudiler olmuştur.
Irikcılık Fransa'da doğdu, Almanya'da gelişti, Amerika'da uygulanmaktadır. Amerika bir yandan sulhun, hürriyetin havarisidir, ,bir yandan kendi va­tandaşlarına kuduz köpek muamelesi yapmakta­dır. [183]
Irkçılık, soy-sop üstünlüğünü savunmak kendi ır-fondan olmıyanları bakir görmek demektir. Allah '(c.c.) insanları kavim kavim yaratmıştır. Sırf birilbir-ieriyle anlaşıp uyuşsunlar diye. [184] Bir insan kurt ol­makla suçlanamaz, ancak künfccü olursa bu affedilmez 'bir suçtur. Yine Türk olabilir ama Türkçü olamaz. Çünkü İslâm ırkçılığı reddeder. Zira ırkçılık İslâm'ın 'birlik çağrısına karşıdır.
«Allah'ın ipine topluca (birlikte sarılın...»  [185]
«Allah indinde birinizin birinizden üstünlüğü an­cak takva iledir» [186] emri insanlar arasındaki imti­yazı kaldırmıştır.
Dünyada müslümanlarm uğradığı zulümlerin ne­denlerinden biri de ırkçılık belasıdır, telâm birliği ırk­çılık belâsından bozulmuştur. Çağımız buhranlıdır, se­bebi, ırkçılık belasıdır.
Esasen 1789 Fransız ihtilâline kadar hiçbir devlet vatandaşlarını ulusal bir dili kullanmaya zorlama-mışltır. [187] Fransız ihtilâlini hazırlayan filezoflar, Fransız halkının tek bir ulusal dil dışında hiçbirini ko­nu şamıyacaklarını ilân edince, yer yerinden oynamış­tır. Bundan sonra her kavim, kendi dilini korumayı 'kutsal görev bilmiştir. Devlete hakim olan kavim ken_ di dilinin dışındaki dillere hayat hakkı tanımıyordu. Bu tatfbikat -kavmi anlamda milliyetçiliği (ırkçılığı) yaydı. Osmanlı Devletini paramparça eden «İttihad -Tarakki İdeolojisi» temelde Fransız filozoflarının gö­rüşüne dayanmaktadır. Tabii ki bu şeytani bir vesve­sedir.
Emperyalizmin baş temsilcisi yahudiler müslü-man ülkelerde ırkçılık (belâsını körükleyerek o ülke­yi ve insanlarını, bölmüşler böylece halkını mandaları altına almışlardır/
Irkçılık belâsı temelde tevhid inancının tek tem­silcisi İslâm milletini parçalara bölmeyi hedef almışlir. Sömürü düzeni emperyalizm, ırkçılıktan kaynak­lanmaktadır. Zalimler bir ülkede okuduğun kitabı, yazdığın yazıyı, konuştuğun dili, giydiğin kıyafeti, yap­tığın ibâdetti bahane eder ve zulmeder. Bütün bunlar hep ırkçılıktandır.
Bugün memleketimizde lâik sağcı ve solcuların tü­münün ortak yanı hepisinin de kavmiyete! (ırkçı) ol­malarıdır.. Bu zümre sıkıştığı zaman hemen «Atatürk ilkelerinden» bahsederler.
Irklarının üstünlüğüne imân eden lâiklik yobaz­larının memleketimizde halkımız üzerinde ne tür oyunlar oynadığını toplumumuzu ne tür badirelere soktuklarını bilmeye bu iğrenç yüzleri tanımaya mec­buruz. [188]
Özel gün, hafta ve yılların insanları oyalamak ga­yesi ile icad edildiği malumdur. İşte «Irkçılıkla müca­dele günü» ve «haftası» da bu oyalama takdimlerinden biridir. Ink ayırımı yapanlar göz boyamak için bu ayı­rımla mücadele gün ve laftaları ihdas etmişlerdir. Bunlar ne hinoğlu hindirler. Kalhrolasılar karda yü­rüyüp iz belli etmemek istiyorlar.
Şimdi «Birleşmiş Milletler» ce 21 Mart ırkçılıkla mücadele günü kabul edilmiştir. Aynı hafta «Irk ayı­rımı ile mücadele haftası»dır.
İnsanları renk, dil, fiziki görünüş itibariyle biri­kirinden ayıran ırk mefhumu realite olarak mevcut­tur. Çinliyi Rus'tan, Alman'ı Amerikalıdan, zenciyi 'beyazdan ilk bakışta ayıran özellik, farklı ırklara mensup olmalarındandır.
Realite olarak ırk inikâr edilemiyeceğine göre; ırk­lar arasında meydana getirilen düşmanlığın, mücâ­delenin menşei ve sebepleri nelerdir? İş;te bu soruya cevap bulmak lâzım :
Yahudilik dünya hakimiyeti hayaliyle yasıyor. Milletler üzerinde kurduğu adi politikasıyla, insanlı­ğı biribirin© kırdırmak ve kurmuş olduğu teşkilâttı ideolojik kuvvetler vasıtasıyla «bundan istifade etmek istemektedir. Yahudiliğin tahrif edilmiş Tevrat'ın­da kendisinin en üstün ırk olduğuna dair cümleler koymu-şlardır. Geçen cümlelerde Yahudilerin bütün insanları idare etmek için yaratılmış bir kavim oldu­ğu telkin edilmektedir. Bunun yerine gelmesi için Ya­hudilere herşey meşru s ayılmaktadır. Amerika'daki zenci hareketi, Almanya'daki nazi hareketi, Afrika'-daki ırk kavgaları 'buna (Yalhudiye) tepki şeklinde-doğmuştur.
Yahudiliğin baskısı ile iktisadi, ahlâki, siyasi sa­halarda Alman milletini tehakkümü altına almak is­temesi sonunda, normal olarak Alınanlarda yahudî ırkına tepki olarak Alman ırkçılığı doğmuştur.
Amerikada zeiici-beyaz kavıgası halâ devanı et­mektedir. Amerikan milleti adma zencilere zulmeden­ler yahudi aileleridir.
Irkçılığın önüne geçmek için islâm hayata hakim hâle getirilmelidir. Dünya sulh ve sükununun devamı için islâm'dan gayrı hiçbir çıkar yol yoktur.
Bizler Türkiye sınırlan için de yaşıyan Müslüman-lanz. Müslümanlığımızın gereği    Müslümanca yaşamak en büyük ve en tabii arzumuzdur. Halkımızın % 95'i Müslüman olduğunu ikrar etmektedir.
Ancak, memleketimizde sayıları çok azınlıkta olan bir gurup fitne çıkarıyor Müslümanları birbiri­ne düşman yapıyorlar. Bizleri birbirimize karşı suizan_
da bulunmaya sevk ediyorlar. Memleketimizde ta­zı imkânları ellerinde bulunduranlar Müslümanları ters-yüz tanıtarak ezdirmeye zeminler hazırlıyorlar.. Bakıyorsunuz Müslümanım diyen kişi Müslümana Müslümanca tavrından dolayı düşman. Başka hiçbir sebep yok.
Türkiye'de Müslümanların İslâm fikrine sarılma­larını bazı çapulcular bölücülükle, vatanı parçala­makla, ülkede huzursuzluk çıkarmakla itham ediyor­lar. Bazı kişiler de bu zırıltıya kanıp Müslüman3ara. habire baskı yapıyorlar.- Oysa bu vatan Müslümanla-rmdır. Çünkü dedelerimiz bu vatan Müslüman kalsın diye şehid oldular. Biz de bunun için her an şehid ol­maya hazırız. Çünkü Müslümanız.
İslâm Dini, her insanın  kendi ülkesinin yararı için çalışmasını, içinde yaşadığı millete gücünün yet­tiği en büyük faydaları sağlamasını ve yapacağı yar­dımları, kendine en yakın, kimselerden başlayıp uzak olana doğru giderek, yapmasını kesinlikle farz kılmış^ tır. O dereceki, yapılan yardımlar akrabalara öncelik 'tanınması için zekatların birgünlük mesafeden uza­ğa, zaruret olmadan, götürülmesi dinen uygun görül-<memiştir.
Her Müslümanm bulunduğu hududu koruması 've içinde yaşadığı vatana Allah'ın koyduğu ölçüler doğrultusunda hizmet etmesi farzdır. İşte bunun için­dir ki, Müslüman kişi en samimi milliyetçi ve vatandaşlarma en faydalı bir insandır. Çünkü böyle olmak ona Alemlerin Rafob'ı olan Allah tarafından farz kı_ lmmıştır- Müslümanlar, vatanlarının menfaatlerini en çok severler ve milletine hizmet uğrunda kendilerini feda eden kimselerdir. Müslümanlar, ecdadımızın şe-hadet karşılığı alıp bize emanet ettikleri bu aziz ve .şerefli vatan için her saadeti, izzet ve şerefi, ilerleme ve başarıyı candan dilerler.
Resûlüllah'm Medine-i Münevvere'yi sevmesi Mekke-i Mükerreme'yi özleniesine mani olmamıştır. Useyl El-Gifari Mekke'den hicret ettiğinde kendinden Mekke'nin nasıl olduğu sorulmuş. Useyl bir nesirle Mekke'yi övmüş, Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) :
«—'Ey Useyl, bırak kalbleri de ikrar etsinler,» bu­yurmuştur.
Keza, vatan sevgisi Hz. Bilâl (r.aJ'ı şunları söy­lemeye ısevk etmiştir:
«— Ah! Bilsem ki, çevremi çimenler, çiçekler sar-tnış olarak Mekke'de bir gece daha yatacak mıyım? Mecinne'nin suyuna bir daha varacak mıyım? Şame ve Tufeyl'i bir daha görecek miyim?».
Misallerde de olduğu gibi, biz Müslümanlar vata­nımızı severiz. Milletimizin birliği için canla başla gayret ederiz.
Ancak şunu belirtmekte fayda görmekteyiz: Hu­susi milliyetçilik, başkalarını düşünmemek için bir si­lah olarak kullanılırsa biz Müslümanlar bunu yapan­lardan da uzağız. Bizimle birçoklarının aramızdaki fark da işte budur.
Biz Müslümanlar bütün milletlerin saadetini diler ve birlik kurmalarını arzu ederiz. Çünkü İslâm'ın he­defi de budur. Cenaib-ı Hakk buyuruyor ki:
«Biz seni ancak bütün âlemlere rahmet olsun diye gönderdik.»[189]
İslâm, insanların derilerinin   renginin farkından dolayı ortaya atılan ırk ayırımını reddeder. Biliniz ki: «Mü'minler ancak kardeştir.» [190]
İşte İslâm, ırk ayırımı kabul etmez. Bütün Müs­lümanlar da bu birliğe kalbten inanırlar, Müslüman­larda İslâm kardeşliğini kuvvetlendirmeye bütün güç­leriyle çalışırlar.
Batılı ideolojilerle milletimiz ahlaken çökme, iyi sıfatlan kaybetme, gerçekle yüz yüze gelmekten kork­ma, tedavinin yükünden kaçma ve bölünme gibi has­talıklara maruz bırakılmıştır. Bunların devası ise, İs­lâm ile hasta nefis vs ruhları tedavi etmek, milletin .ahlâkını düzeltmektir.
Bu idin, Cenab-ı Hakk'm lütfü ve ecdadımızın ci-hadlarıyla sarsıiknaz temeller üzerine kurulmuştur. Bu kuvvetli temeller, iman etmek, geçici dünya ma. İma aldanmamak, ebedi ikâmetgâh yeri olan ahireti dünyaya tercih etmek, Allah için can ve malı feda et­mek, Allah yolunda ölmeyi sevmek ve hülâsa olarak Kur'ân-ı Kerim'in yolunda yürümektir.
Bizler de nefislerimizi islâh edelim. Davamızda sı­kı çalışalım. İslâm ümmetini hayra sevk edelim. Ce­nab-ı Hakk buyuruyor ki: «Allah sizinle beraberdir. Yaptıklarınızı zayi etmez.»[191]
Zamanımızda fitne-fesadm kâfirlerin gayretli ça­lışmalarıyla yayılmasına rağmen milletimizin ruhun­daki doğruluk unsurları kuvvetlidir. Biz halihazırda güçsüz olsak da, zayıf olan devamlı zayıf kalmıyaca-ğı gibi, kuvvetlinin kuvveti de ebedi devam etmez. Bu konuda Rabb'unızın şu emri vardır: «Biz ise istiyorduk M, güçsüz sayılanlara iyilikte bulunalım. Onları ön­derler yapalım. Ve onları varisler yapalım. [192]
Zaman bize yakında büyük hadiseler (gösterecek­tir. Büyük işler yapma fırsatı yakında bize verilecek­tir. Bütün dünya, içinde bulunduğu acılardan kurtul­mak için davamıza «Kurtuluş ve selâmete eriş» davası gözüyle bakmaiktadır. Artık milletlere önderlik etme sırası tekrar bizimdir. Rabb'ımız müjde veriyor:
«O günleri biz insanlar arasında değiştiririz.» [193] buyuruyor. Yani, bazan bir kısım insanları galip ge­tirir, bazan da tam aksine onları mağlup eder diğer­lerini galip getiririz buyuruyor.
Hasiüı, İslâm'da ırkçılık kesinlikle yasaklanmıştır. Irkın ırka üstünlüğü tezini insanları sömürmek için yahüdıiler ortaya atmıştır. Sömürü düzenleri ırkçılık belasıyla ayakta durabilmektedirler. Irkçılık 'belâsının şerrinden korunmanın tek çaresi İslâm'ı hayata hakim 'hale getirmektir. Dünya sulh ve sükununun gerçekleş­mesi de 'buna bağlıdır. [194]

394 — «İnsan Hakları Haftası»


10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletlerce alman bir kararla «İnsan Hakları Evrensel Beyanna­mesi» adı altında 30 maddelik bir karar ilân edildi. 1949 yılından itibaren de 10 Aralık günleri, «İnsan Hakları Günü» olarak üye ülkelerce kutlanmaya baş­landı. Ayrıca bu güne rastlıyan hafta da «İnsan Hak­ları Haftası» olarak ilân edildi. Özellikle bu hafta ve­silesiyle, memleketimizde yetkili-yetkisiz zümrelerce bol bol nutuklar çekilip adı geçen beyannamenin «fa­ziletlerinden bahsedilir.
Bu şuna benzer. Analar çocukları uyuturlarken :
«Ninni yavrum ninni
Uyusun da büyüsün, ninni.
Kırlarda yürüsün ninni,       .                 ...
Koşsun oynasın ninni...»
diyerek beşiklerini sallarlar. Bunları dinliyen çocuk «ıhı hı hı» diyerek uyur ve anne kalkıp işine gücüne bakar. Aynen bunun gibi Amerikan'ın emri ve önder. . ligi ile «Birleşmiş Milletler Teşkilâtı» kurulmuş bu teş­kilâtla insanlık Amerika'ya hizmetkâr yapılmıştır. Teşkilât beşik, hak-hukuk vesaire birer ninni vazife­si yapmaktadır. Bu teşkilatın kuruluş gayelerinden 'biri de îsraü'i ve yahudileri korumaktır. Üye devletler lehine alman kararların tamamım veto eden Amerika sadece İsraili ve kendi çıkarlarını korumaktadır.
Bahsi geçen beyannamenin hiçbir maddesi süper güçler tarafından tatbik edilmemektedir. Amerika'da ırk ayırımı en acımasızca icra edilmektedir. Derileri­nin renginin ayrılığından dolayı insanlara akıl almaz zulümler yapılmaktadır. Bu zalimler hak-hukuk tanı­mazlar. İlân ettikleri beyanname aldatmacadır. Afga­nistan'da, Vietnam'da, Filistin'de Eritre'de, Filipinler'-de dinleri İslâm diye milyonlarca    müslümanı şehid ettiler milyonlarca müslümana da zulmettiler. Kadın­ların r&himlerindeki ceninlere varıncaya kadar daha doğmamış çocukları bile katlettiler. Nerede bu beyan­nameye imza atanlar.    Anlaşılan odur ki,  «Birleşmiş Milletler» de «Evrensel Beyanname»leri de İsrail'i ko­rumak, insanlığı (kendilerine köle yapmak için birer tuzak olarak vardır. Bu zalimlerin insan hakları, ada­let, eşitlik, birlik beraberlik nutuklarına aldanmamak lâzım. Bu lâfları, tuzaklarının yemidir. Bunu iyi bil­mek lâzım. Bu sahtekârlara aldanmamak lâzım.
İnsan haklarını insanlığa ilk tebliğ eden iki cihan serveri Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir. Efendi­miz (s.a.v.) insan haklarım ilân etmekle kalmamış ilân ettiği esasları eksiksiz tatbik etmiş ve ettirmiş­tir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Veda Hac-cırnda, 9 Zilhicce Cuma günü zevalden sonra Kusvâ adlı devesi üzerinde, Arafat vadisinin ortasında, 124 bin Müslümanın şahsında, bütün insanlığa hitabetti. Bu tarihi hitabede insan haklarıyla yakından ilgili olan şu güzel cümleler de yer alıyordu:
«İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mek­ke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, na­mus ve şerefiniz de öylece mukaddestir. Her türlü te­câvüzden mâsundur.
Ashabım! Yarın Raibbınıza kavuşacaksınız. Bugün­kü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksı­nız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyyetimi bu­rada 'bulunanlar bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden da­ha iyi anlayarak hıfzetmiş olur.
Ashabım! Câhiliyet devrinde güdülen kan dava­ları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan da­vası, Abdülmuttaîib'in torunu (amcalarımdan Hâris'in oğlu)  Rabîa'mn kan davasıdır.
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rab-bınız birdir, babanız birdir. Hepiniz Adem'densiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başka. lan üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancaık takva iledir. Müslüman müslümamn kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Gö­nül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hak­kına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatîarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğe etsinler.»
İşte iyi ile kötünün, eğri ile doğrunun, güzel ile çirkinin, hak ile batılın, gerçek iie sahtenin farkı or­tadadır. Herşey ortadadır. Adalet İslâm'da, saadet İs­lâm'da, eşitlik İslâm'da, ayırmankayırma da yok İs­lâm'da.
Hasılı, «Birleşmiş Milletler Evrensel Beyanname­si» bir aldatmacadır. İnsanlığı sömürmede bir oyala­ma taktiğidir. Küfrün !bu ve diğer oyunlarını bozma­nın çaresi «Müslüman»in inandım dediği İslâm'ı ha­yat nizamı olarak tanımasına bağlıdır. Bu olmadan in­sanlığın göz yaşları dinmez, dünyanın da yüzü gül­mez. [195]

395 — «Yaş Günüm»


Dünyada iki millet vardır:
1- İslâm milleti.
2- Küffar milleti.  [196]
Bir millet varlığını inancına ve bu inancına ters düşmeyen adet ve an'anelerine bağhlığıyla sürdü­rür. Özellikle Ümmet-i Muhammed inancından, âdet ve an'anelerinden, kendisini insan yapan değerlerden uzaklaştıkça yak olmağa mahkum hâle gelir.
Mesele şudur:
Batılı emperyalist kafirlerin kültürü ile bize geçen bâtıl inançlardan biri de «Yaş günü» hikâyesidir. «Yaş günü» hikâyesi batı toplumunda vardır ve olma­sı da batı insanı için zorunludur.
Çünkü batı insanını bizdeki gübi bir araya geti­recek hiçbir bağ yoktur. Bu insanlar tekniğin gürül­tüleri arasında yapayalınız kalmışlardır. Yalınızlıkla-rmı giderecek çareler arıyorlar. «Anneler ıgünü», «ba­balar günü» ve «ya/günü» 'hikâyeleri hep bu arayışın ortaya çıkardığı zaruretlerdir.
Bizde ıbuna gerek yok. Çünkü bizi bir araya ge­tiren çok değerlerimiz var, elhamdülillah... Beş vakit namaz, Cum'a namazı, Bayram namazları, düğün, sünnet merasimlerimiz, komşu ve akraba ziyaretleri-iniz.-- bizi bir araya getiren değerlerimizden sadece ıbir kaç tanesidir. Biz ana-b abamızla, çoluk-çocuğu-muzla bir arada oturur, yemeklerimizi birlikte yer, (bir araya ıgelince sdhlbetler ederiz. Misafirperverlik gi-ıbi dünya insanının gıbta ettiği özelliklerimiz var, el­hamdülillah... Onun için bizde «yaş günü»n yeri yok­tur. Herşeye rağmen bünyemize kabul edecek olursak kanser mikrobunu katoul etmekten daha tehlikeli bir iş yapmış oluruz. Bizi köle yapmakla kalmaz neslimizi de bu ağır felâkete maruz bırakır.
Bizde «yaş günü» hikâyesi sadece sosyete ve batı hayranı aşağılık duygusuna kapılmış ailelerde kabul görmüştür. Hanımefendilik vasıf larmdan. mahrum ve orta ve daha ileri «okullarda tahsile» devam eden kız­lar da kendilerini kabul ettirebilmek için çevrelerine «yaş günü»nün yayılması için öncülük etmektedirler. Bu adetin yaygınlaşmasında televizyon ve okullar da «başöğretmen»lik görevini üstlenen kurumlardır.
Tarihte Türk toplumu kadar kendi inançlarına, âdet ve an'anelerine karşı gelen, batıcılığa hastalık de­recesinde kucak açan başka bir toplum yoktur. Has­talıkların yerleşmesinde devlet öncülüğünü de ıgöz ar­dı etmek mümkün değildir. Ancak bu millet olma va­sıflarını köreltir devleti de milleti de yıkar.
Batı insanı kendi toplumuna has bir «yaş günü» hikâyesi uydurmuştur. Yaş gününü kutlıyacak kişi im­kanlarına göre büyükçe bir pasta yaptırır. Pasta­nın üzerine her renkten yaşı adedince mum diker. Er­kek kadın arkadaşlarını çağırır. Mumlar yakılır. Te-settürsüz ve nefisleri azgmlaşmış insanlar yaşını kutîayacakları arkadaşının alkışlarla mumları üfleyip söndürmesiyle cümbüşe başlarlar. Kim kime ne yap­mayı programladı ise onların icrasıyla içkiler içilir, pastalar yenir. Bunun en hafifi kadm-erkek öpüşmek­tir, ıgerisi mi, onu ancak yapanlar bilir.
Mum yakmak hıristiyanhk inançlarına göre ibâ­dettir. Bir hıristiyan kilisede yaktığı mum adedince tanrısına yaklaştığına inanır. Hatta «eğer şu işim olur­sa tanrı adına kilisede 10 mum 20 mum yakacam» di­ye adak yapar. Onlarda bir ibâdet çeşididir mum yak­mak. Yaş günlerini de yarı ibâdet yarı rezalet olarak yaparlar.
Şimdi bizim memleketimizde de bu yavaş yavaş uygulanmaya başlandı. Ateş yakmak mecusilerden hı-ristiyanlara onlardan da bize 'birçok ahlâksızlıkla be­raber geçti. Yaş günü belâsı yirminci asrm yüz kara­larından biri olarak tarihe geçecektir.
Her anından hesaba çekileceğine inanan her müs-lüman hayatının hesabını yaparak ömrünü harcar. Müslümanm en büyük ideali, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmektir. Bu gayretle hayatını düzenleyen müslüman dinde hoş görülmeyen hiçbir şeyi bünyesine kafbul etmez. «Yaş günü» denilen re­zalet hareketi de müslüman bünyesine giremez.
Hasılı, «yaş günü» denilen şey de «anneler günü» misali batı patentli bir rezalettir. Bu rezalet bâtılı bünyeler için yaşantıları gereği bir zaruret olmasına rağmen '"biz müslümanlar için rezalet olur. Bizi yıkar. [197]

396 — «Anneler Günü»


.• Her yıl memleketimizde ve dünyanın bir çok ülkelerinde Mayıs ayının 2'inci Pazar .günü «anneler günü» olarak kullanılmaktadır.
Özel gün ve haftalar edinme âdeti bize batıdan gelmiştir. Memleketimiz maalesef 'batının neseb-i gayr-i sahih kültürünün istilâsına uğramıştır. İdare­ciler memleketin bütün kapılarını batıdan gelen her-şeye açmış, hiçbir işe yaramayan kısımlarının yaygın­laşması için de ülke imkânları sonuna kadar kulla­nılmıştır.                                         
«Anneler günü» denilen gün gelmeden birkaç gün öncesinden televizyonda, radyoda okullarda malum gün ile ilgili programlar yapılmaktadır. Spikerler açı­şı, yapımcılar programı, şarkıcılar şarkılarına, türkü­cüler türkülerine öğretmenler ve prefösörler dersleri­ne hep anneler gününü kutluyarak başlarlar. Gazete­ler bunun için sayfalar ayırır. Dükkanlarda bunun için vitrinler düzenlenir. Yahudi hesabıyla yapılan propa­gandalar neticesinde israf ekonomisi yeniden canla­nır, alış-veriş hızlanır. Herkes anasına birşeyler alır. Sonra ertesi gün anneler kendilerine reva görülen zu­lümlerle başbaşa bırakılır.
Hakkında methiyeler düzülen «anneler günü» hikâyesinin mahiyeti nedir? Bu sorunun cevabım ©ge-" men güçler <bir de şuurlu müslümanlar hariç kimse bilmez. Sömürü ve köle düzenlerin varlığının gereği de budur.
Hikâyedir ninnilerle anlatılır. Hem de öyle tesir­li bir ninni ki, milletler bu ninniyle uyutulur. Çünkü köle düzenlerin köle insanları aldatılmaya müsaittir. Ne olmuş? Efendim Amerikalı bir kız varmış. Anne­sini çok severmiş.   Annesinin ölümü onu çok üzmüş. Hep ağlarmış. Annesini bir türlü unutamazmış. Gece­leri rüyasında gündüzleri düşünde iıep onu görürmüş. Bu kız sonunda Amerikan yönetimine müracaat ede­rek annesinin öldüğü günü «dünyada anneler günü» -olmasını talep etmiş. Yönetim de bu masum kızın acı­sını !bir nebze dindirmek ve diğer insanlara da anne­lere saygı ve sevgiyi hatırlatmak için vatandaşı Anna Jarvis'in isteğini olumlu 'bulmuş ve her yıl Mayıs ayı­nın ilk Pazar gününü «Anneler Günü" olarak ilân et­miş. Böylece bu cici kızın gönlü olmuş. Herkes o gün­den beri bu cici kızı severmiş. Sonra bu cici kız büyü­müş kocaman bir «madam» olmuş. Zaman gelmiş ki o da ölmüş. Ama ismi halâ yaşıyormuş. 19ö8'de cer-yan ettiği anlatılan bu hikâyemsi masal da geçen gün 1914'de Amerika ve Avrupa ülkelerinde Resmi bay­ram ilân edilivermiş. O günden beri, ismi «îsîâm ül­kesi» denilen yerlerde de bayram gibi kutlanırmış.
Evet...   «Anneler    günü» hikâyesinde     perdenin önünde hep 'bunlar anlatılır, durur. Ya perdenin ar­kasındaki gerçek .iledir? Bu .gerçek morfinlenmiş top­lumları pek ilgilendirmiyor. Olayın aslı şudur:
«Anneler günü», eski Yunan'da Tanrıların Ulu anası sayılan Reha'ya tören ve şenlikler yapılan .gün­dür. Bu günde Tanrılarının ulu Anası Reha için bay- edilir, şenlikler yapılır, adına törenler düzenlenir, herkes biribirine bu günün hatırasını yâd etmek için hediyeler ahr-verirdi. Sonra bu törenler kilise âdetle­ri araşma girdi
Bizim ülkemizde «anneler günü»nü yâd etme hi­kâyesi Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasmdan son­ra çok sıkı çalışmalar sonucunda resmen 1955'de baş­ladı. O günden beri Türkiye'de de her yıl biraz daha genişliyerek, görkemleşerek «Tanrıların ulu Anası Re­ha için» törenler yapılır, Reha anılır. Dahası var «Tan­rıların Anası Reha için» 1955'ten heri «Yılın annesi» seçilir. «Türkiye güzeli», «Yüz .güzeli», «Bacak güzeli», «Göğüs güzeli», «Karpuz Güzeli», «Kabak güzeli», «Artist güzeli»... seçilen ülkemizde bir de «Yılın an­nesi» seçilir.
Türkiye'de İslâm'a saldırma sebeplerinden biri de «Anneler günü» dür. Bugün vesile edilerek «kadın hakları» gündeme getirilerek İslâm'ın kadının hakla­rını ihlâl ettiği masalları uydurulur. Türkiye'de ka­dınların lâiklikle birlikte [198] haklarına kavuşabildik­leri nutukları çekilir.
Gerek «anneler günü»nün gerekse «babalar gü-nü»nün olması batı toplumu için bir mecburiyettir. Fakat bizim toplumumuz için kesinlikle buna gerek yoktur. Çünkü bu iki toplum ıbirübirinden tamamen farklıdır. Kesinlikle biribirine benzer tarafları yoktur.
Batı toplumlarında aile dağınıktır. Kapitalist ve komünist ekonomiler gereği 'herkes çalışmak zorun­dadır. Kadının, kocasının ve çocukların keseleri bile ayrıdır. Çocufk kız olsun, erkek olsun belli bir yaştan sonra evi terk eder. Kazancından ailesine zırnık vermez. Gününü (gün etmek için çalışır. Aylarca yıllar­ca aile ocağına uğramaz. İstediğini yapmakta ser­besttir. Evlendiğinde kesinlikle ana-babasıyla bir ara­da oturmaz. Hatta onları evine 'bile çoğu zaman, ka­bul etmez. Onlara kazancından yedirmeyi enayilik ka­bul eder. Belli bir yaştan sonra ana-babalar da kendi­lerini ihtiyarlar yurduna atmak zorundadırlar. Bu yurtlarda emekli maaşları ile kendilerine (baktırırlar. İnsanın yaratılışında evlât sevgisi ve şefkati vardır. Artık ıbiribirinden ayrılan ebeveyn ve evlâtların bir daha görüşmeleri imkânsız hâle gelmiştir. Batı top­lumlarında çocuklar ana^babalarının ölümlerini bile yıllar sonra duyarlar.
İşte -bu kopukluğu ve ana-yavru şefkatini yılda . bir gün bir kaç saatliğine de olsa karşılamak için batı toplumları «anneler günü», «baibalar günü», ihdas et­mişlerdir. Başka türlü aile fertlerini bir araya getire­bilme imkanı yoktur batının. O gün batılı yaptırdığı bir demet çiçekle anne-fbalbasma gider yanlarında ,bir kaç saat durmaya zor tahammül ederek oradan ayrı­lır. Batı toplumunun yapısında bu zulüm vardır. Onun için «anneler günü», «(babalar günü» bu toplum için zaruridir.
Bize gelince. Biz müslüman bir toplumuz, elham­dülillah. Onlardan toplum olarak ayrılan bir özelliği­miz var. Aramızdaki farkın mukayesesi bile mümkün değildir. Her ne.kadar müslümanlığm icablannı ye­rine getirmeyen bir ülkede yaşıyorsak da halkımızın kahir ekseriyeti müslümandır. Müslüman olmamız ve eskiden'beri gelen âdet ve an'anelerimiz henüz ta­mamen üzerimizden silinmiş değildir. Bu bakımdan 'batı toplumundan ayrıyız.
Birçok bakımlardan gerek «anneler günü»nün ve gerekse «babalar günü»nün bizim toplumumuzla alası yoktur. Bizim kitabımız Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an'-da Cena'b-ı Hakk kendisine imândan sonra ana^baba-ya itaati emretmiştir. Dinimiz çocukları İslâm terbiyesi ile yetiştirme görevini de ebeveynlere vermiştir. Bu terbiyenin hakim olduğu müslüman ailelerde ana _ «baba, çocuk ilişkilerinin —istisnaları olmakla birlik­te— bozuk olması mümkün değildir. Ahiret inancı sağlam "bir aile fertleri nasıl olurda.ıbiribirlerine kar­şı olan görevlerini ihmal edebilirler.
Bizim inancımıza göre «Ana-babayı ağlatmak, on­lara karşı âsi olmak, dine uymayan emirleri hariç diğer isteklerini yerine getirmemek en büyük günah­lardandır. [199]
«Annenin ayağını öpen cennetin eşiğini öpmüş gi­bidir.- [200]
«Ra'bbm rızası, baibanın rızasındadır. Rabbın ga­zabı babanın gazabmdadır.»  [201]
«Cennetin kokusu 500 yıllık mesafeden duyulur. Bu kokuyu ana-babaya asi olanlar, akraba ziyaretini kesenler duyamaz.»
«Ana-b abaların ihtiyarlık zamanlarında bunlar­dan birine veya her ikisine yetişip de (bunlara lâyık oldukları hürmette bulunmadıklarından dolayı) cen­nete giremiyen kimsenin burnu yerlerde sürün­sün.»[202]
«Kim ebeveynini hoşnut ederek sabahlarsa onun için cennetin iki kapısı açılır. Kim böylece akşamlar­sa, durum aynıdır.
Kim de ebeveynini inciterek sabahlarsa oiıa ce­hennemin iki kapısı açılır. Kim böylece akşamlarsa, durum aynıdır.
Zulmetmiş olsalarda. Zulmetmiş olsalarda zulmet­miş olsalarda.» [203]
Cenab-ı Hakk evlât mevkiinde olanlara şu emri veriyor:
«...Rabb'im, küçükken ananubabam beni nasıl ye­tiştirdiler merhametlerini üzerimden eksik etmedilerse sen de onlara merhamet et» diye dua et. [204]
Peygamberimiz haber veriyor:
«Evlât ana-babaya duayı terk ederse dünyada rız­kı dar olur.»
Yine evlât, dünyada ana-babanm hayır duasını alamazsa mahvolur, perişanlıktan kurtulamaz.
Bir adam annesini sırtına almış Kabe'yi tavaf et­tiriyordu. Bu şahıs Kâibe'nin dibinde oturan Rasûl-i Ekrem  (s.a.v.)  Efendimize yaklaştı.
—  Ya Rasûlallah, ıbu sırtımdaki   ıbenim anamdır. Görüyorsun Kabe'yi sırtımda tavaf ettiriyorum. Aca­ba annemin hakkını ödeyebildim mi? diye sordu. Hz. Peygamber de :
—  Hayır, seni karnında taşırken bir nefes alma­daki zahmetinin dahi hakkını    ödeyemedin,  buyur­du.  [205]
Dünyada insanların Allah (c.c.) kelâmından son­ra en çok kullandıkları kelime ANA kelimesidir. Ana başa tac'tır. Her derde ilaçtır. Şefkat ve merhamet pı­narıdır. Dünya ve ahiret saadeti vesilesidir. Onun için
kardeşlik hukuku.) islâm'da ANA'ya lâyık olduğu makam verilmiştir. Bu makama saygısız olanların akıbetleri perişanlıklarla doludur.
Anaya itaat ve iyiliğin, babadan önce gelen bir h.ak olduğunda icma' vardır. Çocuk üzerinde anneye; ait üç haslet vardır ki babanın bunlarda iştiraki yok­tur :
1- Hamilelik müddetince çocuğu taşır.
2- Doğum sancısı çeker.
3- Süt emzirme çağında sıkıntılar çeker. Bunun için Efendimiz (s.a.v.) «Annenin iıakkı babanın iki katıdır.» «Annenin duası daiha çabuk kabul olur.» Oradakiler sordular:
«— Niçin Ya Rasûlallah?» Efendimiz de :
«— Çünkü anne, ıbabadan daha şefkatlidir. Şef­katle yapılan dua ise, sakıt olmaz» cevabını verdi.
Kesinlikle bilinmelidir ki, önce ana kanı, sonra. ana sütü ile beslenen çocukların ömür boyu almaları gereken mânevi ıbir besindir ana duası...
İhtiyarlığın kendine has bir ağırlığı ve hürmeti gerektiren tarafı vardır. İhtiyarlıktaki kudretsizlik ol­dukça önemlidir. İsra Süresindeki —ayın harfiyle baş-hyan— «...Indeke...» kelimesinden anne ve babanın ihtiyarlık halinde evlâdının hizmet ve himayesine sı­ğınması dile getiriliyor. Her müslüman evlât daha ön­ce kendine gösterilen şefkat ve merhamet gibi yerine getirmede -kusur etmemeğe gayret eder. Müslümanlı­ğın gereği budur.
Müslüman evlât ana-babaya sıkıcı ve üzücü ha­reketlerde bulunmaz. Edepsizlik sayılan şeylerden sa­kınır. İkisine de tatlı tatlı sözler söyler. Onlarla ko­kuşurken hep saygı ve hürmet ifade eden cümleler kullanır.
Hatta müslüman evlât anne-ibabası öldükten son­ra 'bile sevabı onlara gitmek üzere ameller işler. Bir-.gün biri Rasûllah (s.a.v.) Efendimize .geldi. Dedi Jti:
«—L Ya Rasûlallalı! Ölümlerinden sonra da ebevey­nime yapacağım bir iyilik var mı?»
Efendimiz  (s.a.v.)  cevaben:
«— Evet! Onlara dua etmen, onlar için istiğfar et_ men, vasiyetlerini yerine getirmen, dostlarına ikram­da bulunman ve kendi akralbalanna yardımda bulun-mandır.» buyurdu.
Burada görülüyor ki: Ana-babanm arkadaşları­na bile onlar öldükten sonra iyilikte bulunmak İslâm'­ın emridir.                  
İşte İslâm ve Müslüman budur.
Bir tarafta ana-foabadan bir an bile ayrı kalma­nın onlara hizmette zerre kadar kusur etmenin ce­henneme girme seböbi sayan müslümanlar; diğer ta­rafta annejbabasıyla bir arada bir saat kalmaya tehammül edemiyen onlara hizmeti enayilik addeden batı küfür zihniyeti. Şimdi kalkıp bunların «anneler günü» ne babalar gününe sahip çıkmak akıl sahipli­ği ile bağdaş tınlamaz.
Devletin bu işe öncülük etmesi meselesine giremi­yoruz. Çünkü bu meseleye girmek kanunen yasaktır. Ancak şunu söylemekle iktifa edebiliriz : Bu memle­ketin halkı müslümandır; devletin dini yoktur. Devlet milleti hıristiyan batı kanunlarından tercüme edile­rek alman kanunlarla idare eder.
Hasılı, «Anneler günü» Ibatı toplumları için bir za­ruret, bizim toplumumuz için bir felâkettir. Batı in­sanı annesinibir gün tanır, müslüman annesini ömür "boyu sırtında taşır. Türkiye'de «anneler günü» yapmak yeni nesillere «ananı senede birgün seveceksin sonra de ayağınla tepeceksin» felsefesini aşılamak olur.
«Anneler günü»nün bizim toplumumuza sokuştu-rulmasının gayesi şudur :
1- Batı inancına göre, Tanrılarının ulu anası say­dıkları Reha için tören ve şenlikler yaptırıp onu yâd ettirmek.
2- Ana-babayı bir gün  sevmenin yeterli olduğu fikrini yerleştirmek.
3- İnsanları bu ve benzeri şeylerle oyalayıp asıl hedeften saptırmak ve foöylece bâtıl düzenlerin deva­mını sağlamak.
4- Toplumları oyalamak.
5- Egemen güçlerin sömürüsünü kamufle etmek.
6- Yahudiye pazar kurdurup   mallarını sattır­mak.
7- Böyle gün, gece ve    haftaları vesile ederek İslâm'ı menfi yönde propaganda etmek.
Biz müslümanlar olarak böyle bir gün icadını red­dederiz. Bünyemize kesinlikle kabul etmeyiz. Cemiye­timize yerleştirmek isteyenlerin hidayeti için duâ ede­riz. Hidâyete ermiyeceklerse kahrı perişan olmalarını Mülkün Sahibi Allah (c.c.)'dan taleb ederiz. [206]

397- Babalar Günü»


 Biz müsiümanlarm arasına sokulan batı adet­lerinden biri de «babalar günündür. «Anneler gü­nünden sonra bir de babalar için gün tahsisi sonra­dan, ihdas edilmiş bir bid'attir. Diğer özel gün ve ge_ çelerde olduğu .gibi, belli çevrelerin edinmek istedik­leri menfaatleri elde etmek gayesiyle bir de «babalar günü» hurafesi uydurulmuştur.
Böyle «babalar günü» denilen özel bir günün de, biz müsîü mani arla uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur. Kim ki, (buna rağbet ederse o müşrik batı top-' lumuna uymuş olur. Mahşer günü o uyduğu toplumla beraber haşrolaçaktır. Peygamber Cs.a.v.) Efendimi­zin :
«— Kim bir   topluma benzerse    onlarla beraber haşrol&caktir» haberi herkesçe malumdur.
Biz müslümanlar, ana-babaya özel günlerde değil bir ömür boyu hürmet ve hizmet ederiz. Onları kır_ manın ve kızdırmanın neticesinde hayatımızın allak -bullak olacağına inanırız. Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde kıymeti bildirilen anajbabalarla ilgili husus­lara titizlikle riayet ederiz. Çünkü dinimizde Allah (c.c.)'a iman ve itaattan sonra ana-babaya hürmet emredilmiştir. Bizler öyle bir inanca sahibiz ki, ana -babamıza itaatamiz ve (hizmetimiz oranında kendimizi mutlu hissederiz.
Batı hayat tarzında insanlık yıkıldığından ana _ babanın değeri yoktur. Bazı duyguları tafcmin için gün­ler ihdas etmişlerdir. Onların yaşantıları gereği ken­dilerinin böyle günlere ihtiyaçları vardır. Lâkin bizim­le böyle özel günlerin hiçbir alâkası ve ilgisi yoktur. Müslümanlar olarak, müşrik ıbatı toplumunun hiçbir yaşantısını kabul etmemek müslümanlığımızm gerek­lerindendir. Aksi takdirde cehenneme doğru yuvar-, lanmış oluruz.
Hasılı, «Babalar günü» de biz müsiümanlarm bünyesine uymayan bir ıbatı adetidir. İğrenç batının bir yüzünü ifade eder. Müslümanlar olarak böyle bir güne katılmamız, onda (babamıza hediyeler almamız, onu kutlamamız, kutlayanlara destek olmamız katiy-yen caiz değildir. Bunun ne tür bir neticeye sebep ol­duğunu bundan önceki «anneler günü» konusunu iş­lerken zikrettiğimizden dolayı bu mevzuyu burada kesiyoruz. Cenab-ı Hakk Ümmet-i Muhammedi batı­nın her çirkinliğinden korusun ve kurtarsın... Hep birlikte gayretimiz ve dualarımız bu yönde olsun, in-şaallah... [207]

398 — «Dünya Kadınlar Günü»


Her nev'i mürailiklerin, yapmacıkların ve ba-yalıkların hüküm sürdüğü günümüz hayat tarzı için­de faziletler yerini istismar, sömürü ve kötülük ile de^ ğiştirince, insanlık bir takım sun'i ve sahte değerler arkasına gizlenmiştir.
Bîtfbuçuk asırdır milletimiz üzerinde müthiş bir zorlama, etkileme ve değerlerine aykırı bir kültür ya­pısı oluşturma gayret ve çabaları hüküm sürmekte­dir.- Tanzimattan beri müessir olarak devam eden ah­lâk tahrifatı mânevi çözülmeler 'göstermiştir. Bu ne­denle toplumumuz materyalist ve egoist sistemlerin kaynak olduğu 'buhranlar anaforuna tutulmuştur.
Kadının, evi dışına, yuvası haricine çekilerek ille-de dışarıda çalışması gerektiğinin savunulduğu, iffet­sizliğin, ahlâksızlığın medeniyet 'göstergesi sayıldığı cemiyetimizde bugün 'böylesi rezillikler îslâmi, insani ve ahlâki meziyetlere egemen duruma getirilmiştir.
Batı kültürünü dünya kültürü haline getirebilmek için- memleketimizde ûe büyük çalışmalar yapılmak­tadır. Bunun için batılının amelleri, âdetleri sosyal muhtevalı olaylar dizisine dahil edilerek bunların çağ­daş bir zorunluluk olduğu kanaati oluşturulmakta­dır. Bu ve toenzeri sebeplerle batılıları dahi aşan ke­pazelikler bizde tatbikata konulmaktadır: Noel yortuları, yılbaşı kepazelikleri, diğer özel gün ve geceler buna bir misaldir.
Nesillerinin maymun olduğunu iddia edenler, ka­dını, anayı, yaşlıyı, yetimi, güçsüzü... düşünmek şöy­le dursun; «insan hakları» teranesine rağmen kadına hayvan kadar bile kıymet vermemelerine rağmen, bir de:
«Dünya kadınlar günü» «Dünya çocuklar yılı» «Yaşlılar haftası» «Sakatlar haftası» «Babalar günü» Anneler günü»
gibi günler, haftalar, aylar ve yıllar ihdas edip, sah. te anma ve kutlama faaliyetleri ile havanda su dö­verek iş yapma görünümüne bürünmeleri, tek keli­me ile düzmecedir. Bu ihdas ettikleri özel günler, ge­celer menfur emellerine daha kolay ve daha hızlı varma taktiğinden başka bir şey değildir.
Bunlar kadını:
©   Kasapta satılan etten farksız hale getirdiler,
© Defile, moda, reklâm, para, şöhret gibi çağ­daş metodlarla orta malı haline getirdiler,
© Özgürlük, eşitlik, kadın hakları aldatmacasıy-la ahlâksızlığın vesikalısına varıncaya kadar yaptır­dılar,
• Onu ortak mal haline getirip bu haline de mes­lek adını verdiler.
© Sokakları ev, parkları yatak odasına dönüş­türecek kadar aile değerini ayaklar altına aldılar,
@ Kadını «evinin hanımı» olmaktan çıkarıp so-kağm kadını haline getirdiler.
• Nüfus plânlaması adı altmda ana karnındaki çocukların yaşamasına dahi izin vermeyerek anayı da yavruyu da hiçe saydılar,
® Kadını nesebi gayr-i sahih bir nesil için kul­landılar...
Sonra da, bu zalimler insan havarisi kesildiler. Son yıllarda zulümlerini özel gün, hafta, ay ve sene­lerle kamufle etmeğe başladılar.
Şunu 'herkes bilsin ki, insanca yaşanacak bir ha­yat düzeni, insanlığa talib olanların İslama talib ol­masıyla yaşanabilir. İslâm'dan uzak hayatın sebep olduğu buhranın karanlığında İslâm'dan gayrı görü­nen her ışık aldatan bir seraptan başka bir şey değil­dir.
Şu halde, Kur'an ve Sünnet gerçeklerine inanan mü'minler olarak istismarcıların   icad ettikleri sun'i ve deni gün ve haftalara aklanmamamız gerekir, işte bu sun'i günlerden biri de «Dünya kadınlar günündür. Kur'an ifadelerinde    yüceleşen, Peygamber     (s.a.vj Efendimizin dilinde billurlaşan,  merhamet, çile, sabır, şefkat, sevgi ve fedakârlık abidesi müslüman kadın­lar için İslâm, öyle tek bir günü değil; yaşanacak bü­tün günleri müslüman kadınlar günü olarak vasıflan­dırır.
Dünyanın en nurlu kadını olan müslüman kadın, yavrularını aylarca karnında, yıllarca kucağında ve ömürleri boyunca da kalblerinde türlü meşakkatlerle taşırlar. İşte bu ıkadın anadır. Bu kadın ölümü paha­sına da olsa rahimdeki çocuğunu kürtaj denilen me­lanetle öldürtmez. Bu kadının duası müstecaptır. Hoş­nutluğu Cennet'e girme sebebidir.
Analara isyan etmenin, kalb kırıcı hareketleri ona reva görmenin insanlığın omuzlarını çökerteceğini unutmamak lâzımdır.
İşte, zamanımızda, bâtıl ideolojilerin yerin bin Kat dibine batırdıkları, ibâdetsiz, duâsız, ahlâksız ve iffetsiz bir hâl ile «ana» mefhumundan uzaklaştırdık­ları kadın, doruklardan uçurumlara düşünülürken; 14 asır evvel, ayaklarının altına Cennet eşiği sıfatı veri­lerek en ulvi mevkiye eriştirilen kadın «ana» olarak İslâm'ın paha biçilmez çehizleriyle teçhiz edilip, yü­celtilmiştir. Köle düzenlerin ahlâksızlığı içinde insan-lıklarıyla beraber herşeylerini kaybeden Avrupa Hı­ristiyan kafalı çağdaş İslâm düşmanları birgün bu gerçeği idrak edeceklerdir, biiznillah...
Hasılı, «Dünya kadınlar günü» ve «Kadınlar yılı» köle düzenlerin kadını köleleştirmelerini göz ardı et­mek îçin ortaya attıkları bir çeşit kamufle aracıdır. Biz müslümanız... Bize. göre şerefli müslüman kadın için ömür boyu ona hürmet ve hizmet ıgünüdür. Çün­kü O, Allah'ın erkek müslümanlara bir emânetidir. Emânete ihanet münafıklıktandır. Bu sebeple biz ka­dını böyle bilir böyle hürmet ederiz.. [208]

399 — «Cumhuriyetle Birlikte Kadın Kafesten Kurtarıldı.»


• İslâmı yeni nesillere ters-yüz gösterebilmek için dünyanın neresinde ve hangi kılıkta olursa olsun kafirler yoğun bir gayret içindedirler. Bunlar birçok şeyleri vesile ederek «Cumhuriyetle birlikte kadın ka­festen kurtarıldı» sözünü sakız gibi çiğner dururlar. Güya İslâm kadınların hakkını almış da bu nadanlar alman hakları alıp kadına iade etmişler. Hep böyle söyler bu kepazeler.
Oysa Türkiye'de kadınlar hergün biraz daha do-zacı artırılarak herşeyiyle sömürülüyor. Hem de sade­ce bu ülkenin insanlarınca değil. Türkiyeli kadın Ba-tılılarca, Amerikalılarca sömürülüyor.
İsterseniz içim kan ağlıyarak sizlere bazı hatırlat­malarda bulunayım :
Türkiye'de bazıları «Cumhuriyet Bayramı» hazır­lıklarını görkemle kutlamak için hazırlanıyorlardı. Bu «bayram»m kutlandığı günlerde (Ekim — 1990 da) Amerika'nın Saratoga uçak gemisinin İstanbul'a gelip, Kumkapı açıklarına demir -atması ve içinde taşıdığı 5 bin 100 kişi ile Belknap kruvazöründe bulunan 2 bin 100 askerin karaya çıkarak, İstanbul sokaklarına da­ğılmaları, ardından da Türk kadınlarıyla gönlümüzce eğlenmeğe geldik, diye beyanatta bulunmaları bu ül­ke kadınlarının cumhuriyetle birlikte hangi kafesten çıkarılıp hangi kafese konulduklarını gösteriyordu.
Yıl 1969... Amerika'nın 6.'inci Filo'su İstanbul'u zi­yaret ediyordu. 1946'da Missouri Zırhlısının Dolmabah-çe açıklarına demirlemesiyle Türk-Amerikan dost­luğu [209] alenen başlatılıyordu. Yani her oyun kuralı­na uygun olarak tedrici oynanıyordu. Bu oyunun per­de arkasındaki yüzünü gören üniversite gençliği 1969'-da 6'mcı Filo'ya tepki gösterdi.
— 6'mcı Filo'ya hayır... Go home... Yanke evine dön...» sloganları altında Amerikan askerlerini kara­ya çıkarmadı. Çıkmak isteyenleri taş ve sopalarla tek­rar denize kovaladı. «Türk kadınına sarkıntılık eden» [210] Amerikan askerleri taş ve sopalarla geriye çev­rildi.
Yıl 1990... Bu defa Kumkapı açıklarına demirle­yen Saratoga Uçak Gemisi!., eşliğinde Belknap kruva­zörü de bulunuyor... Her ikisinin toplam 7 bin 200 Amerikalı var...' NATO'mın Kararlılık Gösterisi 90 Tatbikatı'ndan sonra İstanbul'a yorgunluk gidermeye gelmişlerdi...
Bu defa; ne taş atılıyor kendilerine, ne de sopa ile dövülüyorlar... «Go haine... Evine dön» diyen de yok!.. Çıkıyorlar karaya, dağılıyorlar İstanbul sokak­larına... İİk hedef Beyoğlu... Çiçek Pasajı'nda su gi­bi içki içiyorlar, bar, pavyon ve diskoteklerde sabah­lıyorlar, Dansöz Efruz'un kıvrak danslarını seyredi­yorlar, Dolarları bastırıp, istedikleri kadınla yatıyor­lar... İçiyorlar.,,. İçiyorlar ve «alkol komasi»na girip, rezaletler çıkarıyorlar... Kimi hastaneye, kimi karakol­lara...
20 yıl önce... 20 yıl sonra!.. Türk toplumu, nereden nereye?... Gösteri    yapan, eline taş    ve sopalar alıp  «Türk Kadınına sarkıntılık eden»   Amerikalı askerleri kovalıyacak   üniversiteli   öğrenciler   de   yok, artık... «Kadını kafesten kurtardık» diyenlerin Türk toplumu­nu getirdikleri nokta bu işte... «Para ver de ne yapar­san yap» zihniyeti. 1969'da   «Türk kadınına sarkıntılık edeceği» ihtimali üzerine Amerikan askerlerini geldi­ği denize kovan Türk milleti,     1990'da bir taraftan «cumhuriyetsin ilânını kutluyor bir taraftan da Ame­rikan askerlerine dolar karşılığı —bir fahişe de olsa— Türk kadını ikram ediyor. Hem de geleceğini onların "vereceği «dolarca göre plânlıyor. Vay milletim vay... Yine aynı günlerde Körfez krizi bahane edilerek Arabistan topraklarına yerleştirilen 280.000 Amerikan askerinin morallerinin düzeltilmesi için Türkiye'ye ta­tile getirilecekleri bunlardan evli olanların Antalya'­ya bekar   olanlarının da İstanbul    ve İzmir'e «misa­fir» (!)  edileceği haberi .gazetelerin birinci sahifesin­den veriliyordu. Conilere kimler nasıl ikram edilecek­ti? Bunu ilkokul birinci sınıfa giden çocuklar bile ar­tık biliyor. Bilmiyen yok ama kimseden çık da çıkmı­yor.
Kadm haklarını savunan dernekler, çağdaş yaşa­mı destekleyen kuruluşlar... Neredesiniz? «Kadım ka­fes arkasına atmak istiyorlar» diye bağıranlar, lâiklik elden gidiyor diye zinde kuvvetleri göreve çağıranlar, neredesiniz? Kadın soyuluyor, sonra da bir «paraba-T>ası»nm koynuna konuluyor. Kerhaneler, pavyonlar yetmiyormuş gibi bir de «dolar» aşkına yabancı ülke askerlerine «ikram» ediliyor. Defileler yurt sathına yaygınlaştırılıp   kadınlar  buralarda  aleni  pazarlanıyor. Kadm cinsi inek gibi sağılıyor. Neredesiniz ey fe­ministler? Sizin kadm hakları dediğiniz bu muydu?
îkide-bir kadın haklarını savunan, mitingler, yü­rüyüşler düzenleyenlerden çıt çıkmıyor. Hiçbiri ortaya çıkıp da :
«— Kadın bir mal değildir. Siz nasıl olur da kadı­nı yerli-yabancı kem vücutlara ikram eder gibi peşkeş çekersiniz. Kadm teşhir metaı da değildir. Kadm satı­lır mı? Kadına para karşılığı sahip olmak adiliğin de ötesinde domuzluğun daniskasıdır...» demiyorlar. Ne Amerika'nın kabuklu askerlerine, ne de saati bir mil­yon liraya, kadının podyumlara çıkarılmasına tepki gösterilmiyor. Hani kadm haklarını savunuyorlardı, hani kadının aşağılanmasına, kadının onurunun çiğ­nenmesine karşıydılar? Hayır bunlar -kadının namus­lu olmasına karşıdırlar. Bunlar meşru nikaha karşıdır­lar. Bunlar kadının sadece kocasının karısı, çocuğu­nun anası olmasına karşıdırlar. Bunlar kadının ayağı­nın altına cennet va'dettiği İslâm'a karşıdırlar. Bu canları cehenneme gidesiceleri iyi tanımak lâzım.
Türk toplumunu hergün biraz daha hızlandırarak yozlaştıran «dolar» ile «ırz»ı trampa eden lanet olasıca. lara artık dur denilmelidir. Dikkatlerin hep başka yönlere çekilmesi sebebiyle belki hiçkimse farkına va­ramıyor ama, fuhuş sektörü ile, defile furyası ile, sa­natçı geçinen yosmaların erotik pozlarıyla Türk top­lumu bir yerlere götürülüyor. Kimliği kaybettirilmek isteniyor. Kültür istilasına maruz bırakılıyor.
Asıl korkulması gereken hususlardan biri de kül­tür boşluğu ve kimlik krizidir. Türk toplumu şimdi maalesef t>u durumdadır. Kültür sömürgesi yurdun her yanını sarmış, dimağı kimi yerde bulandırmış, ki­mi yerde ise yoketmiştir. Beyni yıkanmış, şartlanmış insanlar kim olduğunu, ne yaptığını, yaptığı ile kime hizmet ettiğini bilemiyor, gittiği yanlış yolun bir çık­maz sokağa saplanacağını kes tir emiyor... Uçurumun kenarında olduğunu 'bilmiyor, düşeceği bataklığın gül­lük gülistanlık olacağını zannediyor...
İşte Türk toplumu şu anda bu «kimlik krizi»ni yaşıyor... Ve artık Türk toplumunu yenebilmek için silah kullanmaya 'hiç gerek yok... Defileler, mayolar, altsızlar - üstsüzler, genelevler, podyumlar, sinema ve televizyon çoktaaan dize getirmiş Türk toplumunu.
Evet! Türk toplumu kimlik krizinin de ötesinde, çözülmeye, yok olmaya doğru 'hıozüa ilerliyor ve bu yön­deki haberler gazete sahifeîerine hemen hemen her gün yansıyor.
Şimdi Türk toplumunu bu hâle kimler nasıl ge­tirdi. Hızlandırılmış çöküşü kimler yönlendiriyor? Bu utanılacak ortamı kim hazırladı? Bundan kim utan­sın?
Para karşılığı Amerikan askerleriyle yatan kadın­lar mı, «kadın haklarına sahip çıkacağız» diye caka satanlar mı, sanatçı kılıklı kadınların ayaklarına şam­panya dökenler mi, podyuma çıkıp vücutlarını orta­ya döküp, gerdan bükenler mi?.. Lüks uğruna cina­yet işleyenler mi, 'bütün bu rezillik ve kepazeliklere karşı çıkanları «Gerici, yobaz, çağdışı...» diye fişle­yenler mi?.. Kimde utanacak yüz varsa utansın da belki silkinme meydana gelir.
Hasılı, «Cumhuriyetle birlikte kadın kafesten kur-tanldi» sözü söylenildiğinin aksine gerçekten hür olan kadın kafese sokulmuştur. Hem de bütün kadınlık hak­ları iptal edilerek. [211]

400 - «Türkler İslâmı Diğer Milletler Gibi Kîlıç Zoruyla Değil İstiyerek Kabul Etmişlerdir.[212]


® Dünyanın hiçbir yerinde ne herhangi bir dev­let, ne bir ırk, ne bir cemiyet, ne bir toplum ve ne de herhangi bir fert kılıç zoruyla veya başka bir baskıy­la müslüman olmuş değildir. Herkes istiyerek tamamen kendi arzusuyla İslâmı seçmiş ve müslüman olmuştur. Bunun aksini söyliyenler kesinlikle yalan söylüyorlar. İddialarım istoat edecek hiçbir delilleri yoktur.
İşte tarih ortada: Arabistan 22 yılda İslâmlaşır-ken İran on yıl içersinde İslâm'ı kabul etti.
Buna karşılık 642'de Nihavend savaşı ile müslü-manlara sınır komşu olan Türk'ler 960'da Karahanlı-lar'm topluca İslam'a girişiyle müslüman olurlar ki, bu 318 yıl gibi uzun bir zaman sonucunda gerçekle­şir. Bu kısacık izahtan da anlaşıldığı gibi, hiç bir ka­vim kılıç zoruyla müslüman olmamıştır. Herkes ken­di arzusuyla İslâm'ı kabul etmiş böylece müslüman olmuşlardır.
Türkler ile Arapların ilk temasları, İslâm'ın vah­yinden önce Sasani'ler aracılığıyla başlamışsa da, müslümanlarla Türklerin doğrudan doğruya temasla­rı Horasan'ın fethiyle başlamış ve Maveraünnehrin fethi esnasında çetin savaşlar şeklinde gelişmiştir. [213]

Müslümanlarla Türkler İki Bölgede Savaştılar:


1- Maveraünnehir bölgesi:   İlk Müsîüman-Türk savaşları 653'de el-Aîtmaf bin Gays'm Belh şehrini al­masıyla başlar, Hz. Ali Kerramaîlahu Veçhe ile Mua-viye radiyaılahu anhin mücadelesi nedeniyle fetihler­de durgunluk olur, ancak 661'de de Muaviye (r.aJ'nin hakimiyeti ele geçirmesiyle yeniden Türkistan'a akın­lar yapılır. Horasan Valisi Ubeydullah bin Ziyad (r.a.) 674'de 24.000 kişilik bir ordu ile Ceyhun'u geçer. İs­lâm ordusu önce Baykent'i kuşatır, sonra Buhara'ya. yürür. Buhara Dihkanları haraç vermeyi kabul eder ve Dihkanlar yerinde bırakılır. Bir yıl sonra Hz. Os­man Radiyallahu anhm oğlu Said Radiyallahu anh Semerkant'ı kuşatır, sert çarpışmalar olur ve Semer-kant da haraca bağlanır. [214] Fakat ,tüm bu akmlar da­ha çok, Türk saldırılarını durdurma ve düşmana göz dağı verme niteliğinde idi.
Aşağı Türkistan'ın fethi 705 yılında Horasan Va­liliğine atanan Müslüman komutan Kuteyfee bin Müs­lim (r.a.)'in başarılı savaşları ile gerçekleşir. Nitekim bozulan düzeni sağlayan Kuteybe (r.a.) Baykent'i ku­şatır. Bütün direnmelere rağmen Baykent kenti müs~ lümanlarm eline 706 yılında geçer. Kuteybe (r.a.) 707 yılında da Buhara yakınında 200 bin savaşçıyla Türk­lerin saldırısına uğrar, Kuteybe (r.a.) güçlükle Türkleri yenerek bu saldırıdan kurtulur. [215] Ancak, Ku­teybe (r.a.) büyük kuşatma ve ağır kayıplardan son­ra 4'üncü defa ve kesin olarak Buhara'yı fetheder ve haklı olarak Maveraünnehir'in Fatihi unvanını kaza­nır. [216] Kuteybe (r.a.) -Buhara'yı feth ettiği zaman, şehirdeki Budha heykelinin kaldırılmasını emreder. Halk Budha'nm gazaba geleceği korkusuyla titreşir. Bu koca heykelin altından sadece iri kıyım farelerin kaçışmaları, halkı hayal kırıklığına uğratır.  [217]
Öte taraftan Türgiş Kağanı Su-lu ile müslüman-larm valisi Cüneyd arasında 731 yılında çetin savaşlar yapılır. Bu savaşlarla ilgili Battal Gazi Destanı gibi, bir de Cüneyd Gazi Destanı vardır. Bu destanda da, İslâm-Türk savaşları anlatılır. [218] Bu savaşların birin­de Maveraünnehir deki Şaab mevkiinde yapılan savaş­ta, Türkler müslümanlan pusuya düşürerek 10.000 İslâm askerini şehid ederler.  [219]
Emevi halifesi Hişan (724-743) Türgiş Kağanı Su _ lu'yu müslüman yapmak için elçi yollar. Kağan mös1 lüman olmayı reddederek şöyle der :
«— Türkler-doktorluk, terzilik ve kunduracılık ya­pan insanlar değildir. Müslüman olur sizinle barış ya_ pıp yağma haklarından vazgeçersek, nereden yiyecek buluruz?» [220]
Kağanın niçin müslürnan olmadığı düşündürücü­dür. İlginçtir ki, asırlar sonra, Oğuz yabgusunun hiz­metinde çalışan Selçuk,     askerleriyle kaçarak  Cendkenti yakınlarına gelecek ve askerlerine şöyle hitab edecektir:
«— Biz bu memleket halkının dinini (İslâm'ı) ka­bul etmezsek tek başımıza yaşamağa mahkum kala­cağız.» diyecek ve müslüman olacaklardır. [221] Tür-giş Kağanının tersine, Seiçuk'un niçin müslüman ol­duğu da dikkat çekicidir.
İlginçtir ki, Çin hükümdarı, Hun akınlarını dur­durmak için 2450 km. uzunluğunda meşhur Çin sed_ dini yaptırdığı gibi [222] Müslümanlarda «Türk saldı­rılarına karşı kendilerini savunmak için 12 fersah [223] boyunda 12 fersah genişliğinde Buhara suru (783-788), Taşkent bölgesinde de 12 km. uzunluğunda bir sur yap­tırırlar, yıl 776'da.
Yine Abbasi valileri, Türk saldırılarına karşı Sey-hun-Ceyhun bölgesinde bin kadar Ribat inşa ederler. 1 Ribatlar, sınırlarda askeri amaçlarla yapılmış, berki­tilmiş yerlerdir. Gaziler İslâm uğruna savaşmak için bu ricatlarda barınırlardı. İçlerinde yatılacak yer, am'bar, mescid ve hamamlar bulunan ribatlar, sınır­larda savunma sistemi görevini görürlerdi.[224]

2- Kafkaslar Bölgesindeki Savaşlar:


İlk Îslâm-Hazar savaşları 642'de başlar 723 yılın­da Hazarlar, Mercü'l-Hicare denilen yerde bir İslâm fırkasının çoğunu şehid ederler.  [225]
İsiâm-Hazar savaşlarının en önemlisi 737 yılında Muhammed ıbin Mervan'm Hazar başkenti İtil'i kuşatması ile başlar; Hazar Kağanı Ural dağlarına doğru kaçar. îslâm ordusu 40 bin kişilik Hazar ordusunu ye­nilgiye uğratır. Neticede Kağan sözde İslâm'ı kabul eder. Ancak, Kağan bir yıl sonra irtidat ederek yahu-diliğe girer [226] Son Îslâm-Hazar savaşı 799'da Hazar Hakanının Kür şehri dolaylarında, kadm-çocuk, genç -ihtiyar ayırımı yapmadan büyük katliamlarda bulun­ması sebebiyle (başlar. [227] Bu tarihten sonra ilişkiler, de düzelme başlıyacaktır.
İşte, kısaca İslâm-Türk Savaşlarını izah etmeye çalıştık. Şimdi, bazılarının «Bazı milletler İslâm'ı kılıç zoruyla, Türklerin ise istiyerek kabul ettikleri» tarzın­daki iddialarının gerçek dışı olduğunu anlıyabiliriz. Yukarıdan beri izah ettiğimiz savaşlar Türklerin İs­lâm Dinine karşı uzun zaman direndiğini göstermez mi?
Denilir ki, Emevilerin ırkçı politikası nedeniyle Türkler, İslâm'a girmek istemediler. Böyle bir îddia_ nın da geçersizliği ortadadır. Pireye kızıp yorgam yak­mak misalinde olduğu gibi. Kaldı ki, Abbasi halifeli­ği döneminde de 750 yılından sonraki dönemde de is­tenilen derecede Türkistan'da İslâmiyet gelişmez;. 751 yılında yapılan Talaş Savaşı ile her ne kadar İslâm Türkistan'da yayılmışsa da, genelde arzu edilen olma­mıştır. Bilindiği gibi Çin'in Batı Türkistan'ı boyundu­ruğu altına aknak istemesi üzerine Türkler; Çin'e kar­şı müslümanilardan yardım ister. Salih bin Ziyad ko­mutasında bir İslâm ordusu Türklere yardıma gönde-rildr. Talas'ta yapılan kanlı bir savaşta, müsîümanlar Çin ordusunu büyük bir yenilgiye uğratır.[228]
Talaş Savaşı ile İslâm ordusu, Türkleri Çin boyun­duruğundan kurtarmış ve Çin'in tarihi plânını bir kez daha suya düşürmüştür. İslâm ve Türk tarihi ba­kımından önemli olduğu kadar, Talaş savaşı siyasi, dini ve kültürel yönden de önemlidir. Bu derece önem­li bir savaştan okullarda okutulan ders kitaplarında sadece iki satır ile bahsedilmekte ve geçiştirilmekte­dir.  [229]
Müslümanlar, Tarihi Türk düşmanı Çin'i Talaş'1 ta büyük bir yenilgiye uğrattığı halde, 751'den iki asır sonra, 960'da Karahanlılar toplu olarak İslâm'a gir­mişlerdir.  [230]
Hasılı, İslâm'ı menfi propaganda etmeyi hastalık haline getiren kem düşünceli kimselerin iddialarını haklı çıkaracak ellerinde hiçbir delilleri yoktur. Böy-îeleri iki cihanda rezil olmaya kendilerini mahkum et­mişlerdir. Konumuz ile ilgili hususta da tarihi gerçek­ler bunları rezil etmiştir. Rabbimizden bunlar için hi­dayet taleb ediyoruz... [231]

401- İslâmî Terör


 Terör: Korku salmak, yıldırmak, dehşet saç­mak mânâlarına gelir.
Terör, İslâm Dininin temel prensipleriyle (bağdaş­maz. İslâm hukuku terörün kapsadığı fiilleri, 14 asır önceden beri suç saymıştır. Aynı zamanda bu fiilleri işleyenleri de cezalandırmıştır.
Son yıllarda Türkiye'de yeni bir tabir ortaya atıl­mıştır : «İslâmî terör» Nadanlar İslâm'da terörün ol­madığını bilemiyecek kadar zırzır cahillerdir. «İsla-mi terör» tabirinin ilk bakışta üç yönden yanlış oldu­ğunu herkes anhyabilir:
1- İslâm'da terör yoktur.
2- Muhteva olarak gerçek dışıdır.
3- % 95'i müslüman olduğunu ikrar eden halkı­mızı rencide eden bir sıfattır.
Az bir İslâmi bilgiye sahip olanlar bile bilirler ki, terör ifade eden fiiller ile İslâm Dininin emir ve ya­sakları biribirine zıttır. Yani insan öldürmek, soygun, gasb, kundaklamak vesaire gibi fiiller İslâm'da kesin­likle yasaklanmıştır. Bu fiilleri icra edenler canları ve_ ya organlarıyla suçlarının cezasını öderler. Bu fiiller ancak kapitalist ve komünist ülkelerde yapanların ya­nma kâr kalır. Mazlumun hakkının, zâlimden alınması mevzuunda çok hassas davranan îslâm Dinine bu terör denilen illet isnad edilemez.
Dikkat edilirse terör ve anarşinin 'başladığı 1968 yıllarından bu yana, suç teşkil eden fiillerine «İslâmi» sıfatını takacağımız hiçbir fâüe kesinlikle rastlanma­mıştır. Zira mahkemelerin kararlarına esas olmuş de*-liller ve bu delillerin mahkeme kararlarında ifadesini bulan neticeleri bunu teyid ediyor. Demek oluyor ki, şimdiye kadar hiçbir İmam-Hatip Lisesi, İlahiyat Fa­kültesi ve Kur'an Kursu talebesi terör fiillerinin faili olarak ne yakalandı ve ne de mahkum oldu. Böy­le bir şey yok. Şu kanaate varıyoruz: Bu tâbir ataist-lerin uydurduğu bir vehimdir.
Şu ihtimal de akla gelebilir.- «İslâmî terör» tabiri­ni, Müslümanların, İslâm dini hükümlerini tatbik et­mek için, din adına, dinî hükümlere uymayan kim­selere ceza vermek şeklindeki davranışları sebebiyle kullanmış olabilirler.
Böyle bir tafoir de yanlıştır: Çünkü, İslâm huku­kunun cezaî hükümlerini tatbik edecek kimseler, şa­hıslar değil, mahkemelerdir. Yani bir ülkede İslâm hükümleri tatbik edilmiş olsa bile, şahıslar, şahıslara ceza verip, onu infaz edecek değildir. Bu cezanın ve­rilmesi ve onun infazı yine İslam dini hükümlerine gö­re tayin edilmiş mahkemeler tarafından ifa edilecek­tir. Aksi hâlde, kaos ve anarşi olur.
Kaldı iki memleketimizde ceza hukuku sahasında 'böyle bir durum zaten söz konusu değildir. Bu sebep­le de bir kısım terör ve anarşi fiillerine «İslâmî terör» tabirini kullanmak haksız, yersiz ve insafsızlıktır.
Hasılı, «İslamî terör» ta/biri, Müslüman halkımızı derinden rencide edecek, gayrı îslâmî ve haksız bir tabirdir. Türkçeye 'bu tabir uymaz ve Müslüman hal­kımızın diline de yerleşeceğini hiç sanmıyoruz.
En az 7 asırdır Müslüman olan Türkler ile, 1969 yılından beri îslâm Konferansı Teşkilâtına faal olarak katılan, milletlerarası îslâmî teşkilâtlara resmen üye olan ve îslâm Kalkınma Bankası'nm kurucu ve asil üyesi olan ve îslâm Devletleri Ticarî Ekonomik İşbirli­ği Daimi Komitesi fÎSEDAK) 'nin başkanlığının da ya­pıldığı memleketimizde Müslüman halkımızın vicda­nında «İslâmî terör» tabiri tasvip görmeyecektir. [232]

402 — «Hoca Nikâhı»


• Bu konuyu kitabımızın birinci cildinde 203 no-iu sahife de «Resmi nikah - İmam nikahı» başlığı altın­da da ele almıştık. Ancak bir çok kişinin dini nikaha «hoca nikahı» demesi sebebiyle    bu isimlendirmenin de yanlışlığını ortaya koymak için konuyu 'bu isimle burada tekrar ele aldık:
Türkiye'de yaşayan müslümanlar, korkunç bir kültür istilasına uğramıştır. Öyle ki, ibâdetlerle reza­letleri biribirinden ayıramıyacak kadar kendini kay­beden insanımız, kimlik kontrolünü de yitirmek üze­redir. Bunun böyle olduğunun alâmetlerinden biri de nikâh hususundaki lâkayidiliktir. Oysa nikâh, hem imâna taalluk eder, hem de ibâdet hükmündedir. Cen­nette birçok ibâdet kalkacağı halde nikâh ile imân orada da devam edecektir.[233]
Böyle olmasına rağmen, Türkiye'de müslümanlar nikâh konusunun cahilidirler. Herkes düğününü, der, neğini, «nikâh» dedikleri şeyin «resmisini» yapıyor son anda usulden kabul ederek bir de «Hoca nikâhı» yaptırayım diyerek mahalle camisinin hocasına mü­racaat ediyor.
Bu insanlara nikâhın mahiyetini çok iyi anlatmak lâzım: Kadın ve erkeğin biribirinden istifade etme­sini helâl kılan şer'i akide nikâh denir.
Genel olarak T.C. hudutları içinde yaşıyanlarm tamamı denecek kadar büyük bir bölümü nikâhı iki kısımda anlamaktadır:
1- Resmi nikâh.
2- Resmi olmayan nikâh.  [234]
İslâm Dinine göre nkâh «resmi» ve «gayr-i resmi»
diye ikiye ayrılamaz. Nikâh İslâmı bir istilahtır; hem ibâdet hem de muamelâttır. Maalesef, memleketimiz, de İslâmi nikâha «Hoca nikâhı» gibi acaib bir isim ve­rilmiştir. Böyle bir isim kesinlikle yanlıştır. Bununla birlikte «Nikâh masası, nikâh dairesi, nikâh memuru, resmi nikâh...» gibi kavramlar lâikliği esas alan ve resmen «medeni kanun» denilen kanunla birlikte di­limize girmiştir.
Hasılı, İslâmi nikâhın «hoca nikâhı» gibi acaib bir isimle ifade edilmesi, tamamen yanlıştır. Hem müs-lüman konuşurken ve yazarken İslâmi istilahlara riâ­yet etmek ve bu istilâhları titizlikle korumak zorun­dadır. [235]

403  - «İç Giyim Haftası


• Küfür milleti kadını daima elinde hazır bir si­lah olarak kullanmıştır. «Kadına hürriyet* sözünü sloğanlaştırarak kadınları köleleştiren bu zihniyet bu­gün dünyayı kan gölüne çevirmiştir. Maalesef mem­leketimiz de bu sakim zihniyetin kontrolü altında­dır.
Resmi kuruluşlardan tutun da gazetelere, dergi­lere varıncaya kadar birçok müessese tarafından memleketimizde her yıl yüzlerce defileler düzenlen­mektedir. Bu defileler öyle bir raddeye gelmiştir ki, bakarsınız kışm ortasında yaz kıyafeti, yazın boğu­cu sıcağında kâfirlerin kış kıyafetleri teşhir edilir. Yıl. da birkaç kez İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa'da yerli ve idhal mankenler «Podyum çıkartması» adını verdikleri rezaletlerini sergilerler. «İç giyim haftası» adı altında düzenlenen defilelerde, vücutlarının beş­te dördünü teşhir eden mankenler «iç çamaşır» dan zi­yâde kendi vücutlarını sergiliyor ve kendilerini izle­yenleri tahrik ediyorlar. Bu defileler, tam bir «Erotik şov»a dönüşmüştür. Aynı zamanda bu defilelerde «ka­dınlar» paz arlanmaktadır.
Türk kadınının haklarını korumak hesabıyla or­taya çıkan «Türk Kadınım Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı»nm «İzmirli Papatyalar» ı da diğerleri gibi za­man zaman düzenledikleri defilelerde bir hayli par-se toplamaktadırlar.
Toplumu bu tür hareketler yozlaşmaya götürmektedir. Bazılarınca fuhuş sektörü ile, defile furyası ile, sanatçı geçinen yosmaların erotik pozları ile Türk top­lumu bir yerlere götürülmek isteniyor. İkaz ediyoruz: «Kültür sömürgeciliği» bir milleti yıkar. Toplumumu­zu bu oyuna getirmek isteyenler var. «Kimliğini ko­ruyan» toplum, bütün zorlukları aşmasını bilir, yeni­den derlenip toparlanabilir ve bağrına çöreklenmiş düşmanı yenebilir.
Bir zamanlar atom bombası ile mağlup edilen Ja­ponya savaşın ikiye böldüğü Almanya, bunun en gü­zel örnekleridir.
Hürriyetleri zorla ellerinden alınmış Macaristan, Çekoslovakya, Azerbaycan, Kazakistan, Afganistan ve Filistin... Ve diğer bağımsızlık savaşı veren millet­ler... Bunların hepsi şimdi, birer birer ayağa kalka­biliyor, «İntifada» yaşıyorsa, sahip bulundukları inanç ve kültürlerine sahip çıkmakla bu mücadeleyi sürdürü­yor ve başarıyorlar.
Asıl korkulması gereken kültür boşluğu, kimlik kirizidir... Türk toplumu şimdi bu durumdadır... Kül­tür sömürgeciliği toplumumuzun temellerini sarsıyor. Bunun tedbirlerini almıyan herkes bu vatanın düş­manıdır.
Toplumumuzun yıkılması hazırlıklarını sürdüren­ler kadını ellerinde maşa olarak kullanmaktadırlar. Kadın üzerinde oynanmıyan hiçbir oyun kalmamıştır.
Kadın haklarını savunan dernekler, çağdaş yaşa­mı destekleyen kuruluşlar... Neredesiniz?... «Kadını kafes arkasına atmak istiyorlar» diye bağıranlar, lâik­lik elden gidiyor diye zinde kuvvetleri göreve çağıran­lar, neredesiniz?... Kadın soyuluyor, sonra da bir «pa-rababası»nın koynuna konuluyor... Defileler yurt ge­neline yayılıyor, kadın bir inek gibi sağılıyor... Nere­desiniz ey feministler?... Sizin kadın hakları dediği­ni bu muydu?..»
Evet, ikide bir kadın haklarını savunan, mitingler,. yürüyüşler tertip eden hanımefendilerden çıt çıkmı­yor... Hiçbiri ortaya çıkıp da, «Kadın bir mal de­ğildir... Kadın bir teşhir metaı değildir... Kadının onu­ru para ile satılmaz... Para karşılığı kadına sahip ol­mak, adiliğin de ötesinde hayvanlığın daniskasıdır...» demiyordu... Ne Amerika'nın kabuklu askerlerine, ne de saati bir milyon liraya, kadının podyumlara çıka­rılmasına tepki gösterilmiyordu... Hani, kadın hakla­rını savunuyorlardı, 'hani kadının aşağılanmasına,, kadının onurunun çiğnenmesine karşıydılar?.. Maale­sef kadın hakları koruyuculuğu ayağıyla ortaya çıkan kadın dernekleri kadınların onurlarının çiğnenmesi için zemin hazırlıyorlar. Türkiye'de bunun için de, sahne arkasında, podyum sonrasında, film pazarlığı­nın ardında ne gibi iğrenç oyunlar döndüğü, kadının nasıl pazarlanıp satıldığı, «sanatçı» hüviyeti verilerek, ^kadının fiyatının nasıl yükseltildiği, cazip kıyafetler­le, onların nasıl «modern fahişe» haline getirildiği bi­lindiği halde, bir tek «kadın haklarını savunduğunu iddia eden» kuruluştan tepki gelmemesi dikkat çeki­cidir.
Türkiye'de toplum kimlik krizinin de ötesinde, çö­zülmeye, yok olmaya doğru hızla ilerliyor ve bu yön­deki haberler gazete sayfalarına hemen hemen her-gün yansıyor.
Hasılı, «iç giyim haftaları» düzenliyerek kadınları sömüren, onlardan en iğrenç, yollarla faydalanan her­gelelere kimse ses çıkarmadığı gibi bazı kadın der­nekleri bu şom ağızlılara yardımcı olmaktadır. Toplu­mu yıkıma götüren bu zalimleri ve bunlara göz yu­manları al aşağı edecek foir nesle milletimizin ne ka­dar da çok ihtiyacı var değil mi? [236]

404 — «Geceleri Tırnak Kesilmez.»


Tırnaklar canlı vücudunun önemli âletlerin-dendir. Tırnakların yaratılış hikmetlerine has vazife­leri vardır. Tırnaklar olmasa vücudu kaşımaya im­kân yoktur. Bu bakımdan tırnakların bakımını dik­katli ve titiz yapmak lâzımdır.
Tırnaklara bakim onların temizliğidir, uzayan kı­sımlarının kesilmesidir. Tırnakların uzayan kısımları­nı kesmek sünnettir. Tırnakları kesmek için gece-gün-düz olması farketmez. Yani gece de gündüz de tır­naklar kesilebilir. Bazıları «geceleri tırnak kesilmez» demişler. Bu sözün hiç bir ilmi dayanağı yoktur. Hef halde bu söz halk arasında evlerin mum ile ışıklan-dırıldığı zamanlarda söylenmiş olabilir. Benim aklı­ma gelen şu: O zamanlar çocuklar uzayan tırnakları­nı rastgele bir bıçakla keserlermiş. Onların ellerini kesmelerinden endişe eden biri onları bundan vaz ge­çirmek için «geceleri tırnak kesilmez» deyivermiş. O söz sonra etrafa da yayılıvermiştir, Allah-u âlem.
Ne dinde ve ne de tıpda uzayan tırnakların geceleri kesilmemesi hakkında bir kayıt yoktur. Ancak, uza­yan tırnaklar ne zaman kesilirse kesilsin kesilirken âdabına uygun olarak kesilmelidir.
Sokakta tırnak kesilmez.
Kesilen tırnaklar ayak altına atılmaz.
Tırnakların yakılması da caiz değildir.
Bazılarını görürsünüz eline alır bıçağını veya tır. nak makasını yolda giderken, sokakta otururken ve hatta bir mecliste konuşurken başlar tırnaklarını kes­meğe. Bu çok iğrenç ıbir edebsizliktir, terbiyesizliktir.
Herkesin gözü önünde tırnak kesilmez. Bu âdaba aykırıdır. Uzayan tırnaklar, müsait zamanda tenhaya çekilip bir kağıt ya da bez üzerinde etrafa sıçratma­dan kesilir.
Cum'a günü tırnak kesmek müstehaptır.
Kesilen tırnakları oraya buraya rastgele atmayıp toprağa gömmeli veya onları başka usullerle de olsa imha etmelidir. Bu mevzuda Zübeyr el-Mâzini (r.a.) rivâyetiyle sabit olan (bir Hadis-i Şerifte RasûH Ek­rem   Cs.a.v.)   Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Parmaklarınızın ucunda uzayan tırnaklarınızı kesiniz. Kestiğiniz tırnak parçalarını öteye-beriye sa­çıp atmayınız. Kestiğiniz tırnakları toprağa gömü­nüz. Eğer o tırnak parçalarını rastgele atarsanız, bel­ki o tırnak parçaları yenilecek ve içilecek şeylerin ie.ine düşer de, hem kendinize, hem de başkalarına zarar vermiş olursunuz. Bununla 'beraber adernoğlu-nun vücudundan ayrılan her parçayı gömüp muhafa­za etmeniz gerekir.» [237]
Bu Hadis-i Şeriften çıkan ikinci bir hüküm de ke­silen tırnakların yakılmaması gerektiğidir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin tavsiyesi, kesilen tırnakların ka­bilse gömülme sidir.
Tırnaklan kesmekte ihmalkârlık, etmek caiz de­ğildir. Hanefi mezhebi fakihlerinden   İbn-i Âbidin der ki:
«Bir kimse tırnaklarını, dikkatsizlik ve ihmal yü­zünden vaktinde kesmiyerek uzatırsa, o kimse geçin­mek hususunda rızık darlığına düşer. Feyiz ve bere­ketten mahrum kalır.»  [238]
Asrımızda, bazı «müslümanıon» diyen kadınların kafir kadınlara özenerek onlar gibi tırnaklarını uzat­tıkları görülmektedir. Bizim inancımızda bunun yeri yoktur. Kâfir kadınların sıfatı olan uzun tırnaklar «müslümanım» diyenlerde de görülüyorsa böyle ka­dınlar mahşerde kafir kadınların ortasında kalacak­lar, onlar gibi (haşr olacaklardır. Uzatılan ve ojelenen tırnaklar insanın yaratılışına aykırıdır. Allah'a isya­nın birer belgesi hükmündedir.
Tırnaklar nasıl kesilecek? sorusuna cevabı îmam-ı Gazali şu cevabı veriyor:
«Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) mübarek ellerinin tırnak, larmı kesmeğe sağ elinin şehâdet parmağmdan baş­lamış ortanca parmağından devam ederek sağ elin küçük parmağından sol elin küçük parmağına geç­miş, sol elin baş parmağında sonuçlandırarak sağ elin kalmış olan baş parmağında bitirmiştir.»
Ayak parmaklarını keserken sağ ayağın küçük parmağından başlayıp sol ayağın serçe parmağında tırnak kesimini sonuçlandırmalıdır.[239]
Hasılı, «Geceleri tırnaklar kesilmez» sözünün hiç bir dayanağı yoktur. Temizliğin zamanı yoktur. Ge­rektiği her zamanda yapılır. Peygamber (s.a.v.) Efen­dimizin : «Temizlik İmandandır» buyurduğu malum­dur. [240]

405 — «Yavrum Çok Yemek Yirsen Çabuk Büyürsün.»


• Bazı anneler çocuklarına daima şunu telkin ederler: «— Yavrum çok yemek yirsen çabuk büyür­sün.» Bir an evvel büyümek, büyükler gibi serbest 'hareket etmek çocukların en büyük arzularıdır. Çok yimenin çabuk büyüteceği telkiniyle yetişen çocuk ne bulursa abur-cubur yinıeği tabiat haline getirecektir. Daha sonra ambar karınlı şişko vücutlu acaib bir mah­luk haline gelecektir.
Yimek-içmek adablarını bilmiyen ebeveynler ço­cuklarını müslümanca yetiştiremezler. Nesiler İslâm'­dan mahrum büyüyünce acaib bir toplum meydana gelir. Tımarhanelerin, 'hastahanelerin ve hapishanele­rin hınca hınç dolu olmasının sebebi insanların İslâ-mı ıgöz ardı etmelerindendir. Bütün sıkıntıların te­melinde -bu vardır.
Anneler çocuklarına çok yemek yimenin gereği­ni telkin edeceklerine sünnet üzere yimenin faydaları­nı anlatmalıdırlar. Bunun nasıl olacağını bizzat gös­termelidirler.
Eiz bu meseleyi bu kitabımızda 361 sıra numaray­la ele aldığımız «Acıktık ayaküstü birşeyler atıştırahm»  başlığı altında izah ettik.  Bunlar  tatbikata ko­nulursa hayırlı neticeler elde edilir.
Hasılı, çocuklara çok yemek yimenin çabuk büyü­teceğini, telkin etmek son derece yanlıştır. Onların midelerine daha küçük yaşta ikide bir yiyecek tıkış­tırmak sağlıklarım tehdit eder. Dinen de caiz değil­dir. Asîolan onları yemek konusunda da ölçülü alış­tırmaktır. Eğer iştahsızlıkları varsa sebepleri araştı­rılır, tedavi cihetine gidilir. Yoksa zorla yemek yidir-nıek onları bazı şeylerle tehdit etmek istenmiyen ne­ticelere sebebiyet verir. Bunu iyi hesap etmek lâzım­dır... [241]

406- «Allah, Başına Taş Atar.


® Çocuklar yanlış bir iş yaptıklarında onlara bu yanlışlığı tekrarlamamaları için bazıları «Allah, başı­na taş atar bir daha yapma ha!» derler. Böyle bir ikâz tarzı çocuk terbiyesinde son derece yanlıştır. Bu, ço­cukların Allah (c.c.)'yü yanlış tanımalarına sebep olur. Böyle telkinlerle büyüyen çocuklar, Allah (c.c.)'-yü sadece cezalandıran bir varlık olarak tanırlar. Bu ömür boyu böyle devam edebilir.
Çocuk terbiyesinin İslâm'da çok büyük önemi var­dır. Onun için evlenmeden önce kadına da erkeğe de bununla ilgili bilgileri öğrenmek farz-ı ayn ilimler arasında zikredilmiştir. Bu ihmal edildiğinde bir nes~" lin bozulması söz konusudur. Zamanımızda insanla­rın serkeşliklerinin sebebi bu ilmin öğrenilmesinin ih­mal edilmesidir. Emperyalist kafirlerin kültürüne ya­pışıp öz kültürümüzden ayrılmamız bu milleti içinde bulunduğu korkunç neticeye götürmüştür. Çünkü, kültürü o milletin can damarıdır. Bu damar kurutu­lunca o millet millet olma özelliğini kaybeder. Milleti­miz müslüm andır, İslâm kültürüyle asırlardır mecz olmuştur. Onu kaybetmesi herşeyini kaybetmesi de­mek olur. Bundan dolayı çok dikkatli ve çok titiz ol­mak zorundayız.
Biz bu konuyu başlıkta zikrettiğimiz söze yakın bir sözü ele alarak kitabımızın bu cildinde 354 numa­ralı sırasında ve sahife 5'de izaha çalıştık. Konuyu bu­rada kesiyor 354 numaralı sözün izahının tekrar oku­masının faydalı olacağını hatırlatıyoruz.
Hasılı bizler ve evlâtlarımız kâmil birer mü'min olursak toplum kemâl ehli kişilerden teşekkül eden bir millet olur. İşte bu İslâm milletinin vasfıdır. Her mü'min bu vasıflarla muttasıf olmakla mükelleftir. [242]

407 — «Âlimler Çok Kitap Okuduklarından Dolayı Sakal Tıraşı Olmaya Vakit Bulamadıklarından  Sakal Bırakmışlardır.[243]


Müslümanların, İslâm'ın esaslarına gıcıklığıy-la hem de aşırı derecede ıgıcıklığıyla tanıdığı; sakal, bı­yık ve mütesettir kadınların örtüsüne; bilhassa baş örtüsüne ifrid Kenan. Evren'in başlıkta zikrettiğimiz sözü, 6 yaşındaki ilkokul talebesini bile güldürecek ka­dar komiktir. İnsan bu ve benzeri sözleri duyunca Türkiye'yi kimlerin nasıl idare ettiklerini hayretle ve ibretle daha iyi anlıyor.
. " Düşünün... Başlıkta zikrettiğimiz sözleri neneler torunlarına anlattıkları masallarda söylemiyorlar. Bu sözleri bu devletin on yıl gibi bir süreyle başı olan ki­şi sarfediyor. Ne masal, ne hikâyedir söylenilenler, evet söylenilenler sadece cüce birer hurafedir. Bun­ları duyan birinin, bu milletin nasıl ayakta durduğu­na hayret etmemesi mümkün değil.
Neymiş! «Âlimler çok kitap okuduklarından sakal tıraşı olmaya vakit bulamadıklarından sakal bırak­mışlar» mış. Aman ne buluş, rekorlar kitabına geçirirler mi bilemeyiz. Dağdaki çoban duysa bu sözü gü­ler billahi, işte bu söz Türkiye'yi kimlerin yönettiğinin göstergesidir. Vah zavallı milletim vah vah, hem de ne vah vah.
Söz buraya kadar gelmişken ıbu sözlerin geçtiği «nutuk» un bazı yerlerini hazfederek sütunlarımıza alalım. İbret olsun için aldığımız bu sözleri firaset eh­linin nazarlarına sunuyoruz. Kenan Evren sakal, bı_ yık ve başörtüsü konusunda kendine özgü cümle ya­pılarıyla açıklamalarda bulunuyor :
Konuşan:   Kenan Evren, T.C. 7'inci Cumhurbaş­kanı.
Tarih        :    15 Ocak 1983 Yer         :   İstanbul Gazeteciler Cemiyeti.
«Şimdi sakal olsun mu, olmasın mı, bıyık işte şe­killi mi olsun, istediği gibi mi olsun diye, mevzulara giriyorum. Bu kamu kuruluşları için çıkartılmış bir yönetmelik. Ve Başbakan çıkartmış. Bir seneden de fazla oldu zannediyorum. Efendim, ne olur sakallı olursa hiçbir şey olmaz. Fakat kamu kuruluşları içe­risinde kimi sakallı, kimi sakalını başka türlü bırak­mış, efendim bıyığı aşağıya kadar uzatmış biliyorsu­nuz. Bunların ne manaya geldiğini, vaktiyle birbirle­rini böyle tanırlardı; bıyıklarıyla tanırlardı.   .
Bunları istemedik.
Dedik ki, devlet memurudur, ben Atatürk devrini bilirim. Şapka inkılâbı yapıldığı zaman bütün memur­lara melon şapka alma mecburiyeti konmuştu. Rah­metli babam, sakallı olmasına rağmen (ki o da keser­di, az bırakırdı, çünkü o zaman da yasaktı) melon şapka aldı, kravat taktı. Yoktu o zamana kaçlar. (...)
Sakala müsaade edelim, yarın birisi çıksa dese ki, ben şalvarla geleceğim, hayır gelemezsin. Niye siz sa­kala müsaade ediyorsunuz, iben de pantolon giymeye­ceğim. İşte o Güneydoğu Bölgesi'nde bir kıyafet var­dır; şalvar, ben de onla geleceğim dese ona da mı mü­saade edelim? Ben fes .giyeceğim başıma dese. Yahut fese benzer takkeli geleceğim dese.
Biliyorsunuz, Kur'ân Kurslarına giden kızlar için ve İlahiyat Fakültesi veya İmanı Hatip Liseleri'ne gi­den kız talebeler için de bir yasak getirildi. «Başörtüy­le gelemezsiniz, giremezsiniz» dedik. Kararlıydık, çün­kü verdiğimiz, verirken bir kararı iyice düşünüyoruz, bunun neticesi ne olur diye, kararı ne olursa olsun ge­riye almayacağız diye. Çünkü dinimizde böyle birşey yok.
Evet başını örtecektir. Örtecektir ama, Kur'ân-ı Kerim okurken örter. Sakala müsaade etmek demek, bunların başlarını örtmelerine de müsaade etmek de-mektr. Bir taraftan diyecekler ki, sakala müsaade edi­yorsun bizim başörtülerimizi çıkarıyorsunuz. Kamu görevlisi olmayanlar için <bir şey dememiz mümkün değil. îster kravat takar, ister balıkçı yakalı şey gi­yer, ister sakal bırakır, bıyığını bir metre bırakanlar var. Hatta müsabaka yapıyorlar, gazetelerde çıkı­yor. (...)
Efendim, işte âlimler de bakın şeymiş, sakallıymış. Acaba sakallı olduğundan dolayı mı âlim oldu, yoksa vakit bulamıyor tıraş olmaya, çok kitap okuyor, onun için mi sakal bıraktı bilemiyoruz. Eğer sakal bırak­makla insan âlim olacaksa, ben de bırakayım, bana da âlim desinler, mümkün değil.» [244]
Tekrar hatırlatıyoruz: Okuduğunuz bu yazıdaki sözler T.C.'nin 7'inci Cumhurbaşkanı Kenan Evren'e aittir. O da birgün kendisinden öncekiler gibi lâyık ol­duğu yere gidecek. Lâkin o zaman etrafındaki koru­malarını orada bulamıyacak. Yaptıklarının hesabını bir türlü inanamadığı İslâm'ın kanunlarına göre ve­recek. Dünyayı nasıl terk edeceğini biz de merak edi­yoruz doğrusu...
Hasılı, «âlimler çok kitap okuduklarından sakal tıraşı olmaya vakit bulamadıklarından sakal bırak­mışlardır» sözü kedileri bile güldürecek kadar saçma ve budalaca söylenmiş bir sözdür. [245]

408 — «Ben Allah İle 30 Yıllık Kontrant Yaptım, Daha En Az Otuz Yıl Yaşayacağım»


 TC.'nin ençok konuşan konuştukça da saçma_ layan «Cumhurbaşkanlarından biri de 7'incisi Kenan Evren'dir. İslâmi yaşantı, sakal, başörtüsü, çarşaf ve Kur'an'a olan gıcıklığıyla tanınan bu zatın «nutuk­larından aldığıinız alıntıları yorumlarıyla beraber in-şaaîlah kitabımızın 4'üncü cildinde neşredeceğiz.
Yaptığı ihtilâlden sonra kaptığı Cumhurbaşkanlı­ğı koltuğundan zorunlu ayrılışımdan itibaren olağan­üstü korumaya alındığı Marmaris'teki köşküne çeki­len Kenan Evren ıbir toplantı vesilesiyle başlığa aldı­ğımız sözleri bir hanım hayranının sorusu üzerine açıkladı. Bahsi geçen toplantı ve sarfedilen söz gün­lük gazetelerden itkisine şöyle aksetti: [246]
Marmaris'te bir tıp kongresi yapıldı. Evren'in dos­tu olan Mustafa Deliveli'nin Lidya Oteli'nde 160 dok­tor biraraya geldiler.
Lidya Oteli'nin önemli reklam unsurlarından biri Evren'in evine koımşu olması. Sayın Evren, başka gruplarla olduğu gibi, bu defa da tıp kongresine katılan doktorlar ve eşleriyle beraber yemek yedi, on-larm resim çektirme tekliflerini kabul etti, sohbetle­rine katıldı. Dostu Deliveli'nin hatırını kırmayarak...
Doktor eşlerinden ibiri, sohbet esnasında, 'dinç görüntüsü'nden hareketle, 72 yaşındaki Evren'e şu il­tifatta bulundu: «Paşam sanki hiç yaşlanmamışsmız. Marmaris havası iyi mi geliyor?»
Kenan Evren iltifattan hoşlanarak şu cevabı ver­di : «Evet haklısınız. Marmaris'in oksijeni bol havası bana gerçekten yaradı. Bunda hemen her sabah yap­tığım en az beş kilometrelik yürüyüşün de etkisi-var. Daha uzun yıllar yaşamak istiyorum. Uzun yaşam biz­de irsi. Anneannem 99 yaşında, babaannem 93 yaşın­da ölmüş. Hem biz işi garantiye aldık. Lidya Otel'in sahibi arkadaşım Mustafa Deliveli ve ben Allah ile 30 yıllık kontrat yaptık. Hiç Ölmeye niyetim yok, daha en az 30 yıl yaşayacağım.»
Belki uyduruyorum, kosıkoca eski cumhurbaşkanı, eski genelkurmay başkanı, imam çocuğu Kenan Ev­ren böylesine ters sözleri sarf etmemiştir düşüncesine kapılanlar olur diye işte kaynağımı da yazıyorum: Bu konuşmayı îzmir'de çıkan Yeni Asır'm Marmaris mu­habiri gazetesine bildirmiş, onlar da bu konuşmayı 31.10.1990 çarşamıba günü yayınladılar...
«Ben Allah ile 30 yıllık kontrat yaptım...» sözüyle Allah (c.c.).ve O'nun koyduğu hükümlerle alay edil-, mektedir. Allah (c.c.) ve hükümleri hafife alınmak­tadır. Kısacası !bu sözde Allah (c.c.)'a meydan okuma vardır. Böbürlenme, kibirlenme, eldeki imkânlara gü­venme, ibana kimse bir şey yapamaz gibi yalancı peh­livanlık vardır.
Kenan Evren bu sözleri söyliyenlerin ne ilkidir, ne de sonuncusu olacaktır. Tarihi irdelediğimizde nice­leri Allah (c.c.)'a karşı terbiyesizliğin en denişini yaparak meydan okumuşlar ama sonunda çok ibreta-miz bir şekilde .mürt olmuşlardır. Topal bir sineğin alı­nan bütün tedbirlere rağmen anahitar deliğinden gi­rip fravunlardan birini nasıl geberttiğini bir hatırla-sanıza. Müteveffa Celâl Bayar da her yılki yaş kut­lamalarında devlet korumasına güvenerek «ölmiyece-ğim» diyordu. İnsan kılığından çıkarak gidişi ne kadar da ibretadim oldu. Devleti işgal ederek İslâm'a ve müs-îümanlara yapmadık koymamıştı. Şimdi ne kaldı ken­disinden. Yine İslâm igalib geldi. Kökünü kurutmak istediği gençlik yine de çığ gibi büyüdü, elhamdülillah.
Şimdi de Kenan Evren etrafındaki korumalara güvenerek «Ben ölmiyeceğim» diye meydan okuyor. Bakalım bunun başarabilecek mi? Ölüm meleği gelip kendisine verilen mühletin bittiğini haber verince di­renebilecek mi bakalım. Ömer Hayyam (Allah c.c. on­dan razı olsun) ne güzel ifade ediyor:
«Nicelen geldi. Neler istediler. Sonunda dünyayı Bırakıp gittiler. Sen hiç gitmiyecek Gibisin, değil mi? O gidenler de, Senin gibi idiler...»
Gitmiyecek gibi olmak fayda etmiyor taibi. İsteyen de istemiyen de zamanı gelince gidecek... Bir başka şair de diyor ki :
«Ne kadar pehlivan olsan yine seni yenen olur Ne  kadar bey-paşa olsan nişanın iki taş olur.»
Bazıları ölmemeği niçin istiyorlar acaba! Bu so­ruyu Emevi halifelerinden Süleyman bin Abdülmelik zamanın büyük alimlerimden Ebu Hazim'e sorar. Der ki:
—  Ölümü neden sevmiyoruz? Ebu Hazini der ki:
—  Siz dünyayı tamiredip ahireti harap ediyorsu­nuz. Mamureyi bırakıp harabeye gitmek elbette gücü­nüze gider.
İşte olay budur. Demek ki, dünya hayatındaki serkeşliğin sebebi, ahiret inancının yok oluşudur. Ahi-rete inanan, onun hakkında sağlam bilgiye sahip olan kimse bu derece kayıtsız yaşıyamaz. Yine şairin deği-ği gibi:
«Dünya değirmendir döner, Bütün mahluk ona biner. Yağı biten kandil söner
Sönmemeğe çaren mi var?
Düşünmezsin hiç ölmeği Terk etmezsin çök gülmeyi .Yakası yok ak gömleği Giymem eğe çaren mi var?».
Bugüne kadar bunun çaresini bulan olmamıştır. Bu demektir ki, bundan sonra da olmıyacaktır.
Cenab-ı Haikk Kur'an-ı Keri'de haber veriyor:
«Yeryüzünde olan her canlı fanidir».  [247]
«Her ümmet için takdir    edilen bir ecel vardır.
Müddetleri gelince bir an geri kalmazlar ve öne de geçmezler.» [248]
«Hiçjbir ümmet, ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onu geciktirebilir.» [249]
«Allah'ın izni olmadıkça kimseye ölmek yoktur. Ölüm zamanı Allah'ın ilminde kararlaşmış bir yazı­dır.» [250]
Hasılı, «Ben Allah ile kontrant yaptım, Ölmiyece-1 ğim» demek Allah (c.c.)'ı ve hükümlerini alaya al­mak demektir. Doğmak insanın kendi elinde olmadı­ğı gibi ölmek de hiç kimsenin insiyatifinde değildir. Mü'minlerin inancı budur.- înanonıyanlara gelince:. Canları, cehenneme. [251]

409 — «Sakal Keçide De Var».


•    Sakal konusunu bu isimle yayınlanan kitabı­mızın l'inci cildinin 150'nci    sahfesinde ele almıştık. Şimdi aynı konuyu bir başka açıdan ele alacağız.
Kalbinde maraz olanlar çeşitli* vesiler uydurarak hep müslüımanlarm kisvelerine saldırmayı marifet saymışlardır. Ancak, bunların saldırıları kendileri he­sabına hep hüsranla neticelenmiştir. Bundan sonra da olacak olan ibudur.
Kaynaklarda zikredildiği üzere sakal, mütevatir bir sünnettir. Hanefi fukahası: «Erkeklerin sakalları­nı tıraş etmelerinin haramiliği üzerinde ittifak etmiş­lerdir.» [252] Rasûl-i Ekrem ds.a.vj'in, Sahabe-i Kiram (r.a.)'m, bütün müctehid imamların (Rh.A. ve Evli, ya-i Kiram (K.S)'m sakal hususundaki titizliği kay­naklarda zikredilmekte ve görülmektedir. Zaruret ol-
İmadan sakalı tıraş etmek dört mezhebin müctehid imamlarının kavillerine göre haramdır. Kemaleddin İbni Hümaon (Rh.A.) Fethü'l-Kadir isimli eserinde, sa­kalı tıraş etmenin İran'lı mecusilerle Hind yahudileri-
jnin âdeti olduğunu kaydediyor. [253]
Sakal konusunda şu eserlerin incelenmesini gejrekli görüyoruz :
• Merhum Ahmed Davudoğlu hocamızın Sahih-i i Müslim Terceme ve-Şerhi'nin 872-875. sahif esinde ulemanın sakal ile ilgili beyanlarını güzel bir üslub ile nakletmiştir, Allah Rahmet etsin...
® îbni Abidin, Reddü'l-Muhtar c/5, Sh: 260 ve de­vamı.
® Kemaleddin îbni Hümam, Fethü'l-Kadir c/2, Sh: 270 ve devamı.
© Ali Rıza Demircan. İslâm'da bâtıla benzeme­nin 'hükmü, isimli eseri.
®   Tecrid-i Sarih Tere. c/12, Sh: 99 ve devamı.
Müslümanlar sakal konusunda titiz olmak zorun­dadırlar. Halkın arasında dolaşan sakal aleyhine söy­lenen sözlerin tamamı uydurmadır. İşte bunlardan bi­ri de başlık yaptığımız «Sakal keçide de var» sözüdür.
Yaşanan bir olayı naklederek bu meseleyi bitire­lim. Hoca efendinin biri bir toplantıda şu hatırasını anlatmıştı:
«Bir ilçede müftülük yapıyordum. Sakalımı kesme, meye karar verdim ve böylece sakalı bırakmış oldum. On-onbeş gün sonra daire müdürleriyle bir toplantı­mız oldu. Herkes beni sakallı görünce başladılar ileri -geri sakal hakkında ahkam kesmeye. Ben de onlara sakalın gereğini anlatmaya çalışıyordum. Ama benim söylediklerime hiç itibar etmiyorlardı. Söyledikleri ka­famın tasını tam attırdıki bu anda kaymakam hey
«— Müftü bey sakal keçide de var» demesin mi! Öbürleri de ıbu söze «doğru ya» deyince taşı gediğine koyma zamanın geldiğini düşündüm. Bunlara şu ce­vabı verdim :
— İyi doğru söylüyorsunuz. Evet, keçide sakal var amma eşşeklerde sakal yok, dedim.
Benim bu sözüm üzerine karşımdakilerin lâfı bo­ğazına tıkıldı, kıpkırmızı kesildiler. Ortalık bir an ses­sizliğe büründü. İçlerinden biri şu itirafta bulunmak zorunda kaldı:
— Vallahi biz bunu hak ettik. Peygamberin saka­lını alay konusu edenin sonu hep bu olur. Sonra top­lantının gündemine geçildi. Bir daha da kimse sakal kelimesini ağzına alamadı.»
Biz bu cevabı çok takdir ettik. Umarım siz okuyu­cularımın da bu cevap takdirlerinize şayan,olmuş­tur.   
Hasılı, sakal mütevatir bir sünnettir. Aleyhinde söz .söylemek ancak kâfirlere mahsustur. Hoca efen­dinin de beyan ettiği gibi, en hafif tabiriyle eşekliktir. Daha ne diyelim? [254]

410 — Moral Gecesi.


• Bazı çevreler ve müesseseler memleketimizde moral geceleri ve günleri diye mel' anetlerini sergileyen merasimler düzenlerler. Tamamen Allah'a isyanın ic­ra edildiği bu adet idağer ıgünah galerileri gibi bize ba_ tıdan gelmiştir. Zararı çok faydası hiç yoktur.
Moral geceleri spor kulüpleri başta olmak üzere bir çok kurum ve müesseselerde sık sık icra edildiği igibi maalesef memleketlerin temel taşı olan askeriye­lerde de kısa aralıklarla tekrar edilen 'bir isyankâr­lıktır! Bilindiği gibi Irak'ın Kuveyt'i işgalini behane ederek ortadoğuya yerleştirilen yarım milyon civarın­daki askerinin «moral verme» adıyla peyderpey Türki­ye'ye getirip «Türk kadınlarıyla resmen fuhuş yaptı­rıldığı malumdur. Türk askerinin ve polisinin koru­ması altında «Türk kadınlarının ikram edildiği «Ame­rikalı conilere moral verilerek» tekrar Ortadoğuya «gönderildikleri gazete, dergi sahifelerine ve televiz­yon ekranlarına kadar yansıdığını bilmiy enimiz yok­tur.
«Moral gecelerinin bizim ordu birimlerimizde de düzenlendiği zaman zaman gazetelerde bilhassa bo­yalı basında haberler arasında yer alır. Askerlik dö­nemimizde zaman zaman böyle geceler düzenlenir buralara katılan arkadaşlarımız arasında bu geceler gün_ lerce konuşulurdu.
Bize göre «moral geceleri» son derece tehlikeli, Müslüman Türk Milletinin ahlâkına' uymayan icraat­lardan biridir. Zararı çok faydası yoktur. «Moral ge­celeri» düzenlemekle hiçbir asker cangaverlik göste­remez. Aksine korkaklasın Nefsine düşkünleşir. Va­tan için Ölmenin enayilik olduğuna inanır. Ben ölecem benden sonrakiler karılarla kızlarla yaşayacaklar di­ye düşünür böylece düşmandan kaçar. Ben canımı baş­kaları için veremem, der.
Bu vatanın evlâtlarını gerek askeriyede gerek si­vilde haçlıların istilasından korumada canını feda et­tirecek cangaver yapmak lâzım. Bu «moral geceleri»yle gerçekleşmez. Okullara ve askeriyeye şehidlik dersle­ri koymak gerekir. Bu insanlara şehidliği sevdirmek ]âzımdır. Şe'hidliğin kıymetini bilmeyen insanlar ko­lay kolay din, vatan ve namuslarını koruma cesare­tini gösteremezler. Uşak ruhlu olurlar. Vatanın selâ­meti millete şehidliği sevdirmekle mümkündür. Tari­he >bakın az sayıdaki müslümanlar kendilerinden kat kat fazla küfür ordularıyla yaptıkları savaşta galip gelmişlerdir. Sebebi şehâdet şerbetini içme aşkıdır. Çünkü bizim inancımıza göre peygamberlik mertebe­sinden sonra şehidlik mertebesi gelir. Eskiden ecda­dımız dua ederken:
— Allah'ım, bana şehidliği nasip et, diye dua eder­lermiş. Bunlar şehidliğin ne demek olduğunu bilen bir toplumdu. Öyle bir toplumun başkalarına yem ol­ması düşünülebilir mi? Bu mümkün değildir.
Muvaffakiyetin sırrı üç şeydedir:
1- Ter damlası: Ter damlası mübarektir. İnsa­na rahatlık verir, onu huzura kavuşturur. Şartı Allah tc.c.)  için olacak.
2- Gözyaşı damlası:  Rahmet yağmuru gibi, gö­nülleri yeşertir, cehennem ateşini söndürür. Şartı Al­lah (c.c.) için akıtılacak.
3- Kan damlası:   Bu da mübarektir. Misk gibi­dir. Genç nesillerin sulanmasına,    yeni mücahidlerin ilâhi boya ile boyanmasına,, filizlenip hızla gelişmele­rine sebep olur. İnsana can, kan, cesaret, şecaat, he­yecan... verir. Şartı Allah  (c.c.) için akıtılacak. Yani terini, gözyaşını, kanını Allah'ın    rızasını kazanmak için akıtabilen kazanıyor.   Buna şehadet şuuru denir. Bu topsiuma bu şuuru kazandırmak lâzımdır.
Tirmizi Hazretlerinin rivayetine göre Sahabe-i Ki­ram diyor ki:
«Peygamber (s.a.v.) Efendimiz foize şehidliğin mer­tebelerini 7 madde halinde şöylece anlattı:
1- Şehidin bütün günahları af olunur. Kul hak­kı müstesna.
2- Şehid olurken insan    cennetteki makamını görür.
3- Kaibir azabı onun için yoktur.
4- Korkuların en şiddetlisi olan kıyametin gü­rültüsü korkusundan şehid emin olur.
5- Şehid  olanın  başına  ahirette  yakuttan  bir makam tacı konulacak; bu tâctan şehdd olduğu anlaşı­lacak.
6- Hurilerden 72 tanesi ile evlendirilecek.
7- Yakınlarından en az 70 kişiye şefaat edecek.» İşte (bu mükâfaatlari bilen kişi şeîıâdete ermenin
özlemiyle yaşar. Zafer, bu hasreti duyabüenlerin hak. kidir. Bu topluma bunları öğretmek lâzım. Bunların öğretilebilmesi için de okullara mutlaka şehidlik der­sinin konulması şarttır. Yoksa melanetlerin sergilen­diği «moral geceleri» ile kimse vatanını koruyamaz. Zaten korumayı da düşünmez.    Bilindiği gibi «moral gecesi» tertip edilen toplantılarda dansözler oynatıp, kadm-erkek çengilere müstehcen şarkı-türkü söyletir, ler. İçki içip Allah'a isyan ederler. Bizim dinimizde, örfümüzde an'anelerimizde kadın oynatmak yoktur. Kimsenin şerefiyle oynamak da yoktur. Bu âdet iğ­renç batılının iğrenç adetlerinden biridir.
Hâsılı, «Moral gecesi» adı altında bir sürü nıel'-
anetlerin işlendiği gece ve günler tertip etmekle hiç­bir ibaşarı elde edilemez. Vatanını seven hiçbir mem­leket evlâdının ıböyle 'bir şeye tevessül etmesi düşü­nülemez. Zaten bu tür davranışlar moral takviyesi vermesi bir tarafa aksine insanın mevcut moralini de bozar. Askerin-sivilin kim olursa olsun kahramanlık göstermesi isteniyorsa yapılacak şey ona şehidliği sevdirmektir. Şehidliğin kadrini bilen bu vatanı ko­rur. Onun için en kısa zamanda okullara şehidlik der­si konulmalıdır. Ehil kimselere bu ders verdirtilip mil­lete şehidlik öğretilmelidir. Ecdada lâyık olmanın yolu da fbudur. [255]

411 — «Hayat Müşterektir.»


Toplumumuzda egemen güçler kadını evinden çıkarıp sokağa çekebilmek için «Hayat müşterektir» yaygarasını koparmışlardır. Bazı şeyleri yaptıkları reklâm ve propagandalarla topluma asil ihtiyaçlardan, mış gibi kabul ettiren 'bunlar nihayet kadını evinden koparıp sömürü tezgahlarına hammadde olarak sür­müşlerdir. Sakızlaştırmalardır. Kapitalist ekonominin gereği israfta yarışanlar kadının ev ekonomisine kat­kısı olur zannıyla «hayat müşterektir» vehmine kapı­larak kadını analıktan koparıp fabrika ve büro işçi­liğine çekmişlerdir. Kadına tatbik ettikleri zulmü sez­dirmemek için de «Kadın-erkek eşitliği» safsatasını or­taya atmışlardır.
Azgın bir canavar gibi yıkıp yömüren israfa evin erkeğinin kazancı yetişeni ey ince gelire katkısı olur vehmiyie kadın evin dışında çalışıp para kazanma.
ya (!) yönlendirilmiştir. Kadının böyle bir tavrını meş­ru gösterebilmek için de «hayat müşterektir» sözünü uydurup bayraklaştırmışlardır.
«Hayat müşterektir» sloganıyla evinden koparılan anneler; çocuklarını ya kreşlere veya Maşukalarına bı­rakmak zorunda kalmaktadırlar. Böyle kadınlar ço­cuklarını anne şefkatine, merhametine ve anne kuca­ğına hasret bırakmaktadırlar. Tek idealleri kazanmak olan ve gözlerini dünyevi hırs bürüyen pek çokları ka­dını değil annelik, kadınlık vazifelerini bile yapaimya-cak işlerde çalışmaya zorlamaktadırlar.
«Kadın-erkek eşitliği» avutmacasıyla kadınlar çe­şitli sahalara sürülmekte ve erkeklerden de daha da ucuza çalıştırıldıkları için sömürü tezgiyahlarının ek­meğine yağ sürülmektedir. Bütün sıkıntılardan ve has­talıklardan kurtulmanın yegâne çaresi; İslâm'a tes­lim olmaktır. Nesil emniyetinin ve eğitiminin, gelece­ğe sahip çıkacak salih nesillerin yetiştirilmesi için de kadınların evlerine, asli görevlerine dönmeleri gerek­mektedir. Herşeyi mülbaih gören, Allah (c.c.l'm emir ve yasaklarını hiçe sayan ideolojiler ve bu ideolojilere imân eden kimseler müslümanlara örnek ve delil ola­mazlar. Kısacası, millet olarak aslımıza dönmek zo­rundayız.
Tarihte en şerefli nıevkiye bizi millet olarak çı­karan inanç esasımıza tekrar sarıldığımızda yine ay­nı mevkiyi kazanacağımıza şüphe yoktur. Bunun izah yolarından biri de şöyle bir sorunun cevabını ver­mekle koaylaşır.
«Ailenin geçimini sağlamak kimin görevidir?» so­rusuna «nafaka nedir?» sorusuyla anlaşılabilirlik ka­zandırılabilir :
İnsanın normal bir hayat için muhtaç olduğu hu­suslara sarfettiği yiyecek, içecek, mesken vesaire gibi şeyler nafaka mefhumu içinde yer almaktadır.[256] Aile hayatının devamı, sıhhati ve düzeni için bu işin ibir sorumlusunun bulunması gerekir. îslânı Dini aile­nin nafakasının yükümlülüğünü kocaya yüklemiştir. Yani hanımın ve çocukların nafakası koca üzerine vacibtir. [257] Hatta kadın zengin [bile olsa nafakası koca­sına aittir. [258] «Biribirleri için elbise oldukları» [259] beyan edilen eşlerin biribirlerinin hukukuna riâyet et_ meleri şarttır. Elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sı­caktan koruması gibi, herbiri diğerini örten eşler; biri-birlerini haram olan şeylerden alılkoyarlar. İffetlerini muhafaza ederler. Günahlardan korurlar. [260]
Biribirlerinin ayrılmaz parçaları olarak görülen fcarı-kocanın evliliği sevgiyi ve merhameti [261] tabii olarak beraberinde getirecektir.
Kur'an-ı Kerim'de Rabb'ıımız buyuruyor ki •
«Kadınlar için erkekler üzerinde, erkeklerin kadın, lar üzerinde hakları vardır.» [262]
«Kadınlarla maruf veçhile (aklın normal kabul edip, şeriatın hoş gördüğü şekilde) geçinin». [263]
Âyetlerden anlaşıldığı gibi yatak ve infak husu­sunda insaflı, söz ve sohbette tatlı ve güler yüzlü ol­mayı [264] Rabb'ımız kadınların kocalarına emretmek­tedir.
«Annelerin maruf veçhile yiyeceği, giyeceği çocu­ğun babasına aittir.» [265] Âyeti gereğince de, hanımın kâfi derecede yiyeceği, ifrat ve tefritten uzak kalmak şartıyla giyeceği de kadınm kocası üzerine tereddüp  haklarındandır. [266]
Her müslüman erkek geçimini sağlamak, rızkını helâl yoldan temin etmek kazancını hayır yolunda harcamak ve «veren el» durumuna gelebilmekle gö­revlidir. Çünkü müslüman «Kazancını nereden, nasıl kazandın ve nereye nasıl harcadın» [267] sualinin mu­hatabı olacaktır.
Temb elliğinden veya keyfi israfından dolayı ailesi efradını ihmal edenler büyük günah işlemektedirler. Kadının kocası üzerindeki haklarından biri de hanı­mına yediğinden yedirmesi giydiğinden giydirmesi-dir.[268]
Sanki dünyada ebedi kalacaklarmış gibi süse, lük­se, sükseye, modaya, eğlenceye düşkünlükler, pek-çok aile yuvasını tarumar edip yıkmıştır. Aile mefhu- * munu yok etmek için kurulan tuzaklar, insanın sade­ce ımidesine hitabeden onu da doyuramıyan, tek dü­şünceleri; «karnı tok, sırtı pek» vatandaş olan ve in­sanın mânevi yönünü tamamen ihmal eden ideoloji­ler insanlığın bu halinin ,baş sorumluyudurlar. Bunla­ra aldanmamak lâzımdır. Çünkü müslüman, çocuğu­nun, ailesinin sadece midesini değil; kafa ve kalbini de İslâm ile doldurmak ve doyurmak zorundadır.
Hasılı, «Hayat müşterektir» lâflarını sakız ederek kadını yuvasından ayırıp kem gözlülere ve kem kalb. lilere fabrikalarda işcinsekreter olarak hizmet ettir_ mek kadına yapılan en büyük ihanettir. Kadınlar bu yaygaracılara inanır da kendilerinden birşey kaybet­mediklerini sanıyorlarsa, böylelerinin kaybedecek bir-şeyleri kalmamış demektir. [269]

412 — «Allah'ım Bîr Çuval Altın Yolla Hammal Parasını Da Ayrı Bırak.»


• Bilindiği gibi mü'min Allah-u Taalâ'ya imân eden ve hayatını ibu imânın gereklerine göre tanzim .eden insandır. Allah-u Taalâ'ya direk veya dolaylı yol­la istihzaya varan, her söz ve davranış çoğu zaman imân-küfür çizgisinde oynar. Allah (c.c.) lâfzı nor­mal bir söz değildir. Bu isim, zahiren pis olan bir me­kânda anılamıyacağı gibi, muhtevası itibariyle pis ol­ma hükmü taşıyan bir mekânda da anılamaz. Ne tu­valette anılabilir, ne de bir eğlence yerinde anılabilir.
Kur'an-ı Kerim'de Allah (c.c.) ismi anıldığı za­man kalbleri titreyen mü'minler olmamız emredilmek-ıtedir. Günlük hayatın basit seyri içersinde lâubalilL ğin tezahürü cümleler arasında Allah (c.c.) adını an­mak, en azından ciddiyetsizlik, imân gerçeğini kav-rayamamaktır.
Kaldı ki, başlıkta zikrettiğimiz söz bu noktayı da aşmış Allah-u Taalâ'nm kudret ve azametini idrak edememiş insanlara ait bir sözdür. Tahakkuku asla mümkün olmayan (bir şeyden söz ediliyor bu cüm­lede. Elbette bu imkânsızlık beşer için geçerlidir. Al-laih-u Taalâ için bir çuval altın yanında çuvalı da al­tın yapmak mümkündür. Çünkü mülkün sahibi O'dur. Herşey O'nun kudretin dedir.
Mü'min onca zahmetlerle yaptığı ibâdetlerini lü­zumsuz bir sözle suya düşüremez. Bilhassa günümüz­de insanların hayatrhep gırgır oldu. Öyle ki, yaşamak gırgırdan ibaret bir hâl aldı. Eğieneceksek imânımız­la, âhiretimizle ilgili olmayan çok şey bulabiliriz. Bu­nu meşru ölçüler içinde yapabiliriz. Ölçüyü taşırma-dıkça herhangi bir vebal de yoktur.
Kesinlikle herkes 'bilsin ki, Allah-u Taalâ'ya ve O'na taalluk eden şeyler ancak zikir edasıyla anılma-lıdır. Bir şaka için, :bir etrafındaki insanları güldür­mek için cehennemde kalmak çılgınlıktır doğrusu.
Hâsılı, tekerleme mahiyetinde olan başlıkta zikret­tiğimiz sözün akıllı bir mü'minin ağzından çıkması düşünülemez. Bu ifadeyi ancak Allah-u Taalâ'nm kudret ve azametini idrak edememiş kimseler kulla­nabilirler. Komiklik olsun için söyleniyorsa, değer mi etrafımızdaki insanları güldürmek için cehennemde kalmaya. Doğrusu bu korkunç bir ahmaklık olur. Ah­maklık mü'minlere yakışmayan (bir sıfattır. [270]

413 — Temsil Ve Oyunlarda Söylenen Sözlerin İslâmi Hükmü Nedir?


Son yıllarda müslümanlar, İslâm tarihinden birçok bölümleri sahnelerde canlandırmaya başladılar. Hatta sahnelendirilen gerçekler teyb ve video bant­larına alınarak hayli yayıgmlaştırıldı.
Bunların konusu, İslâm Tarihinde ve özellikle Ra-sûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ve Hulâfe-i Raşidin döne­minde cereyan eden olaylar teşkil ediyor. Temsil ve oyunlarda görev alan bazı oyuncular, rollerinin ge­reği olarak, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukbe bin E.bu Mu-ayt, Ümeyye bin Halef, Utibe bin Rabia... gibi aşırı müşrikleri canlandırıyor ve onların ağzı ile, bir müs-lüman tarafından söylenmeyecek, inkâr ve küfür sözlerini de söylüyor.
İnanarak değil, oynanan rolün gereği olarak kü­für ve inkâr ifade eden sözleri söylemenin hükmü ne­dir? Rol gereği olarak söylenen bu tür sözleri söyle­yenler dinden çıkıp küfüre düşerler mi? sorularına cevap bulmaya çalışalım. Bu sorulara verilecek cevap meselenin hükmünü ortaya koyacaktır:
CEVAP: Bilindiği üzere, mecbur bırakan ciddi bir baskı altında olmadıkça, bir kimsenin küfür ve inkâr ifade eden sözler söylemesi küfrünü yani İslâm sınırları dışına çıkmasını gerektirir. Çünkü, imanın kalb ile tasdik ve dil ile ikrar olmak üzere, biri aslî, diğeri zait iki rüknü vardır. Aslî   rükün olan kalbin tasdiki, hiçbir mazeretle sakıt olma, aksi halde kişi küfre düşer. Zait rükün olan dil ile ikrardan ise, an­cak ciddi bir baskı (ikrah-ı mülci) karşısında vazge­çilebilir.
Kur'ân-ı Kerim'de:
«Kalbi iman ile mutmain olduğu halde, inkâra zorlananlar müstesna, her kim Allah'ın inkâr edip gönlünü küfre açarsa, böylelerine Allah'tan bir gazap ve büyük ibir azap vardır» [271] 'buyrulmaktadır. Nite­kim fıkıh ve kelam kitaplarında da, bir müslümamn ciddi bir ibaskı altında olmadıkça, —kalbi iman ile mut­main olsa bile,— inanarak değil, hafife alarak, küfrü gerektiren bir sözü isteyerek söylemesinin, onu küfre düşüreceği ifade olunmaktadır. [272]
Ancak, piyes ve temsillerde, oynanan rolün gere­ği olarak, bu tür sözlerin söylenmesinin küfrü gerek­tireceği söylenemez. Çünkü temsil ve oyunlarda, söy­lenen sözler, aktörün ikendi sözleri olmayıp, rolünü aldığı kişiye ait sözlerin nakl ve hikaye edilmesinden ibarettir. Ayrıca bu sözler, fıkıh ve kelam kitapların­da, küfre düşmeye illet olarak gösterilen dini hüküm­leri hafife almak, istihfaf ve istihkar etmek maksadıy­la da söylenmemektedir. Bu itibarla, baskı altında ol­masa da, oynadığı rolün gereği olarak, bir kafirin küf­rü gerektiren sözlerini nakl ve hikaye eden kişi, bu rolü dolayısıyle küfre düşmüş olmaz. Çünkü söyle­dikleri kendi 'sözü olmadığı gibi, dini istihfaf ve istih­kar için söylemiş de değildir. Sadece kafirlerin söz ve davranışlarını nakl ve hikaye etmiştir. Nitekim ilgili kitaplarda ve Kur'an-ı Kerim'de de kafirlerin söz ve davranışları nakl ve hikaye edilmektedir.[273]
Bilindiği üzere, iman ve küfür, lüzûmî değil, ilti-zamidir. Yani 'bilerek ve isteyerek, kasıtlı şekilde olur. Müslüman olma niyyet ye kasdı olmaksızın, toir gayr-i müslim şehâdet kelimesini söyleyivermekle müslüman olmayacağı gibi; söylediği sözle dinden çıkma (yani in^ kâr ve küfür) niyyet ve maksadı olmadıkça, herhangi bir sebeple ağzından küfür sözü (yani zahiren küf­rü gerektiren >bir söz) çıkıverme'kle de bir müslüman dinden çıkmış ve küfre düşmüş olmaz. Şüphesiz bir maslahat bulunmadıkça, bir müslümanın bu tür söz­leri söylemesi ve imanı ile bağdaşmayan yakışıksız davranışlar içinde olması da uygun olmaz. [274]

414- El Öpmekle Ağız Aşınmaz.


• Allah (c.c.)"'a ve Rasûlü (s.a.v.)'e imân eden ve İslâm'ı hayat nizâmı olarak kabul eden her mü1-minin hedefi yürüyen bir Kur'an, yaşayan bir İslâm olmaktır.
Mü'min Allah (c.c.)'m nuruyla bakar. Kendisini Allah (c.c.)'m şeriatıyla sınırlamıştır. Bu sebeple de, zillete ve zilletin yolunu açan her fiile tepki ile ba­kar. Ne el öper ne de bel büker. Mü'minin beli sadece Allah (c.c.) için bükülür. Alnı, yalınız Allah (c.c.) için toprağa değer. Onun el öpmekle belki ağzı aşın­maz amma, imânının zedeleneceği endişesi taşır. îmânı için var olan bir insana, o imânın söz konusu olduğu ıbir yerde her zaman ve mekânda tedbirlidir.
İslâm dini, el öpülecek yerleri ve eli öpülecek kim­seleri belirlemiştir. Eli öpülecekler arasında, yağcılık yapılması gerekenler, insanların önlerinde zelil olma­ları için yollar arayanlar yoktur. Ancak anne-baba, ilmi ile amel eden âlimler ve âdil sultanın elini öpme­ye ruhsat vermiştir İslâm âlimleri.
Başlıkta zikrettiğimiz «El öpmekle ağız aşınmaz»
ifadesi yağcılığa ve yaltakçılığa mantık kılıfı geçir­meye yarar sadece. Mü'min ise mantığı ile değil şeriatı ile yaşar. Gerçi selim bir akıl da, yağcılığı ve yaltakçılığı değil onurlu bir hayatı. tavsiye eder.   .
Hâsılı, ellerinin, öpülmesine ruhsat verilenlerin elini öperiz. Yağcılık ve yaltakçılık yapmayı köpeklik addederiz. Bu ikisinin arasındaki farka da dikkat çe­keriz.
Bundan sonraki bahsi bu münâsebetle «eZ Öpme» konusuna ayırıp işledik. Faydalı olacağını umuyoruz... [275]

415 — «El Öpmek»


• İslâmiyet, müslümanların kaynaşmasını^ biri-birlerine karşı sevgi ve saygıda yarışmalarını emre­der. İslâm dini, cemaat dinidir. Cemaatin özelliği, in­sanlarının biribirlerine karşı ta'zim ve hürmetkar davranmalarıdır. Çünkü, sevgi ve muhabbet ancak böylece gerçekleşir.[276]
telâm prensiplerine göre, şer'i ölçüler içinde öp­mek sevgi, saygı ve hürmetin nişanesidir. Öpmenin İslâm'daki yeri sünnet ile sabittir. Öpmenin cevazı hakkında bir çok Hadis-i Şerif varid olmuştur. Yalı­nız bu cevazın mahalli, takbil ikram ve ihtiram için olmalıdır. Şehvet gayesi için olursa bu caiz değildir. Şehvet ile öpmek yalınız zevç ile zevce hakkında he­laldir.  [277]

Öpmenin Mahiyeti:


Öpmek sevgi, bağlılık, saygı belirtmek üzere du­daklarım başkasının dudaklarına, yanağına, eline ve­ya ya herhangi bir şeye bastırmaktır. [278]
Hükmi yönden, öpmeyi beş kısımda mütalâa et­mek mümkündür:
1- Küfür olan öpme.
2- Haram olan öpme.
3- Mekruh olan öpme.
4- Sünnet olan öpme.
5- Sevap olan öpme.
Şimdi burada bu ıbeş başlık altında toplanabilen hükümleri özetleyerek açıklamaya çalışalım:
1- Küfür olan öpme:
Bu, âlimlerin ve toplumda ileri gelenlerin önünde ibâdet ve ta'zim kastı ile yeri öpmektir. [279]
2- Haram olan öpme:
Alimlerin ve (büyüklerin önünde selâmlamak kas-tryla yeri öpmektir.[280]
Şehvetlenme korkusu olmasa bile yabancı kadın­ların yüzlerine ve ellerine dokunmak ve öpmek ha­ramdır. Dokunmanın hükmü bakmanınkinden daha katıdır. [281]
3  — Mekruh olan öpme:
Mekruh olan öpmeyi üç ana noktada mütalâa et­mek mümkündür:
a- Âlim veya âdil idareci olimyan, îslânıa hür. metkârlık etmeyenlerin elini öpmek bil-icma mekruh­tur.  [282]
b - Bazı müslümanlar hürmet ettikleri zatm elni öpmek istiyorlar o öptürmüyor kendi elini öpüp al­nına koyuyor. Bu tahrimen mekruhtur.[283]
c —• Karşılaşma veya ayrılma anında bir erkeğin diğer erkeğin elini, ağzını veya herhangi bir azasını öpmesi tahrimen mekruhtur. Kadının kadını da aynı. şekilde öpmesi tahrimen mekruhtur.[284]
4  — Sünnet olan öpme:
Âlimin ve adil sultanın elini öpmek sünnettir. El-ihtiyar adlı fıkıh kitabında deniyor ki:
«Âlimin ve adil sultanın elini öpmekte bir beis yoktur. Zira Sahabe-i Kiram (Radiyallahu anhum ec~ main hazeratı, Rasûlüllah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin ellerini ve başını öpüyorlardı. Süfyan bin Uyeyne:
«— Âlimin ve âdil sultanın elini öpmek sünnettir» deyince, Abdullah ıbin Mübarek kalkıp onun başım öp­müştür.[285]
5  — Sevap olan öpme:
Küçük çocuğun alnından öpmek sevaptır. Çünkü bunda çocuğa şefkat vardır. Arkadaşlarının veya baş­kalarının küçük çocuklarını öpmek de aynı şekilde­dir.[286]
Yaptığımız bu sıralamadan sonra ayrıca caiz olan öpmeler de vardır. Hanefi âlimlerinden Fakih Ebul'leys Semerkandi bu caiz olan öpmeleri Camius-Sağir Şerhi'nde şöyle izah eder:
1- Kufole4 Tahıyye:  [287]
Bazı mü'minlerin saygı duydukları kimselerin el üstünü öpmesidir.
2- Kuble-i Şefkat:
Çocuğun anasmubabasını öpmesidir.
3- Kuble-i Rahmet:
Ana-babamn kendi çocuğunun   yanağını öpmesi-
4- Kuble-i Şehvet:                         .
Zevcin zevcesinin ağzını öpmesidir.
5- Kuble-i Meveddet:
Kız ve erkek kardeşlerin biribirlerinin yanaklarını öpmeleridir.
6 - Kuble-i Diyanet:
Haceru'l-Esved'i ve Kabe'nin eşiğini öpmek, diya­net öpmesi diye isimlendirilir. [288]
Ayrıca:
©   Kur'ân-ı Kerim'i öpmek    caizdir. Çünkü Hz.
Ömer (r.a.) her sabah Kur'an-ı Kerim'i alıp öpüyor ve şöyle diyordu:
«— Bu^Ralbb'imin ahdidir. Rabb'imin (Azze Ve Celle) beyanıdır.»
Hz. Osıman (r.a.) de Mushaf'ı öpüyor ve yüzüne sürüyordu.
•   Ekmeği    öpmek   bid'at    çiğnemek    mekruh­tur. [289]
•  Dünyalık elde etmek için el öpmek mekruh­tur. Bu kişiler ister şeyh, ister âlim, ister âbid, ister hükümdar olsunlar farketmez.
® Ayak öpmeye gelince; her ne kadar ayak öp­mek çirkin gibi görünüyorsa da, Sahabe-i Kiram'dan (Radiyallahu Anhüm Ecmain) rivayet edilen hadis­ler arasında az da olsa ayak öpmeden bahsedilmek­tedir. Çok muttaki insanların ibiribirlerinin ayakları­nı —istismar konusu etmeden— öpüvermelerine bir-şey diyemeyiz.
•   Bir erkeğin diğer bir erkeğin yüzünü öpmesi mekruhtur. Kadın kadına yüzden öpüşmeleri de mek­ruhtur. [290]
Hasılı, öpmenin hangi çeşidi olursa olsun ölçüsü İslâm'da belirlenmiştir. Biz müslümanlar ölçüye uy­gun olanlarını yeri ve zamanı gelince yapar; olmayan­larım da her yer ve zamanda reddederiz. Bu bizim müslüm anlığım izin gereğidir... [291]

416 — «Şansım Olsaydı Anam Kız Doğururdu.»


• Gerek insan hayatı ve ıgerekse kâinattaki di­ğer varlıkların tamamı başıfooş değil, Allah-u Taalâ'-nm,yazmış olduğu değişmez, sabit ve mükemmel bir kader parelelinde yürüyor. Herşey istisnasız Allah (c.c.)'nün kaderi iledir. İmân esaslarımızdan beşincisi kadere imân etmektir. Mü'min insan Allah'ın takdir ettiği kadere kayıtsız-şartsız rıza gösteren insandır.
Canlıların cinsiyetini de Allah (c.c.) belirlemiştir. Ne doğduğu topraklar, ne de ulus, dil, renk ve ne de erkekiik-dişüik ihtiyari yada şansa kalmış şeyler de­ğildir. Yaratılırken kimsenin önüne seçenekler getiril­memiştir. İnsanlar için getirilen tek seçenek belli bir zaman sonra imân veya küfür şıklarından birini seç­me olayıdır. Şüphesiz bu seçememe olayında anne de vardır. Anneler dilediklerini değil, Allah'ın takdir et­tiğini ve yarattığını doğururlar. Yani bir anne adayı «ben erkek» veya «kız istiyorum», «istemediğimin ol­masını istemiyorum» demek hakkına sahip değildir. Onun söyliyeceği söz «hayırlısını istiyorum» ifadesi ol­malıdır.
Benim bir tanıdığım vardı. İlk çocuğuna hanımı hamile olduğu zaman hep :
«— İllâ da erkek çocuğu istiyorum. Kız olursa ke­serim» diyordu. Bu sözleri için çok ikazlarda bulun, duk. Tevibe etmesini istedik. O, inat etti. Sözünde İs­rar etti, İkide bir aynı sözleri tekrar ederdi.
Allah (c.c.)'in takdiri bu ya, hayırlısı da böyle imiş doğan çocuk kız olarak dünyaya geldi. Adam ne karısının yanma ne de eve günlerce uğramadı. Onu kesmedi ama, evlât diye yüzüne bakıp bağrına da basmadı. Derken zaman geçti, yedi sene içinde Allah (c.c.) ona tam dört tane erkek çocuk verdi. Hepisi bü-yüdüler. Evlendiler. Kendisi bir ara felç oldu. Hamım­da daha önce vefat etmişti. Adam ele bakımlı hale gelince ortada kaldı. Erkek çocukları dönüp yüzüne bile bakmadılar. Onun o halinden iğreniyorlardı. Ne­ticede o bir tek kızı babasına sahip çıktı. O baktı. Ye­dirdi, içirdi, yıkadı, pakladı. Bir gün bile babasından tiksinmedi.
Demek hayırlısı bu imiş. Allah (c.c), sen misin benim takdirime rıza göstermiyen; - albakalım sana dört erkek evlat, çek cezalarını... deyiverdi. Demek ki, hayırlısını istemek lâzım. Bunu biz bilemeyiz. Allah (c.c.)'nün takdir ettiği hayırlı olanıdır. Herşeyi bilen ancak O'dur.
Meseleye başka bir açıdan bakacak olursak şu gerçeği de yakalamış oluruz : «İyilik», «mutluluk» gibi nesneler kadınlığa ve erkekliğe bağlı değildir. İnsa­nın kendi fiileri ve uygulamaları, konuştuğu, dinledi-'ği şeylerle yüklenen hayatı mutlu yada mutsuz bir ha­yatı yaşamasını gerektiriyor. Ne kadın erkeğe göre daha şanslıdır, ne de erkek kadına göre daha şanslı­dır.
Ancak, meseleye batı kafa yapısı ile bakıldığında yirminci asırda kadınlar erkeklere göre daha şanslı gibidirler. Reklâmlarda ve diğer rezaletlerde şansları şimdilik —yahudiler öyle uygun gördükçe— daha açık_ *ür. Lâkin bu aldatmaca bir açıklıktır. Buna şanslılık değil ahmaklık denir.
Ar, namus, haya, şeref ve edeb tanıyanlar ve in­sanın eşref-i mahlukat olduğuna inananlar için iş ka­dınlık yada erkeklikte değil, Allah (c.c.)'a kul olmak­tadır. İnsanların en iyisi, en şanslısı Allah (c.c.)'a en iyi kul olabilenlerdir.
Hâsılı, kişi şansını erkek veya kız olmakta değil, kendisini Allah (c.c.)'a kul olabildiği oranda şanslı ka­bul etmelidir. Meselenin özü de budur... [292]

417 — Hanımların «Kabul Günleri  Tertip Etmelerinin Mahiyeti.


Gayr-i İslâmi hayat tarzına sahip ömür ser. mayelerini bozuk para gibi harcıyan gaflet ehli ka­dınlar taifesinin vakitlerini nerelerde ve ne şekilde harcadıkları, televizyon ve fuhuş albümü gazetelerin yayınlarıyla merak konusu olmaJktan çıkmıştır. Gaze­te, dergi sâhifeleri ile televizyon ekranları berbat lıa-yat yaşıyanlann hikâyeleri ile varlıklarını sürdürüyor. lar maalesef.
Bugün ismine sosyete denilen taifenin balolar, kok­teyller, doğum günü-yaşgünü partileri, defileler, kon­serler, tiyatrolar, operalar, dış seyehatlar, kuaför sa-lonları-güzellik salonları, saunalar... vesaire gibi bun­ların her biri vakit dolduran meşgaleleridir.
Feminist kadınların da vakitleri ise dernek top­lantılarında, «kadın haklan, kadm-erkefc eşitliği» mev­zulu panellerde, açık oturumlarda ve sokak yürüyüş-lerindeki çığırtkanlıklarla heder olup gitmekte.
İmanın lezzetini tadamamış gaflet ehli kadınlar grubunun, bir de etliye sütlüye karışmadan hergün süslü-püslü giyinip sokak sokak dolaşan kısmı vardır ki, bunların da zengin, orta halli ve dar gelirli olan­ları vardır. Bu grubun müşterek tutkuları da «kabul günleri» dir.
Gaflet ehli sınıfın içindeki zenginler zümresi bol dedi-kodulu «günülerinde poker, konken vesaire gibi kumarlar oynarlar. Orta hallileri, bir hayli zorlıyan gösterişli ikramlarla ve aralarında topladıkları para­larla «altın ve gümüş günleri» tertip ederler. Dar ge-. lirlileri ise, gafletin verdiği sersemlikle üst tabaka ha­nımlarına ayak uydurmaya kalkıp giyim ve ikram ya­rışma katılırlar. Böylece, 'bir daha ele geçmiyecek kıy­metli vakitler, gösteriş yüklü böylesi «gün»lerde heder olup gider.
Bunların dışında bir de, İslâmı hayat nizamı ka­bul etmiş müslüman hanımlar var. Ahirete şuurlu olarak inanmış ve ömür sermayelerinin her ânının ahiret için «bir azık» olduğu inancını taşıyan müslü­man hanımlar vakit nimetinin kadrini ve kıymetini bilerek hareket etmekte ve hayatlarını buna göre tan­zim etmektedirler. Allah ve Rasûlünün övdüğü kadın­lar işte bu grup kadmlarımızdır. Rabfo'ım, 'bunların sayılarını artırsın...
Bir de, îslâmi emirlere zaman zaman riâyet etmek­te gevşek davranan îslâmi eğitim görmemişliğinden dolayı nefsinin esaretinden henüz kurtulamamış bir kısım müslüman hanımlar vardır ki, bunları «vakit israfı» yönünden müsrif olsalar da, onları gaflet ehli kadınlar grubuna dahil edemeyiz. Çünkü müslüman kadın vaktini lüzumsuz şeylerle de geçirse, o daima masumane bir tarzda evinin içinde ve helâl dairesinde yaşar.
Söz buraya kadar gelmişken müslüman kadınla­rın vakitlerini daha iyi nasıl değerlendirebilecekleri hususuna da temas edelim. Bu konuda söyliyebilecek-lerimizi maddeler halinde şöylece özetlemek mümkün­dür :
1- Müslüman kadın kendisine   farz-ı ayn olan  ilimleri öğrenmelidir. Bu konuda mesafe katedebümek için hergün yeni bir mes'ele öğrenme gayreti içinde olmak lâzımdır. Öğrenilmesi icab eden hususlar mad-, deleştirilerek sıralamaya tabi tutulursa' bu insanda çalışma azmi verir, lüzumsuz şeylerle meşguliyeti önler.
2- Öğrenilen herşeyi mutlaka tatbikata koyma­lıdır. Amele dönüşmeyen bilgiden fayda elde edilmez. .
3- Müslüman 'kadın çocuklarını yarınlara hazır-lıyacak bilgi ve beceriyi    elde edecek.    Çocuklarıyla planlı-proğramlı öğretim ve eğitim yapacak.
4- Müslüman kadın .gerek evinde gerekse ziya­rete gittiği yerlerde sünnet üzere hareket edecek. Gös­terişten, riyadan, sun'i söz ve davranışlardan daima kaçınacak.. Hedefi Allah'ın rızası olacak.
5- Müslüman kadın dindar ve saliha olacak. Bu­nun nasıl olunabileceğini bilecek ki, olabilsin. Önce­likle bu öğretilecek ve öğrenilecek...
Konu buraya gelmişken bir hanım yazarımızın makalesinden bir kısmını buraya aktarmak istiyorum. Hanım yazarımız konumuzla ilgili makalesinde diyor ki:             
Hanımlarımız arasında sür'atle yaygınlaşmakta olup, tiryakilik derecesine varan bir alışkanlıktan bah­setmek istiyorum.
Henüz çocuk sayılacak yaştan başlayarak, gence­cik kızlarımızdan tutun, çoluk çocuk sahibi hanımla­rımıza, hatta 50-60 ve daha ileri yaşlardaki büyükan­nelere kadar, hemen.her yaşta hanımlarımızın ekse­risinin ellerinde ya bir çift örgü şişi veya işine göre ince veya kaim bir tığ vardır. Örmeye yarıyan bu âletler, keşke hanımlarımızın becerikli ellerinde ve maharetli parmakları arasında zaruri ihtiyaçlar için işletilse, üstelik mahz-ı hayr olur. Her şeyin, bahusus giyim eşyalarının ateş bahası    olduğu bir zamanda aile fertlerinin kışlık hırka, kazak, yelek vs, gibi ihti­yaçlarını çok ucuza maletmek ayrıca «Kadınlık hüne­ri» olarak değerlendirilir ve haklı takdirlerin celbine de vesile olur.
Ne var ki, bizim bahsini etmek istediğimiz husus, maalesef, bunun çok dışında olup, oldukça düşündürü­cü bir mâhiyet arz etmektedir.
Bugün gerek gelinlik kızlarımızın çeyiz sandıkla­rına, gerekse ev hanımlarının    ev süslemelerine göz attığımızda hayrete düşmemek mümkün değildir.'
Yün, orlon ve dantel ipliklerinden akla hayale gel­meyen neler örülmemiş ki...
Lüzumsuz addedilen şeyler hakkında kullanılan : «Her şey bitti, leğen örtüsü kusur kaklı!» şeklinde pek manâlı bir atasözümüz vardır. Eskiden oldukça müba­lâğalı bulup «Olacak şey mi?» gibilerden güldüğümüz bu sözü bugün yadırgamaz olduk... Zira ev eşyaların­dan ütüye, tüpgaza, fırına, çaydanlığa, el süpürgesi­ne, elektrikli süpürgeye, gaz lambasına vs. en akla gelmeyecek şeylere el örgüsü süslü püslü kılıflar geçi­rildiği bir zamanda çamaşır leğenine kılıf şeklinde ör­tü örtülmesini garip karşılamamak gerekir.
Geçenlerde bunlardan bir tanesini daha duydum ve kulaklarıma inanamadım: OKLAVA KILIFI!.. Evet evet, şu bildiğimiz hamur oklavası... Cazip renkli yünlerden örülen kılıfın üzerine, yine yünden renk renk çiçekler örülüp serpiştiriliyor ve oklava, bu cicili bicili kılıf içine konularak hem çeyiz götüren arabayı, hem de duvarına asıldığı mutfağı süslüyormuş...
Nasıl?..
Bu durumda çamaşır leğeni örtüyü hem de en süslü püslüsünden haketmiş olmuyor Ya büfelerin vitrindeki çay bardaklarına geçiril­miş dantel örgü kılıflar?.. Ya dantel çay tabağı örtü­leri?..
Hele hele «dantel» denilince, çeşitlerini yazmaktan, kalem tükenir, dil usanır. Ama yıllarını dantel ümüc-leriyle tüketen genç kız ve hanımlarımızın, ne sabır­ları tükenir, ne de gönülleri usanır, belki milyonlarca kere ilmik atmaktan...
Her nasılsa bulunduğum bir hanımlar toplantısın­da, 50-55 civarında yaşlıca bir hanımın elinde örmek­le meşgul olduğu son derece büyük' bir dantel örtü dikkatimi çekmiş ve ördüğünün ne olduğunu sormuş­tum. Karyola örtüsü olduğunu, üstelik henüz 4-5 yaş­larındaki kız. torununun çeyizi için ördüğünü öğrenin, ce hanımlarımızın içinde bulundukları bu hale acı­mak -mı, gülmek mi, yoksa ağlamak mı icâbettiğini kestiremedim.
Allah'ın (c.c.) en büyük nimetlerinden birisi olan o canım, o kıymetli vakitleri ve «Kadm-erkek her Müs-lümana ilim farzdır!» hadis-i şerifi' mucibince farz-ı ayn olan dinî ilimleri öğrenmek için halkedilmiş o «göz nurlarım» böylesine faidesiz, boş ve gösterişten başka bir şeye yaramayan malâyanî şeylere harcamak kadar abes ve manen ve:bâlli birşey düşünülemez.
Baştan beri görmüş olduğumuz gibi «vakit nime­ti» nin kıymetini idrakten mahrum genç kız ve hanım­larımızın bu halleri, köklü bir İslârnî eğitim görmeyiş-lerinden, yani doğrudan doğruya eğitimsizlikten kay­naklanmaktadır.
Zira esaslı bir İslâmî eğitimden geçen bir Müslü­man hanımı ve kızı, iner şeyden evvel kudsî İslâm dâ­vasının ehemmiyetini kavramış, bu dâvaya hizmetin, üzerine düşen dinî bir vecibe olduğuna inanmış, hâ­sılı dâvanın şuuruna ermiş bulunmaktadır.
O, önce kulluk noktasında yüce Hâîîk'ma karşı ibâdetlerini hakkıyla yerine getirmek, bununla birlik­te anasına, babasına, eşine, çocuklarına ve yuvasına karşı mes'ul bulunduğu bütün vazifeleri en iyi şekilde ifa edebilmek, bunlardan başka ayrıca kendi çapında ernr-i bil ma'ruf veya diğer İslâm! hizmetlerde bulu­nabilmek için —evvelce de belirttiğimiz gibi— vakit içinde vakitlere muhtaçtır.
Aileleri tarafından sağlam bir İslâmî eğitim alma­mış, kendi kendilerini yetiştirme yoluna da başvurma­mış genç kız ve hanımlarımız ise, elbette yukarda zik­rettiğimiz İslâmî şuurdan mahrum kalacak ve ekseri­si İslâmî anlayışımıza zıd düşen bir yığm câhili gele­nek, görenek ve yeni çıkan saçma modaların elinde zavallı birer oyuncak olmaktan öteye gidemeyecekler­dir. Üstelik bu hanımlarımız, hepsi birer dünya süsü, öğünme ve gösteriş yarışı olan bu el emeği göz nuru nesnelerin, yarın âhirette kendilerine hiçbir faide sağ­lamayacağım ve orada ancak sâlih amellerin kurtuluş sebebi olduğunu dahi idrak edsmiyece'klerdir. En akıl almaz eşyalara dahi öl emeği kılıflar geçirmekte, ör­tüler örtmekte pek mahir olanlar, o büyük ıgünde «vakitlerim neyle geçirdikleri» sorgulamasında, dün­yadayken, pek müihimsemedikleri suçlarına ne yazık ki ne bir kılıf, ne de bir örtü uyduramayacaklardır.
Hâsılı mes'eleye hangi yönden bakarsak bakalım, mevzu daima dönüp dolaşıp «îslâmî eğitim ve şuur-lanma» hususuna dayanmakta.. Öyle ise ne yapıp ya­pıp, !bu eğitim ve şuurdan mahrum kalmış genç kız ve hanımlarımız, tez elden ellerindeki dünyalık fuzû­li meşgaleleri bir yana atmalı ve dinî bir gayretle ken­dilerini dünya ve âhirette manen yüceltecek eğitim seferberliğine girişmelidirler. Bu işin mutlaka mek­tep ve medrese tahsiliyle olabileceğini zannedip, «Ben tek başıma, ne yapabilirim ki?» endişesi ile ümitsizliğe de düşmemelidirler. Zira her genç kız veya hanım, muallim elinde yetişme şans ve imkânına sahip ol­mayabilir. Bu durumda şunu çok iyi bilmelidirler ki, —îslâmî kültür ve şuuruna itimad edilen şahısların' tavsiye edeceği— faideli ve müsbet kitaplar, kendileri için en mükemmel ibir muallim hükmündedir.
Böylece evini bir mektep ve medrese, kitabını muallim, kendisini de talebe haline getiren Müslüman genç kız ve hanımlarımız, zamanla aile yuvalarını, çevrelerini ve nihayet bütün bir cemiyeti birer fazilet meş'alesi olarak aydınlatacak, her biri o mübarek ve nûr-efşan sâliha hatunlardan olacaklardır. [293]
Hasılı, «kabul günleri» adı altında gayr-i İslâmi davranışları yapma yarışma girmek aklı başında hiç­bir kadına yakışmaz. Hele hele müslüman bir kadının böyle bir çirkinliğe düşebileceği asla ve kafa düşünü­lemez. Biz burada olması ve olmaması gerekenleri özetliyerek izaha çalıştık. Şüphesiz ki tevfik ve hidâ­yet mülkün sahibi Allah -(c.cj'dandır. [294]

418- «Kadının Dokuz Nefsi, Erkeğin Bir Nefsi Vardır.


Evvelâ Kur'an erkeğin kadından üstün yara-. tıldığım haber veriyor. Bu açıdan kadının üstünlüğü veya güçlülüğü gibi bir şey tartışılamaz. Eğer bu söz ile şehvet kastediliyorsa, Allah-u Taalâ bir erkeğe dört kadınlı olmaya müsade ederken bir kadına ikin­ci kocayı asla münâsib görmemiştir.
Verilen bu rakamlarla kadının şehvetine daha fazla düşkünlüğü ifade edilmek isteniyorsa, bu ifa_ dede düşüklük vardır. Bu argo bir tâbir olup ancak imân terbiyesi görmemiş kimselerin sözü olabilir. Evet, Kur'an-ı Kerim şehvete bağlı konularda kadını asıî görür; ancak, bu dokuza .bir gibi (bir ifade değildir. Kur'an-ı Kerim, [295] zina ederi kadın ve erkeğin ce­zasını anlatırken önce kadını, hırsızları zikrederken de önce erkeği anmakla herhalde buna işaret edili­yor.
«Kadının dokuz nefsi, erkeğin bir nefsi var» sö­züyle kadının şehvetine düşkünlüğü sebebiyle nefsine ve şeytana uymasına mazeret 'gösteriliyorsa, bunun için böyle bir mazerete şeytanca bir felsefe deriz. Şey­tani felsefeler hep böyle iğrençtir. İğrençlikler ancak iğrenç kişilerin harcıdır. Biz inü'minler böyle bir du­ruma düşmekten Allah (c.c.)'a sığınırız.
Hâsılı, şeytani felsefeler şeytani tiynetli insanla­rın ürünüdür. Mü'minlerin sözleri de özleri gibi dost-doğrudur. Biz bu evsafta olmaya gayret edelim. [296]

419 — «Nabza Göre Şerbet Ver»


• Kimseyi kırmayan herkesle iyi geçinen insan, ların toplum içindeki yerleri şüphesiz onların lehine olması (bakımından diğerlerine göre daha olumludur. Ancak, «Nabza göre...» sözü daha ziyade, belli bir işi, gücü veya makamı olanların, her geleni memnun, ederek mevki ve makamlarını korudukları ya da pe­kiştirdikleri bir durum için söylenmiştir. Allah-u Taâ-lâ'nın şiddetle lanetlediği münafıklar da bu işi yapı­yorlar zaten, [297]
Herkesin karşısında değişik konuşan bir insan haddizatında bilinmeyen, düşünceleri meçhul bir tip­tir. O herkesin adamıdır. Birinden alarak öbürüne ve­rerek ortadan geçimini sağlar. İslâm bu işi akide noktasından sürdürenleri «münafıklar» diye adlan­dırmıştır. Tehlikeli olması bakımından onlar kâfirler­den daha beter tiplerdir.
Mü'min herkese göre değil, Hakk'a göre konuşur. Ne zaman ne de mekân ve ne de şartlar mü'minin ağ­zından çıkan sözleri, eylemleri değiştiremez. Mü'min güneş gibidir. Asırlar, mevsimler onu yönlendiremez. O asırları ve mevsimleri yönlendirir.
Ah şu asırda her nabza uyan eleştik ağızlı ve ya­pılı tiplerden kurtulmaya, ölçüsü Hakk olan, ölçüsüy­le hayatını değiştirmeyen tiplere kısacası Allah (c.c.V-m istediği mü'minlere ne ka'dar muhtacız.
Yalınız, bununla beraber fıkhi bir hüküm olarak şu hususun bilinmesine de ihtiyaç vardır:
Bir zulmü önlemek ve ıbu önlemede başka bir ça­re bulunmadığı durumlarda, vesaire gibi hallerde «müdahane» (=kişilere sevdikleri sözlerle muamele etme) fukahanm ruhsat dahilinde gördüğü konular­dandır. Yeter ki, bu, tabiatmdaki ödleklik ve pasiflik­ten kaynaklanmasın...[298]
Hâsılı, menfaat için insanların durumlarına ve ta­vırlarına göre konuşmak ve davranmak münafıklığın, kişiliksizliğin ve beceriksizliğin tâ kendisidir: Mü'mi-nim diyenlerin bu derece süflileşmeleri düşünülemez; Böyleleri kalblerinde maraz olanlardır. Şerli olanlar da bu tiplerdir. Cenab-ı Hakk, böylelerine hidayet ih­san edip ümmeti bu tiplerden korusun ve kurtarsın... ÂMÎN... [299]

420 — «Bu İşi Yaparken İmânım Gevredi»


İmân, Allah (c.c.)'a ve O'nun emrettiği mânâ­da inanmaya denir. Dünyevi konularda imân, direk söz konusu değildir. Meselâ, bir insan .günlük bir ih­tiyacını giderirken, şu kadar sıkıntıya düştüğünü ve imânının bile neredeyse zorlandığını ifâde edebilmek için «...imânım gevredi.» diyemez.
Kuşkusuz mü'miıı bir insanın Allah (c.c.)'a olan imânını kastederek «bu işi yaparken imânım gevredi»
diye bir ifadede bulunamaz. Belki de, bu sözü söyli-yenler içinde, anlamını idrak ederek böyle söyliyenler yok denecek kadar azdır. Ancak, iman sahibi herkes ^bir sözü neticesi itibariyle değerlendirmek zorunda­dır. Zira, her söylenilen sözün, yapılan her amelin ve hattâ duyulan her şeyin hesabı verilecektir. Sonunda muhasebesi olan işte dikkatli olmak akıllılığın gere­ğidir.
Hâsılı, «bu işi yaparken imânım gevredi» sözü so­rumsuzca söylenilen, söyliyenin neticesini hesap et­meden söylediği bir sözdür. Hülasa, insan hesap gü­nünü unutmamakla görevlidir. [300]

421 — «Allah Akıl Dağıtırken Sen Nerede İdin»


 İnsanın, yaratılmasında ve dünya hayatı ile ilgili kaderinin tayininde bir katkısı yoktur. Bu aynı zamanda ihtiyarı bir konu da değildir. İnsanın üze­rindeki nimetlerin tamamı kendisine Rabb'inin bir lut-fudur, Ne görme organı, ne akıl, ne zeka ve ne de baş_ ka bir nimet 'bizim isteğimiz doğrultusunda bize su­nulmadı. Allah-u Taalâ nasıl diledi ise öyle takdir et­miştir. Eğer böyle olmasaydı hiçbir insan herhalde di­ğerinden biraz da olsa azma razı edilemezdi.
Akıl da şüphesiz Allah (c.c.)'nün kullarına lütuf, larından en önemlilerinden biridir denilebilecek bir ni­mettir. Öyleki şer'r teklifler ona bağlanmıştır. Aklı ol­mayan hesaptan muaf tutulacaktır.
Ancak, akıl insanları kendi iradeleri ile alıp kul­landıkları bir şey değildir. Akıl, diğerleri gibi Allah-u Taalâ'nm verdiği bir nimettir. Bu nimet hiçbir zaman birinin çocuklara şeker dağıtır gibi dağıttığı bir şey değildir. O hiçbir zaman dağıtılmadı. Allah (c.c.)'nün dilediği gibi takdir ettiği bir nimettir.
«Allah akü dağıtırken sen nerede idin» sözünde Allah-u Taalâ'nm bir işine karşı   beğenmemezlik, en azından görmemezlikten gelme vardır. Mü'min Allah (c.c.) lafzının geçtiği bir cümleyi cehennemdeki yeri­ni hatırlatacak şekilde kullanamaz. Bir hayat boyu yapılan ibâdetler, hasenatlar lüzumsuz bir söz uğru­na feda edilemez. Şüphesiz mü'min hesap gününü as­la unutmaz. Bütün gayreti de varlığı da o gün için-, dir.
Hâsılı, akıl Allah (c.c.)'nün kuluna dilediği ka­darıyla takdir ettiği bir nimettir. O hiçbir zaman da­ğıtılmamıştır. Allah (c.c.) mahlukatmdan hiçbirine de benzemez. Dağıtmak ile takdir etmeği biribirine karış­tırmamak lâzımdır. Meselenin esası da budur, Allah-u âlem. [301]

422 — «Ne Şeytanı Gör Ne De Sala Vat Getir»


• Bu söz problemli işlere yanaşmam ayı, rahatı ve huzuru kaçırabilecek işlerden kaçınmayı öğütlü-yor. Halk arasında bu sözden kastedilen şey; mevcut kötü bir olaya veya şahsa senin müdahalen olmasın; böylece rahatın bozulmaz imajı veren bir mesajdır.
Halk nezdinde kullanılan bu mânâsı ile incelendi, ğinde bu söz, mü'min için sakıncalıdır.
Çünkü, mü'min bir yandan kendisi ile ilgili konu­larda her türlü tedbiri almak ve şerre karşı her an tedikte olmak zorunda olduğu gibi, diğer bir yazıdan da şerri eliyle, diliyle veya en azından kalbi ile def etmek zorundadır. Peygamber Sallallâhu Aleyhi Ve-selîem Efendimiz :
«Sizden biri bir münker [302] görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, buna da gü­cü yetmezse kalbi ile buğuz etsin; bu ise imânın en zayıfıdır.»  [303]  buyurmuştur.
Bu durumda, nerede şeriatın hoş görmediği bir şey varsa, şüphesiz şeytan oradadır. Mü'min de orada olacak ve o münkeri eli ile, dili ile ya da kalbi ile değiştirecektir. Ödlek, hayatın zorluklarından kaçı­nan, saray çocuğu gibi bir mü'min İslâm'ın emirleri­ni yaşatmak şöyle dursun yaşamaktan bile âciz kalır. Zira kötülük ve şer daima var olacaktır. Meydan kö­tülüğe terkedüemez. Mü'minlerin eli, mevcut kötülü­ğü yok etmek üzere daima hazırdır. Öyle ki, şeytanı görmek pahasına bile olsa...
Hâsılı, mü'min daima şer ile mücâdele edecek, şeytanın her faaliyetine .gücü yettiğince engel olacak­tır. Rahatım kaçar endişesiyle şeytani faaliyetlere göz yumanlar ibilerek veya bilmiyerek şeytana yardımcı olurlar, Salâvat'a gelince. Bu Peygamber Efendimize selâm vermek veya göndermektir. Mü'min herşeyi ve­sile ederek salâvat getirmek zorundadır. Bu öyle bir aşkdır ki, Peygamber (s.a.v.) sevgisiyle orantılıdır. Hulâsa biz, şeytani oyunları 'bozalım ve salâvat getir­mek için vesileler bulalım... [304]

423- Kıyamet Hacıdan, Hocadan Kopacak»


• Dinimiz İslâmiyet, Allah (c.c.)'nün kulları içe­risinde, günahlarına muafiyet tanınan ayrıcalıklı bir zümre tanımıyor. Bilâkis ilim ve imkanların artması ile beraber mesuliyeti de artan bir anlayış getirmiştir. Allah (c.c.)'dan çok korkan ve o korkuyu fiilen ya­şayan en iyi kuldur. Bundan başka ölçüde konamaz.
Diğer bir yandan, İslâmiyet «hacı - hoca» kavram­larını getirmemiştir. Sadece «âlim» denen bir zümre­den söz eder kaynaklarımız. Namaz kılan bir mü'mi-nin lâkabı nasıl ki: «Musalli filan», zekât verenin de «Müzekki filan» olmuyorsa, hacc emrini yerine geti­renin de ismine «Hacı» vasfım getirmeyi istemedi di­nimiz, îki elin parmaklarından daha fazla hacc yap­tığı saibit olan İmam Azam Rahmetullahi aleyh haz­retlerinin adı «hacı» lâkabı ile anılmıyor meselâ. As-Ihab-ı Kiram Radiyallahu anhüm hazeratınm içinde de foöyle anılan biri yoktur. Vasfın mevsuftan fazla itibar gördüğü gariplik dönemlerinin nefisleri avut-, ma metodlarmdan biridir bu adlandırmalar.
Durum bu olunca ayrıcalığı tanınmamış birileri­nin ayıplarını büyütme anlamında «kıyamet hacıdan, hocadan kopacak» demek en azından boşboğazlıktır. Kıyametin niçin ve nezaman kopacağını ancak Allah-u
Taalâlbilir. Rasûl-i Ekrem Cs.a.v.) Efendimiz kıyametin şerliler üzerine kopacağını haber vermiştir.
Ancak, İslâm Dinini açıkça hedef gösteremiyen-ler, onun temelleri ile oynuyorlar. Mü'minleri de bu oyunda oynatmaları o oyundan da beter.
Hâsılı, İslâm'da «#ıacı-jhoca» diye ayrıcalıklı bir sınıf yoktur. Olmayan bir sınıf hakkında ileri geri konuşmak en hafif tabiriyle yalakalık ve boşmağaz-lıktır. Ümmeti böyle bir duruma düşmekten Cenab-ı Hakk korusun ve kurtarsın... [305]

424 — «Zalim Felek»


• «Felek» gökyüzü veya gökyüzündeki gezegen­lerin her birinin seyrine verilen isimdir.
Ancak, halk arasında bu ifadeler «kader» mânâ­sına da kullanıldığı oluyor. Meselâ: «Zalim felek» sö­zünde muhtemel kasıt budur. Neticede çıkan mânâ: «Zalim kader» olur ki: Böyle bir sözün mü'minin ağ­zında getirdiği vehameti bilmek insanın tüylerini di­ken diken yapar. Çünkü kader, Allah'ın takdiridir. Allah'ın takdir ettiği hiç zulüm olur mu?
Şeriatte kader: Vücuda gelecek şeyleri ve o şeyle­rin ne zaman, nerede, ne gibi evsaf ve hususiyetlerle meydana geleceğini Allah (c.c.)'nün takdir ve tahdit etmesidir. Takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince bi­rer icad etmesine de kaza denir. Kader Cenab-ı Hakk'-m ilim îrâde sıfatına; Kaza da Tekvin sıfatına racidir.
Kader meselesi İslâmm ince meselelerinden biri­dir. Bunun için tevhid inancının iyi bilinmesi gere­kir. Allah'ın İlim, Adalet ve Hikmet vasıfları anlaşıl­madıkça, kader meselesi anlatılamaz, anlaşılamaz.
İnsan doğum ile ölüm arasında çeşitli acılara du­çar olabilir. Musibetler insanı şaşırtabilir. Şiddetli se­vinçler, ferahlamalar, tatlı başarılar ve bahtiyarlıklar da insanı şaşırtıp perişan edebilir. Bunların imti­han sonucu olduğu bilinirse insan şaşırıp perişan ol­maz.
Hiçbir gamlıya Allah ve peygamberinin sözlerin­den daha şifalı, daha teselli edici bir deva ve teselli sebebi yoktur. Kur'an-ı Kerim'de haber veriliyor ki:
«Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah'ı anmak ile mutmain olurlar.»[306]
İnsanın başına gelen musibetlerde müslüman ilâ­hi takdiri düşünüp teselli bulur. Zira başa gelen belâ_ lar ya vazifelerimizi ihmal ettiğimizdendir veya ön­ceki hata ve günahlarımıza keffarettir. İlâhi bir ikaz da olabilir. Nasıl ki, başkasının tarlasına giren koyun­ları çoban bir taş atarak çevirmeye çalışır. Bunun gi­bi gaflette yanlış yönlere yönelen kullarını Allah (c.c.) ikaz taşları nev'inden musibetlerle, doğru yola dön­melerini ihtar eder. İmânı olanlar bunun farkına va­rıp kendilerine çeki düzen verirler. Burada kader in­sanı teselli eder. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz duala­rında Allah (c.c.)'den istediği beş şeyden biri de «Kadere rıza» dır[307]
Hâsılı, «zalim felek» sözünden kasıt «kader» dir. Bu son derece yanlıştır. Allah (c.c.)'yü töhmet altın­da bırakmak olur. Bunun neticesini düşünmek bile insanı silkeler. Ya söyliyenin hali nice olur? [308]

425 — «Gözden Uzak Olan Gönülden De Irak Olur.»


• Kaynaşmanın, sevişmenin tek sebebi beraber­lik ya da maddi bağlar değildir.
Beraberliği gerektiren akrabalık îbağı ise, şeriatı­mız «Sila-i Rahim» adı ile belli sürelerde beraber ol­mayı imâni bir konu olarak ele alır. «Sila-i Rahim»i şu veya bu sebeplerle ifa etmeyen bir mü'min kâmil bir mü'min değildir.
Eğer sebep din kardeşliği ise, beraberlik için yi­ne göz önünde bulunmak gerekmez. Aynı kıbleye yö-neiindikçe beraber olmayı gerektiren onca sebep var­dır. Meselâ, ideal birliği, ziyaretleşme, telefonlaşma, mektuplaşma, gidip-gelenlerden haber, selâm gönder­me, üzüntülü ve sevinçli anlarında yanında bulunma vesaire gibi...
Gerçi şu ıbir hakikattir ki, asrın getirdiklerine kö­le olan insanlar için gözünün önünde bile bulunsa, en umulmaz kişi tarafından bile unutulmak, terkediL inek bir -gerçektir. Meselâ, bir televizyon kendinden başka herkesi unutturan bir yabancı değilmi? Aylar­ca hatta yıllara biribirinden ayrı iki dost bir akşam birinin evinde bir araya gelseler ve o evde televizyon açık olsa bu iki dost neşredilen reklâmlar vesair proğramlara dalacaklar biribirini unutup hal-hatır bile soramıyac aklardır. Demek ki, asrın hastalıklarına ya­kalandıktan sonra unutmak için illâki gözden ırak olmaya da gerek yok. Yanyana duranlar da biribirle-rini unutabiliyorlar.
Bütün meseleler, İslâm gerçeğini görmemezlikten gelmekten kaynaklanıyor. Müslümanım diyenler inan­dıkları dinin esaslarını yaşamanın zevkine erebilse-lerdi herkes biribirine müslümanca yanaşabilecekti. Sıkıntının kaynağı bu.
Hâsılı, aynı kıbleye yönelen insanlar için be­raber olmayı gerektiren çok sebepler vardır. Bu sebeplere riâyet edildiğinde gönüller bir arada olur. Cisnıani varlık olacak ayrı yerlerde olmak unu­tulmak sebebi olmaz. Şüphesiz ki, bu, İslâm'ın yaşan­dığında doyulmaz prensip ve emirlerine bağlanmak­la gerçekleşir. Yoksa sadece gözden ırak olanlar de­ğil yan yana olanlar da maddi bağlarla biribirlerine yanaşmışlarsa bu menfaat söz konusu olunca da bi-ribüierdni unutuverirler. Onun için mes'eleyi iyi kav­ramak lâzımdır... [309]

426- Yüzünü Gören Cennetlik


Uzun bir zaman görülmeyen yada az görüle­bilen veya kendi içine kapanık kimselere, onu görme­nin zorluğu ifade edilmek için «yüzünü gören cennet­lik» deniyor. Çoğu kişi de bu ifadeyi kullanıyor.
Bu sözde iki tehlike vardır:
1- Bir insanı görmek cennete girmek için yeter sebep kabul ediliyor ki, bu hiçbir zaman makul de­ğildir.
2- Öbür taraftan da cennete girmek çok zor bir olay olarak takdim ediliyor. Bu da yanlıştır.
Cennet, şunu veya bunu görmekle girilen bir yer değildir. Cennet mefhumunu böyle bir uslufota kul­lanmak sakıncalı olur. Neyi nerede ve ne zaman kul­lanılacağını çok iyi 'bilmek lâzım. Aksi halde vahim neticeler ortaya çıkabilir. Böyle bir tehlikeyi kimse göze alamaz.
Hâsılı, çok seyrek görülen kimselere «Yüzünü gö­ren cennetliktir» sözü yerine «Nerelerdesin hiç görün-
müyorsun çok özledik» gibi ifadelerle duygular dile getirilirse çok daha iyi olur. Konuştuklarımızın ve yap­tıklarımızın İsîâmi ölçülere uyup uymadığını çok dik­katlice kontrole aîmak lâzım. Başımızın selâmeti de bir noktada buna bağlıdır değil mi? [310]

427- «Allah İşi Karışmazsa Bu İşi' Yapacağım.»


• Mü'min bir insanın yapacağı işi Allah (c.c.)'a -havale ederek yapacağını söylemesi gerekir ki, bunun Kur'an-ı Kerim'deki şekli «İNŞAALLAH»tır. İnşaal-lah'ı konuşmalarımızda kullanmamız bizden istenir. Kehf Sûresinde Cenab-ı Hakk Peygamtoerini bu konu­da uyarmıştır da. Buyurulmuştur ki:
«Herhangi bir şey hakkında sakın : Ben bunu ya-rın mutlaka yapacağım, deme.
Ancak, Allah dilerse yaparım, de. Bir şeyi unut_ tuğun zaman Rabb'ini an ve : Umarım Rabb'im beni bundan daha doğrusuna daha iyisine iletir, de.» [311]
Biiznillah (Allah'ın izniyle) veya İnşaallah (Allah dilerse) şu işi yapacağım demek edebtir. Kur'an'da mü'minlere bu terbiye verilmiştir. Kur'an'm öğrettiği bu olduğuna göre başka bir çeşidinden sakmmak ge­rekir.
Ne varki,'yukarıdaki ifadede bu izahını yaptığı­mız bir mâna kastedilmiş olsa bile bir kabalık ve sert çıkış seziliyor hemen. Eğer ters bir anlamda kullanıl­mış ise daha vahim bir netice getirir. Şöyle ki, Allah (c.c.)'nün karışmadığı, bilmediği görmediği bir iş mi varki de «Allah işi karışmazsa...» deniyor. Meselenin ciddiyeti işte buradadır. Öyle ise yapacaklarımızda, yaptıklarımızda günaha mucip olmayan her şeyde «ÎNŞAALLAH» demeyi ihmâl etmiyelim. Bu bizim müs-lüm anlığımızın gereklerindendir.
Hâsılı, herşeyin -bir edebi vardır. Vaadlerimizdeki adâbları da Kur'an'm bize verdiği terbiye doğrultu, sunda yerine getirmekle mükellefiz. Bunu anlıyabili-yorsak (bir hayli mesafe kadetmişiz demektir. [312]

428 — «O Günah Bu Günah Geriye Ne Kadı.»


• Allah-u Taalâ kulları için zorluk değil kolay­lık diliyor. [313] O'nun hiç bir emri kulunu kahretmek, ezmek için değildir. Zaten, hiç kimse kaldıramıyacağı bir yükle sorumlu tutulmamıştır. Kur'an-ı Kerim'de :
«Biz herkesi gücünün yettiği ile mes'ûl tutarız..» buyurulduğu malumdur.[314]
Allah (c.c.) ve Rasülü (s.a.v.)'nün günah olarak bildirdiği ne varsa hepisi insanın mutlu bir hayat ya­şaması için engel olan şeylerdir. Ne var ki, nefisler v.e şeytan günahları insana süslü ve güzel gösterir, însan da şeytanın güzel gösterdiği şeyleri selim bir akılla düşünmeyince güzel görebilir. İşte bu durum­da onların yasaklanmasını kendisine bir baskı gibi görür. Tıpkı «buzların üstünde oynamasına izin veril­meyen bir çocuğun tepkisi gibi. Bu konuya Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de dikkatimizi özellikle çekmek, tedir[315]
İşi gücü günahlarla olan biri için herşeyin yasak olduğu sanılan fbir din anlayışı söz konusudur. Halbu­ki dünyada asıl olan iyi şeylerin mubah, kötü şeyle­rin haram olduğudur. Aslında dünya ve içindekiler mü'minlerin istifadesi için yaratılmıştır.
Günahlar-sevaplar, helâller-har anılar ve mü'min­lerin istifadesi için yaratılanlar; ayrıca, bunların ma­hiyeti konusunda Kur'an-ı Kerim'de zikredilen âyet­lerden bir kaçının yerini zikrediyoruz. Okuyucularımı­za bu âyetlerin kapsadıkları mânâyı tefsir kitapların­dan tedkik etmelerini bilhassa tavsiye ediyoruz. Âyet­lerin sûre adlarıyla birlikte numaraları şunlardır: A'raf Sûresi, âyet: 32-33; Nahl Sûresi, âyet: 115; Ba­kara Sûresi, âyet: 173, 275; Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 93; En'am Sûresi, âyet: 119.
Hâsılı, biz mü'minler Allah ve Rasûlünün günah olarak büdirdiklerinin günah olduğuna, sevap olarak bildirdiklerinin de sevap olduğuna imân eder o inanç­la uygulamasını yaparız. «O günah bu günah geriye ne kaldı» diyerek haramlar içinde boğulup, helâlleri hiçe sayan nadanlara ancak acır hidayetleri için duâ ederiz. Böyle çirkin bir sözü de rnü'minin ne yaşantı­sına ne de ağzına yakıştıramayız. Bize imân ve güzel amel zevkini ihsan eden Rabb'imize hamd, O'nun şan­lı Peygamberine selâmlar ederiz. [316]          

429 — «Komşunun Tavuğu Komşuya Kaz Karısı Kız Göbünür.»


Âlemlere rahmet olan iki cihâh güneşi Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz ümmetine dünya işle­rinde kendilerinden daha düşük olanlara bakmalarını tavsiye etmiştir. Diğer insanların malında ve ellerin­deki imkânlarında gözü olan 'bir insan kendisinden çok şeyler umulabilecek tehlikeli bir gözün sahibidir. Allah-u Taalâ Kur'an-ı Kerim'de, kendilerine imtihan için mal verilenlere meyi edilmemesi hususunda uya­rıldığımızı, göz ardı edemeyiz. [317]
Bu hatırlatmadan sonra gelelim başlıkta zikretti­ğimiz söze: «Komşunun tavuğu komşuya kaz karısı küz görünür» sözünde iki,tehlike aynı anda söz konusu ediliyor:
Birincisi başkasının malında temahı olan hasud. bir insanın kabarmış iştahı.
İkincisi de, kendisine -bakması bile haram olan evli bir kadını nikahlanmaya müsait gören ırz, namus, haya tanımaz birilerinin sözünün özetidir. Mü'min ise, insanların elinden, dilinden emin olduğu kimse­dir. Bilhassa ırza taalluk eden şeylerde şaka bile çirkindir, fahiştir; Allah  (c.c.)'nün    konuşulmasını iste­mediği şeydir. Kur'an-ı Kerim'de:
«Allah kötü sözün söylenmesini sevmez...» [318] >bu-yuruluyor.[319]
Demek oluyor ki, Cenab-ı Hakk, kötü fiil bir ya­na kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana ko­nulmasını istemez. Allah'ın yapılmasını istemediğini, söylenilmesini sevmediğini mü'nıin nasıl yapabilir ve­ya söz olarak sarfedebilir? Bu ne cürettir? Böyle bir (hâl affı çok zor olan bir terbiyesizlik olur.
Aslında cemiyetler, çok hassastır. Bu hassasiyetle­ri ile mütenasip içtimai adablara çok ihtiyacı vardır. Nice sözler vardır ki, kulaktan kulağa dolaşır da, so­nu hesap edilmez. Sonunda bunların akıbeti facia olur.
Kötülük, insanlar arasındaki ülfet ve muhabbeti yok eder. İhsan, önce kötülükten ve kötü sözlerden nefret eder. Fakat o kötülük tekrar tekrar anlatılır veya tekrar tekrar vuku bulursa, ilk nefret hissi ya­vaş yavaş hafiflemeye başlar. İnsan, âdeta kötülüğe alışır duruma gelir; bir nev'i sever o kötülüğü. Her za­man işitilen ve hatta bizzat .görülen kötülükler, za­manla insan ruhunda hiçbir heyecan ve direnme gü­cü bırakmaz.
Bütün bunlar, iyi insanlara da tesirler yapar. Kö­tülükleri etrafa yaymaktan dilleri alıkoyan manialar yıkılır. İnsanları kötü fiilleri irtikâb etmekten engel­leyen duygu ve âdetler yok olur. Kötülükler tabiileşir. Artık lisanlar, hiç sıkıntı duymadan kötülüklerin tek­rarı ve kötü sözlerin izharıyla meşgul olur...
İnsan, melekle hayvan arasında ikinci mertebede yaratılmış, her iki mertebedeki sıfatlarla donatılmış­tır. Bu bakımdan peygamberler dışında hemen hemen her insanın içinden bir takım kötülükler geçebilir. Di­nin insanın ruhu ve kalbi üzerindeki en kâmil mâ­nâdaki tesiri düşünce ve niyetleri berraklaştırmak, iyi­lik ve hayırlara ağırlık kazandırmaktır. Ne var ki, ki­şi; içinden geçen kötülükleri sözlü ve fiili olanına in­tikal ettirmedikçe pek günahkâr sayılmaz. Ancak, bu tür düşüncelerin devamı, insanı çoğu zaman füyuzat-ı ilâhiyenin bazı tecelli ve cilvelerinden mahrum ede­bilir.
İslârnın getirdiği yüksek anlamdaki edeb ve ter­biye ölçülerinden biri de açıktan kötü söz söyleme­mek, aklı imân ile birleştirip içimizden geçen fena­lıkları dışa vurmadan belirsiz hâle getirmektir. Unut­mayalım ki, Rabb'imiz LAÎLAHE İLLALLAH... diyen -bir dilin bu kelimeye yakışmayan sözlerle kirletilme­sine razı değildir. İşte, din terbiyesi insanda bu gü­zelliği meydana çıkarır. Kur'an bu terbiyeyi getirmiş­tir. [320]
Hâsılı, insanların, elinden, dilinden emin olduğu mü'minlerde temahkârlık, hasudlük ve ırz, namus, ha­ya tanımam azlık sıfatlarımın olmaması gerekir. Zira bunlar kişi ile Rabfb 'isinin aralarının açılmasına birer sebeptir. Mü'minin Raibb'isi ile arasının açılmasını dü­şünmesine bile ihtimal vermiyoruz. Allah (c.c.)'nün konuşulmasını istemediği şeyi kul hangi hakla söyle­yebilir? [321]

430- Dünya Tükenir Yalan Tükenmez»


«Dünya tükenir yalan tükenmez» sözü, «Ko­nuş konuşabildiğin kadar yalancılık için hesaba çekil­mek yoktur» gibi ruhsat dağıtan bir uslûb ile söylen­miş bir sözdür. Halbuki, yalan haramdır. Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'de kesinlikle yasakladığı bir husustur. Allah [c.c.J'nün kesinlikle yasakladığını iş­lemeye kimler cür'et edebilir?
Bu- sorunun cevabı şudur: Allah'ın yasakladıkla­rını işlemeye kâfirler cür'et eder, münafıklar cür'et eder, bir de imân gerçeğini kavrayamamış bu lezzete erememiş günah işlemenin insanda meydana getire­ceği tahribatı düşünemiyen mü'minler cür'et edebilir. Bu ne büyük bir aldanıştır.
Yalan gerçeği gizlemek demektir. İbni Ârabî Haz­retleri yalanın bırakacağı tesirleri dörde ayırır:
1- Allah'a karşı yalan söylemek.
2 - Peygambere karşı yalan söylemek.
3- İnsanlara karşı yalan söylemek.
4 - Muamelâtta yalan söylemek [322] Zamanımızda insanlar bulundukları ortamı o de­rece değiştirdiler ki, artık yalan söylemenin açıkgözlüJük olduğuna inanıyor herkes. Televizyon ve yayın organlarında işlenilen tema şudur
Yalan söylemek, aldatmak, atlatmak, yemin et­mek, dolandırmak... zekâ oyunları, zekâlı olmanın alâmetleri olarak tanıtılıyor. Artık «İyi adam yok, saf adam var; kötü adam yok açıkgöz adam var.»
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bingün satbah na­mazını kılınca ashabına yönünü döndü. O gece gör­düğü rüyasını anlatmaya başladı. Buyurdu ki:
«Bu gece rüyamda insan suretinde birisi geldi. Ba­na yürü dedi. Onunla birlikte gittim. Öyle bir man. zara ile karşılaştım ki, gördüğümün dehşetinden ür­perdim.
İki adam gördüm birisi yere uzanmış, diğeri ayak_ ta elinde kerpeten, yatan adamın bir yanağından çe­kiyor ve kulak hizasına kadar yırtıyordu. Tekrar öbür yanağına dönüyor, onu da kulak hizasına kadar yır­tıyordu. Bu zaman esnasında öbür yanağı düzeliyor-du. Adam yine yırtıyordu.
Yanımdaki beni götüren zâta sordum:
—  Bu manzara nedir? Dedi ki:
—  Bu adam yalancıydı. Allah (c.c.) onu böyle ce­zalandırıyor. [323]
Bir vesile ile Peygamber (s.a.v.) Efendimize sor­dular :
—  İnsanı cehenneme götüren amel nedir Yâ Ra-sûlallah?
Buyurdu ki:
—  Yalandır. [324]
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«Yalan fucûra götürür. Fucûr da ateşe sürükler.' iKişi yalan konuşur da nihayet Alla!h katında yalancı­lardan yazılır.»[325]
«Sizden sonra gelecek bir kavim var. Bunlarda yalan yaygındır. Kendilerine güvenilmez, zira, ihanet ederler. Söz verip yerine getirmezler.» [326]
İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye, Şifau'1-AHl adlı eserin­de şöyle bir olayı nakleder:
Bir karınca yuvasından dışarı çıkmıştı. Yolun üze­rinde bir çekirge ölüsüne rastladı. Onu yuvasına gö­türmek için çok uğraştı. Fakat buna gücü yetmedi. Yuvasına geri döndü ve biraz sonra diğer karıncalar­la birlikte geldiler. Çekirgeyi yardımlaşarak götüre­ceklerdi.
Bu olayı gören zat, çekirgeyi onlar [gelmeden on­ların görmiyecekleri bir yere kaldırdı. İlk gelen ka­rınca çekirgeyi bıraktığı yerde şöyle bir dolaştı fakat bulamadı. Bunun üzerine bıraktılar gittiler. O zat, ka­rıncalar gidince çekirgeyi yine eski yerine bıraktı. O ilk gelen karınca tekrar geldi. Götürmek için çapala-dı, fakat gücü yetmedi, götüremedi. Gitti, arkadaşla­rını tekrar getirdi. Aynı zat, onlar gelmeden çekirgeyi tekrar kaldırmıştı. Geldiler. İlk karınca çekirgeyi yi­ne aradı fakat yine bulamadı. Tekrar dönüp gittiler.
Bu hadise 'birkaç defa daha tekerrür etti. Nihayet son defasında bütün karıncalar o karıncayı ortaları­na aldılar, etrafında halka oldular. Her biri bir uzuunu kopararak kendilerini aldattığını zannettikleri arka­daşlarını parça parça ettiler. Böylece onu cezalandırdılar. Bu olay kendisine anlatılan zat dedi ki, Cenab-ı Hakk karıncaları o şekilde yaratmıştır ki, onlar ya­lancılığın büyük bir kötülük olduğuna ve bu kötülü­ğü işleyenlerin cezalandırılması ıgerektiğine inanırlar.
Demek oluyor ki, ister ciddi ister şaka yollu ol­sun yalan söylemek asla caiz değildir. Ancak, kötülü­ğe sebep olmayan mübalağa ifade eden sözler vardır ki, bunlar yalan sayılmaz. Meselâ: «— Senden falan şeyi yüz defa istedim vermedin» sözü mübalâğa içindir ve günah da değildir.
Bilindiği gibi yalan söylemeye ruhsat verilen yer­ler de vardır. Ukbe kızı Ümmü Gülsün Radiyallahu anha'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«İnsanlar arasını islâh için yalan söyleyip hayırlı haber eriştiren yahut hayır söyliyen kimse yalancı sayılmaz.» [327]
Bu Hadis-i Şerif konusunda İmamı Gazali diyor ki:
«Bu hadis, insanların arasını islâh etmenin vacib olduğuna delâlet eder. Çünkü, aslında yalan söyleme­mek vâcibtir. Bir vacübi ancak kendinden daha kuv­vetli bir başka vacib sakıt eder. O halde insanların arasını islâ'h için yalan söylemek, bu mevzuda doğru­luktan daha önemlidir.» [328]
İslâm'da ehemmiyetine ıbinaen üç yerde yalan söy­lemeğe müsade edilmiştir:
1- İnsanların arasını islâh için.
2- Harbte düşmanı aldatmak için. [329]
3- Karı-koca arasını bulmak için. [330]
Bu konuda şunu diyebiliriz: Bütün mesele insan­ların şahsiyetli bir hayat yaşamaları İslâm'ı ölçü ola­rak almaları halinde mümkündür. Meselelerin özeti budur.
Hâsılı, «dünya tükenir yalan tükenmez» sözü şüphesiz yalancılığı tabiat haline getirenler içindir. Mü'-minler için ruhsat verilen hallerin dışında söyliyebile-cekleri tek bir yalan dahi yoktur.
Bazıları diıyorlar ki: [331]

431 — «Dünyada Rahat Yaşamak İsteyen Her Şeyi Hoş Görmeli.»


• Başlık olarak aldığımız söz son derece yalan ve yanlış ifadelerden biridir. Bunun doğrusu:
«Dünyada da ahirette de rahat yaşamak istiyor­san Allah ve Resulünün hoş gördüğünü hoş gör, çir­kin gördüğünü de çirkin gör.» şeklinde bir ifade tar­zıdır. Çünkü saadet ve selâmet bunun neticesindedir.
Hiçbir mü'min kendi «rahat»ını düşünerek Allah'­ın hoş görmediğini hoş göremez. Zaten Allah'm hoş görmediğinde rahat da yoktur. Kimse bize dokunma­sın diye zinanm yapılmasına, kumarın oynanmasına, içkinin içilmesine, faizin alınıp verilmesine, namazın terkedilmesine, Ramazan ayında aleni yenilip içilme­sine çıplaklığın yaygınlaştırılmasına hülasa Allah'ın haram kıldıklarının helâllaştırılanasına, emrettikleri­nin de engellenmesine göz yumamaz. Böyle bir ortam­da mü'min nasıl olur da rahat edebilir? Böyle bir mü'-minin varlığını düşünmek bile insanı ürpertiyor.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şu Hadis-i Şerifi­ni duymayanımız var mı?
«Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle def edi­niz. Elinizle def edemiyorsanız dilinizle def ediniz. DiIinizle de def edemiyorsanız o kötülüğü işleyene fauğz. ediniz; bu sonuncusu imânın en zayıf olanıdır.» [332]
Şimdi nasıl olur da bir müslüman rahatım kaç­masın diye «bunca kötülüklere ıgöz yumaJbilir?. Böyle müslüman olur mu? Müslıümanin bir görevi de emr-i bilma'ruf [333] ve ne:hy-i ani'l-münfcer [334] yapmaktır. İnsanlara iyiliği bildirmeyen çirkinliğin rezaletinden alıkoymayan kişinin dindeki sıfatı «Dilsiz şeytandır.»
«Herşeyi hoş görme» telkini mü'minlere emr-i bil­ma'ruf ve nehy-i ani'l^münkeri unutturmak için orta­ya atı'Imış bir safsatadır. «İşim iyi, evim var, kazancım dolgun, namazımı da kılıyorum. Kimsenin etlisine süt­lüsüne karışmam. Bana dokunmayan yılan yaşaya­bildiği kadar yaşasın...» diyenler bu ümmetin melun­larıdırlar. Bunlar dinimize düşmandan daha tehlikeli düşmanlardır.
Müslümanm namazı da, diğer ibâdetleri de ölüsü de dirisi de malı da canı da imkânları da alemlerin RaJbb'i olan Allah (c.c.) içindir. [335] Allah'ın dini için kullanılmayan her imkân sahibi için cehenneme gir­me vesilesi olur. Bunu idrak eden herkes «herşeyi hoş görme» felsefesini ayağıyla tepeler. Mü'min asıl gö­revlerinden biri de (budur.
İslâm'ı yaşamak görevini, tebliğini, cihad vazife­sini kabul etmiyen kimse konumu ne olursa olsun kâ­firdir. Onlar için ebedi cehennem vardır, İşte başlıkta zikredilen söz insanları ibu noktaya götürmek gaye­siyle söylenmiş ıbir sözdür.. Şeytan başta olmak üzere her düşmana karşı her rnü'minin uyanık olmak zorunluluğu vardır. Gaflet ve aldanış herşeyi  mahve­der.
Mü'minfer imkânlarını Hakk'ın hayata hakimiye­ti için kullanmakla vazifelendirilmişlerdir. Şahsi men­faatini düşünenler dinlerini koruyamadıkları gibi ırz ve namuslarını da kaybederler.
Hâsılı, dünyada ve ahirette rahat yaşamanın yo­lu Allah ve Resulünün hoş gördüğünü hoş görmek, çirkin gördüğünü de çirkin görmekle mümkündür. «Her şeyi lıoş görme» felsefesiyle dînin yasakladıkla­rını irtiikab edenlere ıgöz yumanları dinlerini ve na­muslarını kayibetmelerûıin cezasını çektiklerini hepi­miz ibretle görürüz. Cemiyetimizde bu iğrençlerin ye­kûnu az da değildir, maalesef... [336]

432 — «Baltacı Mehmed Paşa Rus Karısı Katerina'ya Dayanamamıştır.»


 21  Temmuz  1711  Cum'a  günü kazandığımız Prut Muharebe si'nden sonra yapılan anlaşma ile il­gili bir uçkur hikâyesi uydurulmuş, ecdadımız 'bunun­la karalanma/k istenmiştir. Osmanlı'nın son Şeyhül­islâm'1 arından Mustafa Saibri Efendi diyor ki:
— «Tarihte bizim milletimiz kadar ecdadına küf­reden, iftira eden başka bir -millet yoktur.» Gerçek­ten de öyle. Okullarında, kitaplarında, televizyonun­da, gazetelerinde, batı kafalı insanlarının ağzında ec­dadına küfredilen tek ülke bizim ülkemizdir. Daha hâlâ, devletler tarihinin en büyük simalarından bi­risi olan Cennet mekan Abdülhamid Han gibi bir de­hayı karalamak yarışımız, neden 'bitmemiştir, hele bir düşünsenize.
Gelelim «Baltacı-Katerina olayı» diye uydurulan Prut Savaşı'nm özetine ve sonucuna:
Prut Meydan Muharebesi'nin şanlı kahramanı Baltacı Mehmed Paşa'dır. Kısaca bu zatın kiim oldu­ğunu tanıyalım2:
Baltacı Mehmet Paşa, Çorum'un Osmancık kazâ-smdandır.  «Teberdar» [337]  lakabıyla da anılan Mehmed Paşa, saraya baltacılıkla intisâb etmiş, güzel se­si ile musiki tahsil ederek müezzin olup «Paikçe-Müez-zin» diye anılmıştır. Baltacının iki sadâreti vardır. İlk sadâreti 25 Aralık 1704'dedir. Derya kaptanlığın­dan Vezareti Uzma makamına getirilmiş ve bu ilk sadâreti 'bir yıl, dört ay, dokuz gün sürmüştür. Padi­şahın maiyetindekilerden bazılarıyla geçinemiyen ve bu sebeple azledilen Baltacı, 1710 yılının 18 Ağustos Pa­zartesi günü ikinci defa sadrazam olmuştur. Balta-cı'mn Prut Seferi bu ikinci sadâreti devresindedir.
Prut Seferi «Deli» unvanıyla mâruf Moskof Çarı Birinci Petro'nun yürüttüğü Kuzey'den Baltık Deni-zi'ne, güneyden Karadeniz'e hâkim olabilme siyaseti­nin neticesidir. Deli Petro'nun, o yıllarda bize' iltica etmiş olan rakibi İsveç Kralı Demiiibaş Şarl'in Devlet-i Aliyye hudutları dışına çıkarılması yolundaki isteği­nin tarafımızdan reddini bahane ederek Kırım'a te­câvüzü, Osmanlı-Rus sulhu hükümlerine aykırı ola­rak Azak Denizi'nde donanma kurmuş olması ve İs­tanbul'daki Moskof elçisinin, İsveç Kralı'nm hudutla­rımız dışına çıkarılması mevzuundaki küstahça taleb-leri, Prut Seferi'nin sebepleri arasındadır.
Moskof'un bu mütecaviz tuitumu, devrin padişahı Sultan Üçüncü Ahmed huzurunda toplanan fevkalâ­de bir meclisde müzakere olunmuş ve neticede Rus­ya'ya harp ilân edilip, harfe sebepleri bir beyanname ile Avrupa devletlerine de duyurulmuştur.
Orduy-ı Hümâyûn başında Serdâr-ı Ekrem olarak 9 Nisan 1711 perşembe günü İstanbul'dan hareket eden Baltacı Mehmed Paşa, 19 Temmuz'da Pruth üze­rindeki Falçi geçidinin bulunduğu Kartal Sahrası'na varmış ve hemen o gece kurdurduğu dört köprü ile ordusunun mühim ıbir kısmını karşı yakaya, Çar Deli Petro'nun bulunduğu Çuçura mevkiine geçirmiştir. 20 Temmuz .günü, ordunun geri kalan kısmıyla Baltacı da, karşı yakaya geçip düşmana cepheden taarruz et­miş, bu arada Kırım Hân'ı Devlet Giray ise, Rusları arkadan çevirmiş ve böylece Çar Deli Petro, Pruth nehri ile civarındaki bataklıklar arasında kalmıştır!...
Böylece ümidsiz ıbir durumda çadırına çekilip, hiç­bir teşebbüse cesaret edemiyerf Moskof Çarını, bilâ­hare İmparatoriçe olarak Katerina kurtarmıştır!.. Or­dusunun bütün erkânını toplayarak onları teslim ol­maktan başka çare 'kalmadığına ikna eden ve kendi mücevherleriyle birlikte ordu içinden topladığı bütün değerli eşyayı, iki yüz bin ruble ile beraber suilh fid­yesi olarak gönderip Baltacı'dan aman dileyen, Bi­rinci Katerina olmuştur!...
Baltacı Mehmed Paşa, Rus murahhaslarının .ge­tirdiği sulh teklifini, topladığı harp meclisinde mü­zakereye, koymuş ve neticede «Cümle vükelâ-yı dev­letin re'y ü ittifaklarıyla düşman teklifinin kabulü ta­karrür etmiştir.»
Barış imzalanır. Şartlar güzel... Ruslar Azak Ka-iesi'ni tekrar bize bırakacaklar. Kırım Hanlığı ile, Os­manlı'nın himayesindeki Polonya'ya asla müdahale etmeyecekler, ondört kaleyi ibize terk edecekler ve kendi ısınırları içimdeki yıkık kalföüeri de onanmaya-caklardır. Ve de aynca Türkiye'ye sığınmış olan İs­veç Kralı 12. Charles'in ülkesine dönüşünde, kendi­sine saldırmayacaklardır. Unutmadan not almız. Ve dahi Rus Başbakanı Shafiroff ile, daha sonra Kateri-na'ya metreslik eden Başkumandan Sheremetof Os-manh'da rehin kalaoaklandır.
Baltacı aleyhinde tezvirat hemen başlar. Ka-teri-na'nın o gece BaJıtacı'nın çadırına geldiği, mücevher­leri rüşvet olarak verdiği ve anlaşmayı, bu nedenle eksik bıraktığı söylenir. Yalanıdır. Ama o zaman za­fer kazanan orduya hediyeler, mücevherler verilmesi de âdettir. Baltacı'nm Valde Sultan'a yazdığı mektu­bu, tarihçi-vaık'anüv Râşid Efendi yana yakıla anla­tır. Çadır hikâyesi oldukitan sonra, gerçekleri bilme­ğe ne hacet. Biz âdil olmak yerine safdil olmaya nice­dir ahoneyizdir.
Oysa Deli Petro hakikaten mahvedilebilirdi. Ne var ki Petro'nun aman dileyen delegeleri huzura gel­meden bir süre evvel, Yeniçeri Ağası kendisine gel­miş ve «Ordu sıkıldı. Bu akşam anlaşma yapmaz ise­niz, sabaha çadır sökeceklerdir. Mukayyet olun» de­miştir. Yani, kazanılan zafer hezimete dönecek. Bu, dönme yeniçeri güruhu böyledir. Anadolu sipahileri misali «Vatana can feda» demez, anıma «Canıma dev­let fedaidir dillerindeki ihanet formülü. Anlaşma böy­lece yapılır.
Bâzı tarih kitaplarında (!!!), Katerina'nın, Balta-cı'nuı çadırına 'bizzat geldiği, getirdiği rüşvetle ve iş-vekâr tutumu ile Baltacı Mehmed Paşa'yı sulha razı ettiği yazılıp çizilmiş, hattâ «Profesör» unvanlı bir zat aşağıdaki satırları yazmaktan utammamıştır!... An-kara'daki Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Dekanı Prof. Akdes Nimet Kurat, Fakülte yayınları arasın­da neşredilen «Pruth Seferi ve Barışı» adlı kitabının birinci cildinde diyor ki: «Arnavut kıtalarının kuman­dam Mahmud Bey'in tâbiri veçhile, «Baltacı Mehmed Paşa ve erkânı beceriksiz, kabiliyetsiz ve namus ba­kımından da pek sağlam olmryan birer puşt idiler. Buna mukabil Rus ordusunu idare edenler —Rurs Ça­rı ve Rus generalleri de dâhil olduğu halde— bu sefer cereyan ettiği müddetçe Rusya'nın büyümesi ve men­faatleri yolunda bütün varlıkları ile hizmet ettiler ve bunun için en büyük fedakârlık yapmağa ve hattâ kendilerini feda etmeğe hazır olduklarını isbat etti­ler.»
Tarih okutan bir Fakülte başındaki Dekanın bu korkunç hezeyanı, bazı roman yazarlarına cesaret ver­miş ve Baltacı ile Katerina mevzuunda allı - morlu pek çok kitap yazılıp yayınlanmıştır!...
Pruth Seferi esnasında her iki tarafın tuttuğu ruz-nâmelerle, savaşa katılan —Türk ve Rus— muhtelif kimselerin yazdıikları hatırat, rapor ve şehâdet bugün elde mevcuttur. Ve bu vesikaların ışığında gözler önüne serilen gerçek odur ki, Pruth Savaşı'nda Ye­niçeriler gevşek davranmış ve askerin bu feci hali Baltacı'yı düşündürmüştür. Pruth seferiyle alâkalı eserler incelendiğinde bu hakikat olanca dehşetiyle görülür. Baltacı Mehmed Paşa'nm, Pruth Savaşı hak­kında Valide Sultan'a yazdığı mektup, Topkapı Sara­yı Müzesi'nce yayınlanan «Arşiv Kılavuzu»nda neşre­dilmiştir. Baltacı'nm mektubunun fotokopisi bu «Ar­şiv Kılavuzu»nda mevcuttur ve Yeniçerilerin Pruth Savaşı'ndaki fecî tutumu, o mektupda bütün açıklı­ğıyla anlatılmıştır. Bu mevzuda daha başıka şehâdet-ler de vardır. Meselâ, savaşı Baltacı'nm karargâhın­dan takip etmiş olan Fransız seyyahı Auibry de la Mot-raye, seyahatnamesinin ikinci cildinde «Yeniçerilerin daha sulh muahedesi imza edilmeden evvel aç Mos­kof askerine yiyecek taşıdıklarını» yazmış, Rus ka­rargâhında bulunan hain Kantemir ise, Yeniçerilerin Pruıth'daki  durumunu   Fransız  seyyahını  te'yid  eder mahiyette anlatmıştır.
Katerina ile Baltacı'nm buluşmaları, tarih kitap­larına değil, masal veya romanlara yakışır!... Zira,, sulh esasları, Ordu Reisü'l-Küttâtoı Ömer Efendi ile, Petro'nun şansölyesi Baron Şafirov arasında tesbit olunmuş, Katerina, ne Baltacı Mehmed Paşa ile, ne de başka bir Türkle yüz yüze gelmemiştir!...
Baltacı Mehmed Paşa'nm Ruslardan «rüşvet* al­madığı, getirilen hediyelerin «rüşvet» değil; «fidye» olduğu, o devirde mağlûb tarafın gaalib tarafa böyle hediye vermesinin umumî ve alenî bir âdet olduğu, üstelik bu «fidye»ye Baltacı'nm el sürmediği, nitekim Katerina'nm yüzüğünün bir müddet sonra Sadâret Kethüdası Osman Ağa'nın —bu zat, Pruth Sefesine katılanlardandır— terekesinden çıktığı, Pruth Savaşı mevzuunda Doğu'da ve Batı'da yayınlanan eserlerde yer almış, Baltacı Mehmed Paşa'nm zengin olmayıp fakir öldüğü sarahatle kaydoluninuştur!...'
Böyleyken, sayısız vesika ışığında gerçek bu iken, bizdeki «Milli şuur» yoksunu gaafiller, yukarıda gö­rüldüğü gibi, türlü hezeyanlarla Baltacı Mehmed Pa-şa'yı lekelemekten utanmamışlardır!...
Gerçeği —sayfalarımızın müsaadesi nisbetinde— böylece kaydederken, Baltacı Mehmed Paşa'yı rah­mete anıyoruz.[338]
Hâsılı, tarih ıboyu biz ders almasını hiç bilmerni-şizdir. Müslümanların başlarını hangi entrikalar ve desiselerle kaybettiklerini araştırmak yerine, eğlence­li aşk ve uçkur hikâyelerine yeşil ışık yakmaya alıştırıl/naışızdır, işte biliniz ki, biz bu bizden olmayan güruha yeşil ışık yaka yaka, bugün müsdümanlar olarak dünya önünde sönmek bilmeyen kırmızı ışık­lara 'köle edilmişlzdir.
Baltacı Mehmed Paşa'nuı ruhuna bir fatiha gön­deriniz. Ben hakkındaki nice iftiralar için değil, bu rezil iftiralara inanma merakımız için CenaJb-ı Hak'k'-tan ve merhumdan af taieib ediyorum. [339]

433 — «Akşam Öten Horoz Uğursuzdur, Hemen Kesmek Lâzımdır.»


• İslâm'a göre, ne uğurlu ne de uğursuz hiçbir şey yüktür. Herşey Allah Cc.cJ'nün takdiriyle tecelli öder. O, ne dilerse ancak o olur. Bazı şeylerden uğur beklemek bazı şeylerden de uğursuzluk geleceğine inanmak şark olur; böyle inanca sahip olanlara da müşrik denir. Kur'an-ı Kerim'de müşriklerin özellik­lerini anlatan yüzlerce âyet-i kerime vardır.  [340]
Günümüzde bazı hayvanları uğurlu bazılarını da uğursuz sayanlar vardır, maalesef.  îşite bu özellikler­den birini de başlığa aldığımız söz aksettiriyor. Küf­rün kültürünün tesiri aüitmda kalan halkımız ara­sındaki bazıları akşam öten horozun uğursuz olduğu­na inanırlar. Böyle bir inanç islâm'a kesimlikle aykı­rıdır. Çürakü bu konuda Peygamber (s.a.V.) Efendi­mizin bir hayli Hadis-i Şerifleri vardır.
Peygamberimiz Cs.a.v.) Efendimiz horozların me­lek gördüklerinde öttüklerini birçok Hadis-i Şerifle­rinde beyan etmişlerdir. Allah (c.c.) horozlarda öyle tür özellik: yaratmıştır ki, bunların ötüşü mânevi bir tesirin, bir meleğin görülmesi neticesinde olur. Efen­dimiz (s.a.v.) bu anda dua edilmesi gerektiğini, me­leğin de «âmin» diyeceğini beyan buyurmuştur. [341]
Horozların ibu mümtaz özelliklerinin yanında bir de  şu mülbârek vasıfları da vardır:
1- Güzel seslidirler: Öttüklerinde sesleri insana fera'hlı'k verir.
2- Cömertliği simgelerler: Yem veya herhangi bir yiyecek attığınızda dikkat ederseniz kendileri ye­mez etrafındaki tavuklara yedirirler.
3- Eşlerini kıskanma hasletleri vardır: Birlikte oldukları tavukların yanına başka horoz yanaştırmaz­lar. Ölümleri pahasına da olsa böyle bir durumda di­ğer horozlara karşı koyarlar.
4- Erken kalkıp, erken davranırlar: Erken ya­tıp erken kalkmak planlı, programlı olmanın alâme­tidir. Bereket de bundan gelir.
5- İdareci  durumundadırlar:     Etrafındaki  ta­vukları sevik ve idareyi çok iyi becerirler.
Bu özelliklerle vasıflandırılmış ve ötüşlerinin me­lek görme sebebiyle olduğu kesin haber verilen ho­rozların ötmesini uğursuzluk saymak ancak ahmak­lığın ifadesi olur. Ahmakların şerrinden Allah Cc.cJ'a sığınırız; çünkü şerir olanlar bunlardır.
Ancak, burada bir mes'eleye de açıklık getirmek istiyoruz: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz iki hayva­nın sesinin işitilmesinde Allah'a sığınmamızı emir buyurmuştur. Bu hayvanlar eşek ve köpektir. Eşek anırması ve köpek havlamasının şeytan görme neticesimde olduğu sahih hadislerde haber verilmiştir. [342]
Rasûl-ü Kkrean   (s.a.v.)  Efendimiz .-
«Kim köpek havlamasını yahud eşek anırmasını duyarsa, koğuslmuş bulunan şeytandan Allah'a sığın­sın. Zira ıbu hayvanlar sizin görmediğinizi görür, his­sederler.» [343] buyurmuştur. Demek ki, bu hayvanlar şeytanı gördüklerinde havlıyor ve anırıyorlar. Başka hadislerde bu hususta haberler mevcuttur.  [344]
Bilindiği gibi köpek ve eşek seslerinin çirkinliği ile insana nefret verirler. Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk:
«Şüphesiz s eslerin en çirkini eş eki er in sesidir» [345] buyurduğu malumdur. Buna seibep de bu hayva­nın şehvetine ve midesine çok düşkün olmasıdır. İşte şehvetlerinin ve midelerinin esiri olanlarda eşeklik sıfatları bulunmaktadır.
Eşeklik sıfatlarıyla bayağılaşanlarm evlerindeki, arabalarındaki köpekler kendilerinin bir parçası ol­muş kimseler ne bedbaht kimselerdir. Bunları Cenab-ı Hakk köpeklere hizmetkârlık etmekle cezalandırmak­tadır.
Böylelerlnin. yanındaki köpekler evlerinin her ya-nmda dolaşır. Kendilerinin yanıibaşmda oturur, üstleri­ne ıbile köpek kokusu sinmiştir. Onun için en ağır koz-motik kokular kullanırlar. Evlerine köpek kokusun­dan girilmez. Avrupa özentisi onları köpekleştirmiş-tir. Aslında Avrupa'h da bunlar gibi çok pistir. «Küavuzu karga olanın burnu pislikten çıkmaz» sözü ne kadar da doğrudur. Çünkü .bunların kılavuzu Avru­pa,. Pislik Avrupa'lının bir parçasıdır. Görünürdeki «temiz»lifk bir ciladır. Tuvaletlerinde, yıkanmak için, su yok. Çıkarken çektikleri sifondan ibaret su. Kendile­rini pis bırakıp, tuvalet taşlarını temizlemiş oluyorlar, bunlar. Biz müslümanlar «en pis» bir «Umumi Helam­dan bile tertemiz çıkarız. Köpek ve eşeklik sıfatlarını taşıyanlar ise «pırıl pırıl* tuvaletlerden çıkanken «pis»-tirler.
Hâsı'h, «Akşam öten horoz uğursuzdur» sözü son derece .yanlış bir inanç tarzıdır. Bazı şeyleri uğurlu bazılarını uğursuz saymak müşriklik alâmetidir. Her-şey Allah'ın takdiriyle ve müsadesiyle olmaktadır. Horozlar da ancak melek görünce öterler. Onların se­sini duyunca Ibiz mü'minlere d'a duâ etmek düşer. Çünkü bu duaya meleklerin âmin» diyeceklerini Pey­gamber  (s.a.v.) Efendimiz haber vermiştir. [346]

434 — «Allah-Ülâ'yı Öğrendin Mı?»


• Kur'an-ı Kerim'de bir âyet vardır ki, adına «Ayet'el-Kürsi» dendr. Sahih bir Hadis-i Şerifte bu âyetin Allah'ın kitâibındaiki en faziletli âyet olduğu belirtilmiştir. Bu âyet Bakara. Sûresi'nin 255'inci âye­tidir.
Bu «Ayet'el-Kürsi»nin fazileti hakkında birçok Hadis-i Şerif varid olmuşitur. Hz. Ali (r.a.J'den riva­yet edildiğine göre o şöyle haber vermiştir: Peygam­berimiz (s.a.v.)'in, minberde iken şöyle dediğini işit­tim : «Her farz namazın sonunda «Ayet'el-Kürsi» oku­yan kimseyi, cennete gionefcfcen ancak ölüm engeller. Ancak Allah dostu ibâdet ehli olan kimse bu âyeti okumaya devam eder. Âyet'el-Kürsi, yatağa girerken okuyan kimseyi, o kimsenin komşusunu, komşusunun komşusunu ve çevresindeki evleri (kötülüklerden) emin kılar.»[347]
«Âyet'el-Kürsi" adıyla bilinen bu âyete bazıları özelikle halkın çoğunluğu «Allah-u Lâ» diyorlar. Bi­ri diğerine : «Allah-u Lâ'yı okudun mu, öğrendin mi, biliyor musun veya okudum, öğrendim, öğreneceğim ya da oku...» gibi lâflar ediyorlar. Bu ifadeler son de­rece hatalıdır. -Kim bilerek söylerse kâfir olur. Cehalet sebebiyle söyliyenler de çok tehlikeli ıbir ifâde sarf etmiş olurlar. «Allah-u Lâ» lâfzının karşılığı «Allah yok» demektir. «Allah-u Lâ'yı öğrendin mi?» diyen kişi «Allah'ın olmadığını öğrendin mi?» demiş olmak­tadır. Bu, ıbümiyereık dahi olsa korkunç bir hatâdır. Bunun başka türlü izah tarzı yoktur.
İşin iğrenç taraflarından biri de şudur: Bu şe­kilde tanıtımda bulunan bazılarını ikaz ettiğimiz za­man bunların bazıları:
— Yok canım olmaz öyle şey! Eğer sizin dediği­niz gibi olsaydı kimse söylemezdi. Herkes öyle söylü­yor, diyorlar ve bu inatlarına devam ediyorlar. Bazı­ları da ikazdan anlayıp bir müddet bu ifadeyi terk ediyorlar; ama sonra eski alışkanlıklarına devam edi­yorlar. Üçüncü bir grup vardır ki, bunlar söyledik­lerinin mânâsı hatırlatılınca :
— «Ha öyle mi! Tevibe estâğfirullâh deyip! Tevbe ya RaJbb'i ftevlbe!» deyip hatalarından vaz geçiyorlar. Takdire şayan olanlar ve affa mazhar olanlar işte bunlardır.
Hâsılı, «Allah-u Lâ» demek «Allah yok» manası­nadır. Hiçjbir mü'minin böyle bir ifade ile hataya düş­mesi düşünülemez. Ben bilmiyordum» demek ahiret-tefci hesaplaşmada mazeret olarak feaJbul edilmiyecek-tir. Her mü'min farz-ı ayn olan ilimleri öğrenmek zo­rundadır. Öyle olunca, zikrettiğimiz, âyeti tanıtırken veya ifade ederken «AllaSh-u Lâ» şeklinde değil «Âyet' el-Kürsi» olarak zikredeceğiz. Misal ile bitirelim: «AI~ lah-u Lâ»'yı öğrendin mi? şeklinde değil «Âyet.el-Kür-si»'yi öğrendin mi? şeklinde soracağız. Bu gerçeği herkes bilmeye medburdur... [348]

Dua


YA RABBI!...
Bu kitabı ihlâs ile okuyup mucibince amel eden ve emeği geçenlerin imanlarını kuvvetli zi­hinlerini açık, ilimlerini ziyâde, amellerini salih, nzıklarını helâl ve bol eyle...
Vücutlarını sağlıklı, maddi - mânevi temiz bir hayat ile arkadaşlarını sadık ve salih, hacla­rını mübarek ve tekrar eyle...
Akıl, idrak ve fehimlerini tamam ve kâmil, ahlâklarını güzel ve sünnetten ayırma...
Maddi - mânevi temizlikle kendilerini pâk eyle...
Kusurumuz çok.  Amelimiz noksan...
Habîbî zi-şan hürmetine sualsiz, hesapsız cennetine girenlerden, CemaluIIah'ı daim gören­lerden eyle...
AMÎYN[349]


[1] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 3-4.
[2] Buhari K. Cenaiz: 80. Müslim K.Kader: 25.
[3] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 5-10.
[4] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 11-12.
[5] Aka Gündüz. Hakimiyet-i Milliye (Ulus): 4.1.1934, Sf. 3.
[6] Y.Ziya Ortaç.
[7] Kemaletin Kamu.
[8] Betin, 150, Sonrakiler defterinden.
[9] Elmalıh M.H.Yazır. Hak Dini Kur'ân Dili C/l, Sf. 25.
[10] E.C.A'dan Haberler C/2, Nisan-1983. Yazan: Hatif R. Öğe.
[11] Bu noktada çok meraklı olanlar çıkarsa Vatan-Politika-Cumhuriyet gibi gazetelerin kolleksiyonlarmı karıştırabi­lirler.        
[12] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 13-16.
[13] Yani topluma rahmetin isabetinin sebebi budur
[14] Kur'ân-ı Kerim'e.
[15] Lokman   Sûresi,   Âyet:   25. Zümer Sûresi, Âyet: 38. Zuhruf Sûresi, Âyet: 9, 87.
[16] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 17-21.
[17] Mecmuau'z.-Zevaid. C/l, Sf. 127.
[18] Tac. C/l, Sh: 61. dn: 10.
[19] İbni Mace, C/l. Sh. 87.
[20] Tac. C/l. Sh: dn: 10.
[21] Fatır Suresi. Âyet: 28.
[22] Buharı.
[23] Buharı. C/6. Sh: 108. Ebu Dâvud, C/2. Sh: 70. Tiraıizi    C/5. Sh: m. İbni Mâce, C/l. Sh: 76. Müsned. C/l. Sh: 57-58-153.
[24] İbni Mâce, Sünen C/l. Sh: 78. Kahire-1952.
[25] Tac. C/4. Sh: 5.
[26] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 22-28.
[27] Buhari-Müslim. -
[28] Kitabımızın C/l. Sh. 232-234, arasını da okuyunuz.
Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 29-31.
[29] Yazan Mustafa Demir. Bu şiir Milli Gazetenin açtığı hiciv yarışmasında 5'inci seçildi. Tarih: 24.3.198İ.
[30] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 32.
[31] Ermeni Manukyan isimli Genelev patroniçesi kadın 1930 yı­lından sonra hemen hemen her yıl Türkiye'de vergi re­kortmenleri arasında ilk sıralarda ilân edildi. Devlet bu kerhaneciye bu işinden dolayı başarı madalyası verdi.
[32] Muhammed Muhtar Han. Milli Gazete 17 Mayıs 1990 Per­şembe, Sh. 2.
[33] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 33-41.
[34] Sofrada yemek yerken yüksek sesle bir kişnin besmele-okumasıyla sünnet yerine gelirse de herkesin söylemesi iyidir. Yemeğinin başında hayızlı nifaslı hanımların bes­mele çekmesi de sünnetir. Süt, çay ve diğer helâl şeyleri, içmeğe  başlarken  de  besmele okunmalıdır.
[35] Peygamber, (s.a.v.) Efendiniz Hz. AH (r.a.)'ye: «Ya Alı taamına tuzla başla...» buyurmuştur.
Hz, Ali Cr.a.) de: «Yemeğe tuz ile başlayandan Allah (ad yetmiş türlü belâyı giderir.» buyurmuştur. Ancak, yemek­leri çok tuzlu yimek göze zararlıdır. Ölçüyü aşmamak, lâzımdır.                                                  
[36] Camiü'l-Künûz, Sh   147.
[37] Riyazüs-Salihîyn, H. no: 159.
[38] Riyazüs-Salihîn. C/2, H. no: 743.
[39] Ramuzu'l-Ehadis, C/l, Sh. 6. H. no: 12.
[40] Ramuzu'l-Ehadis «îyyaküm» babından.
[41] Buhari Tecrid-i Sarih Tere. H. no: 391.
[42] îmam Kurtubi, El-Camii Li Ahkamul-Kur'ân. C/7. Sh. 192, Mecmuatu't-Tefasir, C/2, Sh. 543.
[43] Buhâri, Şehâdet: 9 50
[44] Tezkiratü'l-Evliya, Sh. 47.
[45] Muhammed S. A: 12.
[46] Sünnen-i İbni Mace. C/2. Sh. 1084, H. no: 3256 Çağrı yay.
[47] Riyazü's-Salihiyn Tere. C/2. Hadis no: 610.
[48] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 42-52.
[49] Riyazüssaliyn C/2. H. no: 571.
[50] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 53.
[51] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 54.
[52] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 54-55.
[53] Camiu'l-Künûz, Sh.: 147.
[54] Sahih-i Müslim. K. Eşribe, bab : 14.
[55] Sahih-i Buhari. Cüz :  6,  sh.:  248.
[56] Fethü'1-Barî  Şerhü  Sahih-il-Buhari.  c.   10,   sh.:   72-73.
[57] İhya, c. 2, sh.: 5.                                     
[58]Sahih-i Buhari,  Cüz : 6,   sh.:  250.
[59] Fethü'I-Bârî Şerhü  Sahihi'I-Buhari, c.  10,  sh.:  79-80.
[60] Altın gümüş kaplardan birşey içilmez. Hz. Huzeyfe (r.a.) : «Altın ve gümüş kaptan içmekten Rasulüllah bizleri neh-yetti» buyurdu. Bilindiği gibi altm-gümüş piyasada denge
unsurudur. Onları bu vasıftan uzaklaştırmak içtimai ve ik­tisadi buhranlara sebep olur.
[61] Kadıhan, c. 1, sh.: 46. Hindiyye, c. 5, sh.: 337. Dürru'1-Muh-tar, c. l, sh.: 30.
[62] Tirmizi, c. 1, sh.: 201.
[63] Gayetü'l-Me'mul  Şerhu Tacül-Usûl.   c.  3,   sh.:   124.
[64] îbni Abbas   (r.a.)  söylemiştir.
[65] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 56-60.
[66] Buhari. Kitabu'r-Rikak : 7/173.
[67] îrsi şişmanlık Hadis-i Şerifte yerilen şişmanlığın dışında­dır.
[68] Buhari: Şehadet: 9.
[69] Ramuzu'l-Ehadis «ye'ti» maddesi.
[70] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 61-65.
[71] Müslim, H. no : 2311.
[72] Buhari-Müslim, K. zülıd.
[73] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 66-68.
[74] Kuşeyri  Risalesi,   Abdülkerim  Kuşeyri.  Vera bahsi.
[75] Rasülûllah   fs.a.v.)  Efendimize Peygamberlik gelmeden ön­ceki döneme cahiliyet devri denir.
[76] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 69-73.
[77] İbn'ül-Esir,  en-Nihaye,  c.  2,  sh.: 219.
[78] Sebe Suresi, Âyet: 39, Müminun Suresi, Âyet: 72.
[79] Bakara Suresi, Âyet: 127-128.
[80] Teftâzâni. Şerhül-Akaid:  127-128.
[81] Ali İmran Suresi, Âyet; 191.    
[82] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 74-76.
[83] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 77.
[84] Zikrettiğimiz   yazının, tekrar  okumasını bilhassa istirham ediyorum.
[85] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 78-79.
[86] Tabarani   Evsafta   İbni   Ömer   (r.a.)'den   rivayet  etmiştir. Camiu's-Sağir'de  «Berrû»  kelimesi ile  başlayan hadis,
[87] Riyazü's-Salilıiyn, c. 1, H. no : 315.
[88] Seyid Kutup. Fizilal c. 9, sh.: 306, Hikmet Yay. Tere.
[89] Seyyid Kutup, Fizilâl, c.   1,  sh.: 307. Hikmet Yay.
[90] Ahlak hadisleri,  c.  1, H. no : 31.
[91] îbni Mâce, H. no: 2291.
[92] Ebu Davud, H. No: 3528. Nesai: 2/211.
[93] Ebu Davud   H. no:  3530. Ahmed: 2/144.
[94] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 80-87.
[95] Ahmed îbni Manbel. Müsned, a 2, sh.: 11, 90
[96] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 88-90.
[97] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 91-92.
[98] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 93-95.
[99] Günah, farsça bir kelimedir. Arapçada Lemen, Seyyie, Zenb, Kebire kelimeleri günah mânâsmdadır. Arapça mütehas­sısları, Lemen ve Seyyie'yi küçük günah; Zünüb ve Keba-ir'i büyük günah olarak tarif etmişlerdir.
[100] Riyazüssalihiyn.  c.  2,  H. no :  598.
[101] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 96-98.
[102] Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz: «Dua bizzat bir ibâdettir» (Tirmizi Tere. c. 6, sh.: 6) «Kim Allah'a duâ etmezse Al­lah ö kişiye buğuz eder» (Tac Tere. c. 5, sh.: 198) buyur­muştur.
[103] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 99-101.
[104] Ebu Davud, c. 8, sh.: 195. Ahlâk hadisleri, c. 1, H. no : 3%
[105] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 102-104.
[106] Selâm vermek mütevatir bir sünner, almak ise farzdır.
[107] Selâm alınırken «Aleyküm» yerine «Ve aleyküm...» şeklin­de söylemek lâzım. Çünkü bu «Ve»: «Bana olduğu gibi sana '  da selâm» mânâsını ifadeye yardım eder. «Ve» siz karşılan­dığı surette ise «Selâmet bana değil sana olsun» gibi ek­sik bir mânâ ile ifade edilmiş olunur. CH. B. Çantay meali, C.   1,   Sh. :   136).
[108] Buharı Tecrit Tere. H. no.: 20İ5-2016. Riyazüssalihiyn, c. 2, H.   no:   861.   Zübdet'ül-Buhari  Tere.   H.   no:   1367.
[109] Karnı aç ise selâm verilir. Davet edilirse sofraya oturulur. Karnı aç değilse selâm vermez.
[110] Halil Gönenç Fatvalar, c. 1, sh.: 211. Ahlâk Hadisleri, c. 2, Sn.: 386.
[111] Ahlâk hadisleri Tere. c. 2, sh.: 375.
Yahudiler biribirine selâm verirken ve tazimde bulunur­ken başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerler. Sahnede şarkı söyliyecek olan kadınlar seyirci­lerini selâmlarken dikkat edilirse aynı şeyi yapıyorlar. Bun­lar tesadüfi değildir.
[112] Riyazüssalihiyn   Tere.   c.   2,   H.   no:   870-871.
[113] Tecrîd-i Sarih Tere. c. 4, sh : 358, İstanbul -1946.
[114] Selâm senin ve, gönderenin de üzerine olsun, demektir.
[115] Ahlâk hadisleri c. 2, H. no: 1036 ve 827.
[116] Buhari: — 59 —Kitabu Bedil-halk 6. bab. H. no: 1519.     ' Müslim-:  — 44 —Kitstou  Fe zaili's-Sahabe,   H.  no :  90 - 91. Tiımizi:  — 50 —Kitabul-Menakıb  3.  bab H. no :  3876. İbni Mace: — 33 —Kitabu'1-Edeb 12. bab. H. no : 3S96. Nese-i:  Kitabul  Îşreti'n-Nisa cüz :   7,   sh.:  65,' Mısır -1964. Fadlu'llah i C. 2, sh.: 485.
[117] Ebu Davud, Tirmizi, Riyazüssalihiyn. C. 2, sh.: 244, H. no : 873.
[118] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 8, sh.: 6084, İs­tanbul -1938.
[119] Ahlâk hadisleri Tere. ve Şerh c. 2, sh.: 380. A. F. Yavuz, İstanbul -1975.
[120] Merhaba:   Rahat  ol,  benden  sana   bir  zarar gelmez,  hoş geldin-safa geldin, yabancıya gelmedin, bir dosta geldin... mânâsına gelir.
[121] Buharı: Megazi kitabı, 83. bab. Müslim : Sahabe babı. H. no : 98. Fadlu'llah : c. 2, sh.: 482. Ahlâk hadisleri. H. no : 1030-
[122] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 105-111.
[123] Nûr Sûresi, Âyet: 30-31. Forma:  8
[124] Riyazüssalihiyn, c. 3, H. no : Z653. 114
[125] Nûr Sûresi, Âyet: 31.
[126] İslâm'ın nüzulünden  önceki dönemde.
[127] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 112-116.
[128] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 117-119.
[129] Müzzemmil Sûresi, Âyet: 20.
[130] Rum Sûresi, Âyet: 17-18.
[131] Bakara Sûresi, Âyet: 203.
[132] Fecr Sûresi, Âyet; 1-2.
[133] Hacc Sûresi, Âyet: 27-28.
[134] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 120-122.
[135] Bu Hadis-i Şerifteki cünüpten murat yıkanmaya kulak as-mayıp cünüp gezmeyi adet edinen ve cünüp olarak üzerin­den bir ve daha fazla vakit namazı geçirenler kasdedihniş-tir.   (Müslim Tere. Şerh. c. 2, sh.: 488. A. Davudoğlu),
[136] Müslim. K. tahare, c. 1, H. no: 91.
[137] Müslim Tere. Şerh. A. Davudoğlu, c. 2, sh.: 423.
[138] A.G.E. c. 2, Sh. : 428.
[139] Ahmed Davudoğlu. Müslim Tere, ve Şerhi, c. 2, sh.: 428.
[140] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 123-125.
[141] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 126-128.
[142] Emr-i bil ma'ruf : İyiliği emretmek, Nehy-i   ani'l-münker:  Kötülükten  caydırmak manasınadır.
[143] Saf Sûresi, Âyet: 2.
[144] Tecrid-i Sarih Tere. c.  1, bölüm: 1, sh.: 37.
[145] Buhari, Kitatm'1-ilim.   Tecrid-i Sarih Tere. C. 1, bölüm :  1, sh.: 37.
[146] Bakara Sûresi, Âyet: 159, Ayrıca 160, 161, 163. âyetlere de bakınız. Konu ile ilgili açıklama Tecrid-i Sarih terceme-sindeki  98  nolu  Hadds-i  Şerif   şerhine  bakınız.
[147] Nûr Sûresi, Ayet: 51,
[148] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 129-133.
[149] Eylül - Ekim  1990  tarihli  gazetelere  bakmız.
[150] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 134-137.
[151] Nahl Sûresi, Âyet: 61.
[152] Cum'a Sûresi, Âyet: 8.
[153] Nisa Sûresi, Âyet: .78.
[154] Her şeyde olduğu gibi bu da Allah'ın, takdir ettiği süre kadardır. Bu süre 7 ay da olabilir, hatta daha aşağı da olabilir. Erken doğup da yasıyanlan çok duyarız. Her şeyin sının  ilahi tekdirin tayin ettiği iledir.
[155] H. Fevzi Bürün.
[156] İhya, C. 2, Sh. : 130.
[157] Tirmizî, Zühd: 4. Nezai, Cenaiz: 3. İbni Mace, Zühd:  31.
[158] İbni Mace, Zühd : 31.
[159] Bu  kitaplar Millî Eğitim Bakanlığı'nda Devlet kitabı  ola­rak yayınlanmaktadır.
[160] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 139-143.
[161] Enam Sûresi, Âyet: 2.
[162] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 144-145.
[163] Gaf Sûresi, Âyet: 16, 17, 18.
[164] Rahraen Sûresi, Âyet: 28.
[165] Nahl Sûresi, Âyet: 61.
[166] Araf Sûresi,  Âyet:   34.
[167] Hicr Sûresi, Âyet: 5.
[168] Ali İmran Sûresi, Âyet: 145.
[169] îbn-i Hişam, c. & sh.: 90. 148
[170] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 146-148.
[171] Bakara Süresi, Âyet: 156.
Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 149-151.
[172] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 152-154.
[173] Dürretü'l-Fahire, sh. 260.
[174] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 155-156.
[175] Buhari, K. cenâiz, bab: 216.
[176] Ebu  Suud  Efendi Fetvaları, Fetva No :  8691.
[177] H. Karaman. İslâm'ın ışığında günümüz meseleleri, sh.: 93.
[178] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 157-162.
[179] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 163-165.
[180] Meslek ve cinslere göre de (şoför milleti, kadın milleti) gibi binlerce millet ayırımı yapılıyorsa, da bunlar temel de­ğil meslek ve meşreb farklılıklarını anlatabilmek içindir. Temel ayırım inanç beraberliği veya aykırılığına göredir.
[181] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 166-170.
[182] Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Veda Hutbesi.
[183] Cemil Meriç. Yenidevir G. 2.2.1981.
[184]  Hucurat Sûresi, Âyet: 13.
[185] Âl-i İmran Sûresi, Âyet: 103.
[186] Hucurât Sûresi, Âyet: 13.
[187] Sömürgelerin Ululaşması.  Çeviri:  T.  Ataöv,  Sh.   132.  Ank, 1965.
[188] Bu iğrenç yüzlerden biri de Ali Suavi denilen melundur. Halkın çırağan basikım ile tanıdığı bu kişi, molla kılığın­da bir Türkçüydü. Bu iğrenç mahluk şöyle diyordu: «Ki­tap, hadis, icma ve kıyas ile hüküm çıkarıp bunlarla dev­let idare edilemez.» Faize «helâldir» diyen bu sahte mol­lanın karısı gayr-i müslim bir İngiliz karısı idi. Bu melu­nu resmi tarihler «Türk büyüğü» olarak tanıtır. Bu isim ile resmi okullar açılmıştır. İbadetin türkçe yapılmasını, sû­relerin türkçeleştirilip okunmasını, Kur'an'ın türkçeleştiril-mesini ilk ileri süren budur.
[189] Enbiya Sûresi, Âyet: 107.
[190] Hucurât Sûresi, Âyet: 4.
[191] Muhammed Sûresi, Âyet: 35.
[192] Kasas Sûresi, Ayet: 5.
[193] Âl-i îmran Sûresi, Ayet: 140.
[194] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 171-178.
[195] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 179-181.
[196] Meslek ve cinslere göre de şoför milleti, kadın milleti gi­bi sınıflamalar yapılırsa da bunlar şekildedir. Özde iki millet vardır. îslâm milleti, küffar milleti.
[197] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 182-184.
[198] Bu kitabımızda «Lâikliğe ulaşamıyan ülkelerde kadın hak­sızlığa uğruyor» (başlığı altındaki yazıyı tekrar okuyunuz.
[199] A'hlâfc hadisleri, C/l, H. No.1
[200] Şiratü'l-İslâm: 470.
[201] Abdullah ibni Ömer (r.a.)
[202] Bu duayı Peygamberimiz   (s.a.v.)   söylerken üç  defa tek­rarladı. (Riyazüssalihiyn C/l, H. No: 315).
[203] Rasülüllah (s.a^yrT meselenin ciddiyetini tefkrar ettiği cüm­lelerle izah .bılyurrrmşlardır. (Şa'rani, İslâm'da
[204] îsra Sûresi, Âyet: 24.
[205] Fizilal C/9, Sh, 307, S. Kutup. Hikmet Yay.
[206] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 185-193.
[207] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 194-195.
[208] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 196-199.
[209] Buna dostluk değil hinoğlu hinlik demek lâzım.
[210] Çünkü daha önce böyle yapmışlardı.
[211] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 200-204.
[212] Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi. C/10, Sh. 176'da böyle de­mektedir. Birçok aklı evvelin de böyle sözler söylediğini nazar-ı itibara alarak bu sözü de açıklamak gereğini duy­duk.
[213] Prof. H. D. Yıldız. İslâmiyet ve Türkler. Sh. 3-6.
Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 205-206.
[214] Diyanet Dergisi. C/13, Sayı: 1. Sh. 48.
[215] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi. C/3, Sh. 1141.
[216] Diyanet Dergisi. C/18. Sayı: 1. Sh. 48.
[217] î. Parmaksızoğlu — Y. Çağlayan. Genel Tarih: 1. Sh- 391.
[218] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi C/3, Sh. 1141.
[219] Hayati Ülkü. îslârcı Tarihi: 438.
[220] D. Avcıoğîu. Türkiye Tarihi. C/i, Sh. 124.
[221] D. Avcıoğlu, Türkiye Tarihi. C/3, Sh. 2204.
[222] î. Parmaksızoğlu — Y. Çağlayan: Genel Tarih: 307.
[223] 1 fersah 6.232 m. tdkkbül eder.
[224] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi. C/3, Sh. 1174-1175.
Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 206-208.
[225] H. Ülkü. İslâm Tarihi. Sh. 439.
[226] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi. C/2; Sil. 356.
[227] Prof. Dr. H. D. Yıldız. İslâmiyet ve Türldor. Sh. 42,
[228] Prof. H. D. Yıldız. İslâmiyet ve Türkler. Sh. 36-37.
[229] N. Akşit. Lise: 2. Tarih, Sh. 69.
[230] Bekir Yakıştıran. Yenidevir G. 6.9.1981.
[231] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 208-210.
[232] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 211-213.
[233] Alauddin Haskafi. Durrü'l-Muhtar. C/2, Sh. 280.
[234] Konuyu daha teferruatlı öğrenmek istiyenlere «Din Görev­lisinin el kitabı» adlı eserimizin 618-644 sahifeleri arasını okunmasını tavsiye ederiz.
[235] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 214-215.
[236] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 216-218.
[237] Camiu's-Sağır. C/2, Sh. 150, M. Cemal Öğüt. Temizlik. C/2, Sh. 42.
[238] İbni Abidin Reddü'l-Muhtar. C/5, Sh. 100.
[239] İhya-i Ulumud'din. C/2, Sh. 86-88.
[240] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 219-221.
[241] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 222-223.
[242] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 224-225.
[243] Bu sözün T.C.'nin 7.'ci «Cumhurbaşkanı» Kenan Evren 15 Ocak 1983'de İstanbul Gazeteciler Cemiyetinde bir «nutuk»unda ifade etti.
[244] Zaman Gazetesi: 26.10.1990. Sh. 12.
[245] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 226-229.
[246] Zaman Gazetesi: 6.11.1990. ve İzmir'de çıkan Yeni Asır Ga­zetesi: 31.10.1990 Çarşamba.       
[247] Rahman Sûresi, Âsyet: 26.
[248] Araf Sûresi, Âyet: 34.
[249] Mü'minun Sûresi, Âyet: 43
[250] Âl-i İmran Sûresi, Âyet: 145.
[251] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 230-234.
[252] İbni Âbidin, Reddü'l-Muhtar. C/5, Sh: 261.
[253] Fethü'l-Kadir. C/2. Sh. 86. 270. Kahire - 1319.
[254] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 235-237.
[255] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 238-241.
[256] Ahmet Davudoğlu,  Buluğul - Meram     Tercemesi  ve Şerhi, c/3, Sh: 283.
[257] Fetevayı Hindiyye, c/2,  Sh. 383. Ö.Nasuhi Bilmem, Huku­ku Islâmiyye Kamusu, c/2, Sh. 448.
[258] Ö.Nasuhi Bilmen. Hukuku îslâmiyye Kamusu c/2, Sh. 450
[259] Bakara Sûresi, Âyet: 187.
[260] Razi: Tefsir-i Kebir c/4, Sh. 368, Elmalı Tefsiri c/l, Sh: 670.
[261] Rum Sûresi, Âyet: 21.
[262] Bakara Sûresi, Âyet: 228.
[263] Nisa Sûresi, Âyet: 19
[264] Elmalı Tefsiri, c/2, Sh: 1320.
[265] Bakara Sûresi, Âyet: 233.
[266] Kurtubi. El-Cami li Ahkami'l-Kur'an. C/6, Sh: 94.
[267] Mansur Ali Nasıf, Tac. c/5,  Sh: 373. Tebrizi. Mişakatü'l-Mesabih. C/3, Sh: 1435. Münzeri. Et-Terğib vet'Terhib. C/l, Sh: 125.
[268] Davudoğlu. Buluğu'l-Meram, c/3, Sh: 474.
[269] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 242-245.
[270] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 246-247.
[271] En-NaM Sûresi, Âyet: 106.
[272] Sadeddin Teftâzâni, Şerhu'l-akaid, Sh: 77. İst. ts.; Mutıam-med b. Süleyman (Damâd), Mecmeu'l-enhur, 1/688, İst., 1328: Behçetü'l-Fetevâ, Sh: 185.
[273] Bu cevap Diyanet Gazetesi Sayı: 379. Eylül 1990, Sh: 7'den aynen alınmıştır.
[274] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 248-250.
[275] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 251-252.
[276] Tecrid-i Sarih Tere. c/6. 985 nolu hadisin şerhinden.
[277] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 253.
[278] Türkçe sözlük, Sh: 445.
[279] Alauddin    Haskafi Dürrü'l-Muhtar    Şerhi Tenvîri'l-Ebsar. (Reddül-Muhtar'm üstünde)  c/6, Sh: 383 İst. -1984.
[280] A.G.E., aynı cilt ve sabitede.
[281] Sera'hsi, el-Mebsut, c/10, Sh: 154.
[282] Alaaddin Haskafi A.G.E., aynı cilt ve saîıifede.
[283] A.G.E. aynı cilt ve sahife.     Damat Efendi.  Mecei'l-Enhur. C/2, Sh: 542. Ö.N.Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, Sh: 472.
[284] Alaaddin Haskafi, A.G.E., c/6, Sh: 380.
[285] Abdullah bin Muhammed  el-Musuli,  el-İhtiyar Li-Ta'liîi'l-Muhtar. C/4, Sh: 157. İslâmi K. îst. -1951  (2. baskı).
[286] Alauddin Abidin, El-Hediyyetü'1-Aliyye. Sh: 246, Kahraman Yay. İst. -1984.
[287] Kuble: öpmek demektir.
[288] Buhari Tecrid-i Sarih Tere. c/6,  Sh:  530. Hadis no:  985'in şerhi.  Ebu'1-Leys  Semerkandi.     Bustanu'l-Ârifin,  Sh:  50-51 (Tentoihü'lGâfüin'in arka tarafında)   Beyrut -1979.
[289] Alaaddin Haskafi.    Durrü'l-Muhtar Şerhi    Tenviri'l-Ebsar. (Reddü'l-Muhtar'm üstünde)  c/6, Sh: 384.
[290] A.G.E.   aynı cilt ve sahife. Hayatü's-Sahabe, c/3, Sh: 66.
[291] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 253-257.
[292] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 258-260.
[293] Şule Yüksel Şenler. Müslüman Hanımlar Vakitlerini Nasıl Değerlendirmeli? Zaman Gazetesi.  15-29 Kasım 1990.
[294] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 261-267.
[295] Nur ve Maide Sûresi, ilgili Âyetlerde.
[296] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 268.
[297] Bakara Sûresi, Âyet: 14-15.
[298]    Karafi, el-Farûk, c/4, Sh: 236. 270
[299] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 269-270.
[300] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 271.
[301] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 272-273.
[302] Münker'i  âlimler «şeriatın, hoş  görmediği  herşe^dir»   şek­linde tarif ederler.
[303] Ebu Davud. 1140-4340 nolu hadisler. Tirmizi, 2173; İbni Ma-ce. 4013 nolu hadis. Nesai 8/111.
[304] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 274-275.
[305] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 276-277.
[306] Ra'd Sûresi, Âyet: 28.
[307] Ahlâk hadisleri, c/l, H. no: 307, Sh: 324.
[308] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 278-279.
[309] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 280-281.
[310] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 282.
[311] Kehf Sûresi, Âyet: 23-24.
[312] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 283-284.
[313] Bakara Sûresi, Âyet: 185.
[314] En'am Sûresi, Âyet: 152. A'raf Sûresi, Âyet: 42. Mü'minun Sûresi, Âyet: 62, Bakara Sûresi, Âyet: 233-286, Talak Sûresi, Âyet: 7.
[315] En'am Sûresi,  Âyet: 43,  137.  Enfal Sûresi,  Âyet: 48.  Nahl Sûresi,    Âyet: 63. Nemi Sûresi, Âyet:    24. Ankebût Sûresi, Âyet: 38.
[316] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 285-286.
[317] Hicr Sûresi, Âyet: 88. Taha Sûresi, Âyet: 131.
[318] Nisa Sûresi, Âyet: 148.
[319] Bu âyetin tefsirini tefsir kitaplarından okuyarak âyetin ma­hiyetini daha iyi anlamanızı tavsiye ederiz.
[320] Asrın Kur'an Tefsiri, c/3, Sh: 1530. Gelâl Yıldırım. Anadolu Yay. İzmir* 19öO.
[321] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 287-289.
[322] Ahlâk hadisleri, Tere.  ŞerK.  A.F.Yavuz, Sönmez Yay. İst.-1979. C/l. Sh: 20.
[323] İmam Gazali, İslâm Ahlâkı. Tere. Akif Nuri. Sh: 12İ. îst. - 1978 Sinan Yay. 3. baskı.
[324] Müsned-i İmamı A'hmed, c/2, Sh: 176.
[325] Müslim. H. no: 2607; Efou Davud. H, no: 4989; Tirmizi, H. nor 1972.
[326] Buhari.
[327] Buhari 3/166; Müslim 2/288; Tecrid-i Sarih Tere. H. no: 1156.
[328] İhya. 2/199..
[329] «Harib hiledir» Hz. MuJıammed (s.a.v.).
[330] Müslim Tere. Şerhi. A.Davudoğlu. C/2, Sh: 288-289. 294
[331] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 290-294.
[332] Müslim H. no: 49.
[333]    İyiliği tebliğ etmek,
[334] Kötülükten alıkoymafc.
[335] En'am Suresi, Âyet: 162-163.
[336] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 295-297.
[337] Teberdar:    Silahın icadından evvel harb âleti olarak kul­lanılan teberli efrat hakkında kullanılan bir tâbirdir.  Teber, bir hanb âletidir. Teberdarluk İkinci Muran zamanın­da kurulmuştur. Teberdarlar, Anadolu halkının genç ve iri vücutlularından seçilirdi. Bunlar ordunun önünden gider­ler, yürüyüşe engel olan şeyleri ortadan kaldırmak suretiy­le askere yol açarlardı.
[338] Mustafa Müftüoğlu. Yalan Söyleyen Tarih Utansın, c/2. Sn. 59-63.
[339] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 298-304.
[340] Bazıları için lıafemız: Yunus Sûresi, Âyet: 18. Ra'd Sûresi, Âyet: 14. Nahl Sûresi, Âyet: 55, Meryem Sûresi, Âyet: 31-82. Zümer Sûresi, Âyet: 3, 43, 44.
[341] Buharı: Kitabu Bed'il-Halkı, (15J Bab Müslim : Kitabu'z -Zikri, Hadis: 82, Tirmizl: Kitabu'd-Davat, Hadis: 3455, Ebû Davud: Kitabu'I-Edeb, Hadis: 5102, Eadhu'Ilâhî c/2, Sh. 637. Ahlâk Hadisleri Tere. A.F.Yavuz, c/2, H. no: 1230-1236, 1261.
[342] Ahlâk hadisleri. Tere. A.F. Yavuz,  c/2, H. no:  1230-1235.
[343] Ebû Davud: K. Edeb, hadis no: 5103-5104.     Fadhı'Ilah:  c/2, Sh. 635.
[344] Üç  nolu  dip nottaki hadislerde     bu  konuda  açıklamalar mevcuttur.
[345] Lokman Sûresi, Âyet: 19.
[346] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 305-308.
[347] Furtan Tefsiri. Tere. Mehmed Keskin, İlim Yay. c/l, Sh. 205.
[348] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 309-310.
[349] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 311.

Yorumlar