SORUMSUZCA SÖYLENEN SÖZLER 3
SORUMSUZCA SÖYLENEN SÖZLER
Önsöz
«Sorumsuzca Söylenen Sözler» kitabımızın üçün. cü
cildini yazıp yayınlamaya da Cenab-ı Hakk bizi muvaffak etti, elhamdülillah...
Rabb'ımm, sadece bu nimeti için bile namütenahi hamd ediyorum.
Camiden, cemaatten uzak kalan zevata ancak neşriyat
yoluyla vaaz-u nasihat mümkün olmaktadır. Bu sebeple-Cenab-ı Hakk bize «Seyyar
Kürsü» mahiyetinde olan bu kitablan neşretmeyi ihsan etti,
elhamdülillah...
Bu kitabın ilk cildini çıkardığımız, Kasım-1989 dan
Kasım - 1990'na kadarki bir yıllık zaman içinde, ikibin civarında mektup
aldım. Bunlardan iki tanesi
müstesna, tamamı bu kitaplardan çok faydalandıklarını
beyan ile hayır duada bulunuyorlar. Ben de cümlesine bilmukabele duada
bulunuyorum. Aldığım mektuplar ve yaptığım sohbetler bana bu kitapların büyük
bir boşluk doldurduğu kanaatini verdi. Bu kanaatin verdiği şevk ile çalışmaya
devam ettik ve bu cildi de çıkarmaya Cenab-ı Hakk bizi muvaffak etti,
elhamdülillah...
Bahsi geçen iki mektup kendilerini «tarikatçı» sanan
iki kişiden. Bunlar kitabımızın birinci cildindeki 125. 126. 127. ve 128'inci
maddelerdeki tarikatlarla ilgili sözlere kafalarını takmışlar. Bunların
Tarikatın ne olduğunu bilmeyen kişiler oldukları yazdıklarından besbelli.
Zikredilen sözleri okumuşlar, fakat açıklamalarını ya okumamışlar —çünkü
mektuplarından öyle anlaşılıyor— veya okuduklarını anlamıyacak kadar geri zekâlı
imişler ki, mektuplarında veryansın etmişler. «Kem söz sahibinindir» demekle
iktifa ediyoruz.
Özellikle yukarıda numaralarını verdiğimiz sözlerin
açıklamasını okumayanların okumasını, anlaya-mıyanlann anlamaya çalışmalarını
tavsiye ediyorum. Okumadan bazı varsayımlarla çizmeyi aşmak çirkinlik ve
çirkeflik olur.
Bizler, Ehl-i Sünnet itikdma sahip müslümanlar olarak,
münker söz, fiil ve davranışlardan kardeşlerimizi mevcut imkânlarla haberdar
etmek zorundayız. Gayemiz, Allah (c.c.)'nün rızası; hedefimiz1
Hakk'ın
hakimiyetidir.
Çalışmak bizden, hidâyet sadece ve sadece Allah
(c.c.)'dandır. O'nun yardımını dileriz...
Mevlüt ÖZCAN İstanbul-1990
Kasım[1]
354 — «Allah Yakar, Allah Çarpar, Allah Taş Eder...»
Dünyada, kim ne olursa olsun, bir şeyi iyi tanıyorsa o
şeyi başkalarma iyi tanıtır. Eğer iyi tanımıyorsa, anlatacağını anlattığı
kişilere de yanlış tanıtır.
Aynen bunun gibi, bazı ana-babalar çocuklarına sürekli
bir şekilde Allah (c.c.)'yü yanlış tanıtıyorlar. Çocuklarını korkutmak veya
kendilerinin yanlış bildikleri söz ve fiillerden vaz geçirmek için bazıları
sürekli olarak :
— Aman öyle yapma! Sakın bir daha öyle .söyleme...
Allah yakar. Allah çarpar. Allah taş eder...» deyip dururlar.
Bu ifade tarzı son derece tehlikeli ve tamiri güç bir
davranıştır. Çünkü, bu sözlerin sürekli söylenmesi, çocuğun Allah fc.c.î'yü
yahnızca ceza veren bir varlıkmış gibi düşünmesine neden olabilir:
Bir örnek ile meseleye biraz daha açıklık getirmek
mümkündür:
Kendisine sürekli olarak bu sözler söylenen bir
çocuğa:
«— En çok kimi seviyorsun?» sorusu sorulunca o
çocuk:
«— En çok Peygamberimizi seviyorum. Çünkü o bize şefaat
edecek, cehennemden kurtaracak. Allah ise bizi yakacak, cezalandıracak» şeklinde
cevap vermiştir.
Bu cevabın yanlışlığının tek sebebi; çocuğa Allah'ın
yanlış tanıtılmasıdır. Oysa ki, Yüce Rabb'imiz Kur'an'da azabından olduğu kadar
rahmetinden, cehenneminden olduğu kadar da cennetinden
bahsetmektedir.
Çocuk terbiyesinin İslâm'da büyük önemi vardır. Onun
için evleneceklerin evlenmeden evvel ve ana -baba olmadan önce bununla ilgili
bilgileri öğrenmeleri farz-ı ayn ilimler arasında zikredilmiştir. Bu ihmal
edildiğinde bir neslin bozulması söz konusudur. Zama-nımızdaki dağınıklığın ve
serkeşliğin sebebi de bu ilmin ihmal edilmesidir. Emperyalist kafirlerin
kültürüne yapışıp öz kültürümüzden ayrılmamız bu milleti içinde bulunduğu
korkunç neticeye götürmüştür. Çünkü, kültürü bir milletin can damarıdır. Bu
damar kurutulunca o millet millet olma özelliğini kaybeder.
Şimdi biz meseleyi îslâmi ölçüler içinde incelemeye
devam edelim:
İslâm ana-babaya çocuklarını yetiştirmek görevini de
vermiştir. Bunun için ebeveynler:
© Çocuklarınızın bedenini besleyip büyümesiyle meşgul
olurken ruhunu ve terbiyesini ihmal etmeyiniz.
® Çocuğun ilk örneği sizsiniz; onlara iyi model
olunuz.
® Onların kötü sözlerine gülmeyiniz.
® Onların her isteğini almayınız. Çeşit çeşit
giydirmeyiniz. Böyle yaparsanız çocuklarınız bunalımlı kanaatsız ve ehl-i keyf
olurlar.
• Çocuklarınızın saygısızlıklarına göz yumarsanız
onlar dik başlı, kendi başına buyruk ve problemli insan olurlar.
• Çocuklarınızı helâl ile besleyiniz. Haramdan
hasıl olandan hayır yoktur.
• Çocuk konuşmaya başlayınca ilk defa kelime-i
tevhidi öğretiniz.
® Çocuğun fıtri hayasını muhafaza ediniz.
® Allah'ı, Peygamberi, Kur'an-ı Kerimi, melekleri...
doğru-dürüst ve iyi tanıtınız. Hatalı tanıtımların tahribatı bir ömür sürebilir.
Onun için çok dikkatli olunuz.
• Yemek-içmek, konuşmak adabını öğretiniz.
• Çocuk erkek ise erkek elbisesi, kız ise kız elbisesi
giydiriniz. Aksi halde davranış bozukluklarına sebep olurs.unuz.
• Çocuğu yalandan, iftiradan, hasetten,
hırsızlıktan... fena huylardan sakınması için tedbirlerini
alınız.
© Çocuklarınız büyüdükçe onlara Peygamber (s.a.v.)
Efendimizin diğer peygamberlerin ve büyük zatların menkıbelerini
anlatınız...
• ' Yedi yaşma girince namaza başlatınız. On yaşında
mutlaka namaz kıldırınız.
• Tesettüre riâyet ettiriniz.
• Buluğ çağma kadar belli mesafeyi de koruyarak
onları terbiye ederek eğitiniz.
'©Buluğ çağının problemlerini zararsız geçiştirmeleri
için şefkatla onlara yardımcı olunuz.
• Evinizde İslâm'ın gösterdiği yolu ve metodu
takip ediniz.
• Çocuklarınızı İslâm'a göre yetiştirmezseniz
hayâsız, örtüsüz, oruçsuz, ibâdetsiz, merhametsiz, taş yürekli, huzursuz
evlâtların ana-babası olursunuz. Bu ne çirkin bir neticedir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: «Her doğan İslâm fıtratı
üzere doğar, ana-babası onu ya yahudi, ya hıristiyan veya mecusi
yapar.» [2] buyurmuştur. Dikkat edilirse «ana-babası müslü-man
yapar» demiyor Efendimiz. Neden? Çünkü çocuk müslümandır. Hür
fikirlidir.
Yalan söyliyerek evladlarma kötü örnek olan ebe_ veynler
çocuklarına yahudilik, hıristiyanlık veya komünistlik huylarından bir huy
aldırmışlardır.
Çocuğa ilkokuldan üniversite sonuna kadar, on-beş
senelik tahsil koşusunun sonunda ödül olarak hep ekmek gösterilirse, yetişen
genç maaş veya makama mahkum olmuş köledir. Hedef, sahasında iyi yetişmiş insan
olsaydı, ekmeği bol, makamı yüksek hür bir insan yetişmiş olurdu. Bunları ekmek
yoluna yönlendi-. ren, çeyrek ekmeğe boyun eğdiren ana-baba ve eğiticiler yeni
nesillerin katilleridirler...
«Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı derler» diye
evlâdına nasihat eden baba çocuğunu ayının yeğeni yapmış olur. Bu çocuk
büyüdükçe ayılaşır; armuttan başka meyva tanımaz olur.
Bazı ebeveynler para biriktirsinler diye çocuklarının
ellerine küçük yaşta «kumbara» verirler, «Kum-, bara» türkçede «el bombası»
anlamına kelir. Çocukla. nn eline küçükken kumbara verip, yememeyi,
dağıt-mamayı, para biriktirmeyi, para şıngırtısını dinlemeyi öğretirsek; bunlar
büyüyünce, paradan başka kavgası verilecek bir şeyin olmadığını, para sesinden
daha güzel bir sesin bulunmadığını iddia eden ve para için her şeyi yapmaya
hazır köle ruhlu bir nesil olurlar. Onun için, neyi ne zamaa ve nekadar
verileceğini iyi hesap etmek lâzımdır.
Bir de, ahlâki terbiyeleri henüz teşekkül etmemiş
çocukları kazanç için çalışmaya zorlamak uygun değildir. Çocuklarını kazanç
için çalışmaya zorlıyanlar,. onları hırsızlığa alıştırıyorlar,
demektir..
Şimdi tekrar çocuğa Allah (c.c.î inancının
yerleştirilmesi meselesine dönelim:
Allah'ı tanımak ve tanıtmak için O'min isim
ve-sıfatlarım bilmek gerekir. Herşey sıfatlarıyla beraber tanınır, Allah'ı
tanımak ve tanıtmak ve lâyıkı veçhile kulluk yapabilmek O'nun isim ve
sıfatlarını çok iyi öğrenmekle ve tanımakla olur.
Bütün olgunlukların, ancak Allah'ta olduğunu kafi olarak
bilen kişi, bu bilgiden zevk duyar ve bu zevkten mahrum eden hayatı ayağıyla
teper, eliyle de iter.
Lâkin maalesef, zamanımızda «Allah'a inanıyorum*
diyenlerin önemli bir çoğunluğunda, Allah inancı doğ^ ru değildir. 12 yaşındaki
çocuğun, yanında yapmadığım insanımız Allah (c.c.) huzurunda rahatlıkla
yapıyor. Niçin? Çünkü, Allah inancı zayıf ve hatta yanlış.
Mahlukat için dünyada dostluğu kazanılacak tek zâd,
ancak Allah (c.c.) dür. Zira, O'nun dostluğunu kazanmak herşeyi kazanmak
demektir. Allah'ı tanımak en büyük şereftir, irâdesine itaat etmek en büyük
kazançtır. Doğru olan Allah bilgisi insanı cennete koyar.
Allah'a imân farzdır. Bu imân Allah'ın bütün
sıfatlarını bilerek tasdik etmekle hasıl olur. Bu sıfatlar 14'dür. Ve ikiye
ayrılır:
A — Sıfat-i Selbiye 6'dır:
1- Vücûd:
Allah'ın var olması.
2- Kıdem:
Varlığının evveli olmaması. v
3- Beka:
Varlığının sonu olmaması.
4- Muhalefetün
Hl-Hâvadis: Mevcutadtan hiçbirine benzememesi.
5- Kıyam
Bizatihi i Varlığının kendisinden olmasv
6-
Vahdaniyet: Bir olmasıdır.
B — Sıfatı Subûtiyye 8'dir:
1- Hayat:
Diri olması.
2- İlim:
Bilmesi.
3- İrade :
Her mümkünü caiz olan bir şekle ve
vakte tahsis etmesi.
4- Kudret:
Muktedir olması.
5- Semi':
İşitmesi.
6- Basar :
Görmesi.
7- Kelâm:
Ses ve harfe muhtaç olmadan konuşması.
3- Tekvin :
Allah-u Taalâ'nm yaratıcı olmasıdır.(2)
Hasılı, insan, tam ve kâmil bir mü'min olmağa
çalışmalıdır. Bu mübarek vasıflara şu dört mühim esasa sarılmakla nail
olunur:
1- En mühimi,
Allah bilgisi edinmek : Düşünmek çağına gelen her insanın ilk vazifesi budur.
Allah'ı bilmiyen gönüller, gezen ve konuşan birer ölüdürler.
2- Allah
bilgisini kafi delillere dayandırmak: Her eserin bir müessiri vardır. Eser
gözle görülür; müessir, akıl ile sezilir.
3- İbâdetlere
itina etmek.
4- İyi-kötü
huyları sıkı bir kontrole tabi tutmak. Çocuklarımızı da bu hedef doğrultusunda
yetiştirelim, inşâallah...
Bu sıfatları ilmihal kitaplarından tefermatla öğrenmek
mümkündür. Şunu da belirtelim: Allah'ın sıfatları sayıla-mtyacak kadar çoktur.
Kur'an-i Kerim'de bu sıfatların bir çokları zikredilmiştir. Bizim burada
zikretiğimiz sıfatlar genelin özetlenmiş olanıdır. Alla-u âlem... [3]
355 — «Allah-U Ekber - Yatda Geber»
• Küffar kültürü'nün insanların başına ne büyük belâlar
açtığı malum. Bu kültürün istilasına uğramış toplumlar huzurdan uzak ve büyük
sıkıntılara maruz kalmış toplumlardır. Bu- toplum insanlarının ağzından çıkan
her sözde ve bulundukları her teşebbüs-de bir bereketsizlik, bir yıkım ve
felâkete götüren bir netice vardır.
Maalesef, bizim toplumumuz da, insanlığın başına şer
olan batı kültürünün istilâsına uğramış bir toplumdur. Her şeyimizde körükörüne
batıyı taklid etme taassubu vardır. Onun için başımız hiç halâs
bulmaz.
Zalimler, bizi öz kültürümüzden ayırdılar. Ne
söylediğimizi de, ne söyliyeceğimizi de bilemez olduk. Sayısız helâller
dururken birkaç adedi geçmeyen haramlarla iştigal eder hâle getirildik. Hem de
bunlara öyle alıştık ki, haramları işlemek tüyümüzü bile kıpırdatmıyor artık.
Ne hâllere düştük... Fesübhanallah...
Bazılarından çok duyarız «Allah-u Ekber yat da geber»
derler. Sorumsuzca yaşıyanlarm çok sarfettiği bir sözdür bu. Bu söz, insanı
neticesi katlanılması çok zor olan sonuçlara götürür. Cehennemde ebedi kalma
sebebi olabilir.
«Allah-u Ekber yat da yeber» cümlesini birkaç yönden
tahlil edebiliriz : Bu sözde :
1- Allah'a
karşı itimatsızlık söz konusudur Bu
sözde, «Senin O büyük dediğin o Allah'a
inanırsan, işte O senin büyük dediğin Allah seni gebertir.» mânası vardır. Bu
küfürdür.
2- Allah-u
Kkber lâfzı ile «yat da getaer» lâfzı bi-ribirine zıd ifâdelerdir. Allah'ı büyük
bilenler ve sadece O'na kul olanlar, hep dipdiridirler. «Yatmak» ve.
«gebermek» diriliğin, dinçliğin zıddıdır.Bu mânâda zikredüdiği takdirde de
mezkur söz, insanı birinci maddede beyan ettiğimiz neticeye götürür. Çünkü
önceki maddede zikredilen mânâ ortaya çıkıyor.
3- Namazda,
rüku' ve secdeler vardır. Bunlarda intikal, tekbirle yapılır. Rüku' ve secdeyi
yatıp kalkmakla karıştıranlar «Allah-u Ekber yat da geber» derler. Rüku' ve
secde ibâdet, yatıp kalkmak eğer âdabına göre yapılırsa mubah, uygunsuz
yapılırsa yapılış tarzına göre ya mekruh ya haram olur.
Bir diğer husus da, bu sözde, «Namaz kılanları ibâdet
ettikleri Rabb'leri gebertsin» mânâsı vardır. Bu sözü söyliyenler namaz
ibâdetini, pisi pisine gebermek ile eş mânâda değerlendirmiş olurlar ki, bu da
netice itibariyle küfür olur.
Hasılı, «Allah-u Ekber - yat da geber» sözü akıl, izan
sahibi ehl-i sünnet inancına sahip hiçbir müslü-manın ağzından çıkması
düşünülemez. Zira bu sözü sarf edenlerin akıbetleri çok feci olur. Çünkü
küfrün
cezası ateşte yanmaktır. [4]
356 — «Tanrı Uludur»
• «Tanrı» kelimesi üzerinde kitabımızın birinci cildinin
27. 28. ve 29.'uncu sahifelerinde durmuştuk. Şimdi burada meseleyi başka bir
açıdan ele alacağız, inşaallah...
«Tanrı uludur» ifadesinden basit bir ilmihal bilgisi
olan bunun Allah'-u Ekber'e karşılık getirilmeye çalışıldığını
bilir.
Türkiye'de yıllarca minarelerden «Tanrı uludur -Tanrı
uludur» diye bağırtıldı. Sebebi vardı. Daha sonra başka «ulu»lar çıkartılacak
Allah-u Ekber unutturulup «Ulu» sıfatı verilenler tanrılaştırılacaktı. Hedef
bu idi. Zaman geldi Mustafa Kemal'e «Ulu» ve «Önder» sıfatlan verildi. «Ulu
Önder Atatürk» dediler. Oysa «ulu» ile «önder» kelimeleri ayrı ayrı
sıfatlardır. Niye peşi peşine takılmış acaba? Hikmeti ne olaki diyor insan
kendi kendine.
195O'li yıllarda M.Kemal'i koruma kanunu Demokrat
Partililer tarafından çıkarıldı. Aleyhte konuşmak yasaklandı. Zamanın devlet
başkanı Celâl Bayar yeni bir «ibâdet» şekli icad etti: M.Kemal içim. «Seni
sevmek milli bir ibâdettir» deyiverdi. Bir taraftan da «Ulu Önder Atatürk»
deyip duruyordu.
Birileri de:
«Her şeyde Atatürk!
Elimizi yüzümüze;
Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
Biz sana tapıyoruz!
Varsın! Teksin! Yaratansın!
Sana bağlanmıyanlar utansın» [5]
diyordu.
Bir başkası:
«Yoktan var ediyor Tanrı gibi her şeyi» [6]
diye nutuk atıyordu.
Arkasından: «Ne örümcek ne yosun Ne mucize, tıe füsun
Kabe arabm olsun Bize Çankaya yeter» [7]
diye Çankaya'yı kıbleleştirdiler. Maksatları
gittikçe hasıl oluyordu.
Öyle bir durum ortaya çıktı ki: «Tanrı Uludur, Ulu
Atatürk'tür.» -
Sonra da peşinden: «Atatürk Tanrıdır»
dediler:
«Atatürk ekber! Atatürk ekber! Ancak O var:
Atatürk.
Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk.» [8]
«Ulu Tanrı» ifadeleriyle zorlıyarak insanları yıllardır
uğraşarak ne hâle getirdiler. Bir defa, Allah (c.c.)'nün ismi türkçeye «Tanrı»
diye çevrilemez. Tanrı ilâh adının karşılığıdır. Araplar ilâh kelimesini putlar
için kullanırlardı [9]
Allah (c.c.) ismi yabancı dillere yapılan tercemelerde aynen kullanılmıştır.
Çünkü, bu ismin karşılığında hiçbir dilde hiçbir kelime yoktur.
Son yıllarda birinin yaptığı şu duaya bakın kimlerin
nasıl «ulu tanrı»' yapıldığını görün:
«...Mübarek ruhundan niyazımız; bizi daima kötülerden,
fenalardan, hıyanet duygusuna kendisini kaptırmışlardan her zaman olduğu gibi
ülkemizi koru büyük atam. Bizi yalınız bırakma. Türk- milleti her zaman sana
şükredicidir...» [10]
Dünya nelere sahne oluyor?
Bu «Tanrı uludur» sözü bize birşeyler daha hatırlattı.
Diyeceğimiz şudur: Dünyada ululaştırılan insanların ardı arkası gelmemiştir.
Kapitalist ve komünist rejimlerin gereği de budur herhalde.
Rusya'da Bolşevik ihtilâlinin gerçekleşmesinden. sonra
Soljenitsin, Gulag takım adalarında 60 milyon insanın katledildiğini iddia
etmiştir. Mütevaffa Kruş-cef bu katletme olayını şöyle izah ediyor:
— Evet bu doğrudur. Dökülen bunca kanın gayesi
insanlığı Stalin'e tapmayı gerçekleştirmek içindi. Bu katledilen insanlar
Stalin'e tapmayı reddetmenin, karşılığını canlarıyla ödediler.»
Kruşçef bunları söyledi ve olaydan ibret alarak.
Stalin'in Kremlin'de Anıt-Mezar'daki mumyalı cesedini Lenin'in yanından
fırlatıp attı. Ama, Kruşçef devrildikten sonra idareyi eline,alan Üçlü Komite
zamanında Stalin yeniden putlaştırıldı. Olaylar daha sonra, gelen Mao'ya
birşeyler anlattı.. Bu yüzden mütevaffa
Mao 1972 yılında kendisiyle mülakat yapmaya
muvaffak olan bir Fransız gazeteci kendisine:
— Ekselans her dairede, her köşe başında, her meydanda
hatta her evde ve paralarda resminiz, isminiz, büstünüz, heykeliniz var. Bütün
bunlar size put-laştırıldığmızı ihtar etmiyor mu?» şeklinde bir sual sorunca,
Mao şöyle cevap veriyordu :
— Evet, söyledikleriniz doğrudur. Putlaştırıldım. Ama
size şunu söyliyeyim: Ayakta durmak istiyorsanız putlaştmlmaya muhtaçsınız.
Bakınız Krüşçef kendini putlaştırmadı ve yıkıldı. Stalin ise putlaştırıldığı
için yıkıldığı halde yeniden dirildi.»
Mao, öldükten sonra da putlaştırılmasımn devamını
sağlamak için çok çalıştı. Ölümünden sonra da O, bir milyara yakın insanın
gözünde hâlâ korkulu bir put idi. Yıllarca Pekin'deki Anıt-Mezar'da kendisine
insanlar taptırıldı. Hatta Türkiyeli komünist gazeteciler Moskova'ya gidince
Leninln Anıt-Kabir'i, Pekin'e gidince de Mao'nun Anıt-Kabir'i diyerek bu
Anıt-Me-zarlardan bahsetmektedirler. [11]
Hasılı, «Ulu Tanrı» Allah-u Ekber'e karşılık getirilmek
için kullanılmıştır. Bu Allah (c.c.) ismi yerini tutmaz. Bu ifadeyi kullanma
yolunun seçenler putlaş-tırılmayı gaye edinmişlerdir. Lakin, Allah (c.c.) onlara
Tdu fırsatı vermemiştir. Müslümanlar böyle bir ifadeden kaçınmalıdırlar. [12]
357- Bu Memleketin Yüzde 95i Müslümandır»
Besmi, gayr-i resmi ağızlarda bu memleketin insanlarının
% 95lnin müslüman olduğu sakız gibi çiğnenir durur. Bu, kesinlikle yanlış bir
hesaptır. Ancak, doğru olan miktarı sadece Allah (c.c.) bilir.
Türkiye'de hayat tarzına bakıldığı zaman, bu memlekette
müslümanlığm olmadığını söylemek için illaki başka bir şey olmaya gerek
yoktur.
«Bu memleketin % 95'i müslüman» ise. o zaman bu
memlekette % 95'in dediğinin olması lâzım idi. % 95 müslüman olduğuna göre bu %
95ln nıüslüman-ca bir hayat tarzı istemeleri gerekirdi. Yani bu % 95, İçkinin
içümediği, kumarın oynanmadığı, zinanın yapılmadığı, kimsenin hakkına tecavüz
edilmediği, na-muslu-şerefli insanı insan yapan güzelliklerle mücehhez bir
düzen tarzı isterlerdi. Böyle bir şey yok. Diğer bir husus da şudur : Bu
memlekette yaşıyan insanların % 95'ine müslüman denildiğine göre, bundan % 5'in
bu memlekette gayr-i müslim olduğu anlaşılmaktadır. Gayr-i müslimin isteyeceği
hayat tarzı nefse hitabeden hayat tarzıdır. İçkinin, kumarın, zinanın
alabildiğine yaygın olduğu bir hayat tarzı; namus-şeref, edeb-hayânm zerre
kadar kıymeti olmıyan bir yaşantı. Şimdi geçerli olan işte bu hayat
tarzıdır.
Demek ki, bu memlekette % 95'in değil % 5'in dediği
oluyor. Öyle olunca karşımıza çıkan iki şıktan birini kabul etmek
kalıyor:
1- Ya bu
memleketin insanlarının % 95'i müs-lüman değil bu rakam çok daha
aşağılarda.
2- Ya da bu %
95, % 5 kadar bile değeri olmı-yan serseri, ne yaptığını ne yapacağını bilmeyen
gayesiz ve idealsiz kuru bir kalabalıktan ibarettir.
Biz hangisini kabul edersek edelim manzara bu memleketin
ve insanımızın zararına dır, felâketinin habercisidir.
Cemaat, Hakk'a uyduğu müddetçe cemaattir,[13]
isterse bir kişi olsun. İslâm'ın cemaat tarifi budur. Sadece eum'adan cum'aya
bedenen bir araya gelip, aynı kıbleye yöneldiği halde ruhen ve kalben
birleşemi-yen, namaz dışı yaşayışında hak yolda yürüyemiyen, Allah (c.c.J'nün
ipine [14]
sarılamıyan gruplar cemaat olamazlar. Onlar kuru kalabalıktan öteye geçemezler.
Böyle toplumlarda ortaya atılan % 95 rakamları birer aldatmacadan başka bir şey
değildir.
Şu «% 95'i müslüman» denilen şu toplumun haline hele
bir bakınız : Cum'a saatinde iş yapılmasını Allah (c.c.) yasak etti. Fakat
bütün iş yerleri açık: İş sahiplerinden bazıları camide, fakat iş yerleri açık.
Kim çalıştırıyor buraları? Ya oğlu, ya işçisi işin ba-şmda. Haram olan kazanç
«müslümanım» diyen adamın kasasına giriyor. Bu haramları bu «müslüman»-lar
nasıl yiyorlar acaba? Kim veriyor bunlara bu ruhsatı? îmân ettikleri düzen mi
veriyor acaba?
Eğer bu memleketin % 95'i gerçekten müslüman olsaydı,
cum'a saatinde her yer kapanacak, hayat bu saatte
duracaktı. O zaman herkes anîıyacaktı ki, müs-lümanlar bu saatte namaza
gitmişlerdir. % 95'in sergileyeceği görüntü bu olurdu. Ama böyle bir görüntü
yok. Çünkü bu % 95'in içinde namazı anlatan âyeti kabul edip de devleti anlatan
âyeti kabul etmeyen «müslüman»lar da var. Onlar kendilerine bu âyeti
hatırlatınca :
«— Bugün neyin eksik. Camiler açık. Sana kim karışıyor.
Namaz kılma diyen mi var?» diye karşılık veriyorlar.
Oysa, İslâmiyet bir bütündür. Kim İslâm'ın bütününü
alırsa işte o müslümandır. Kim de onun bir kısmını alır bir kısmını almazsa,
İslâm üe cahiliyeti biri-birine karıştırmıştır. Onun için, bugün Kur'an-ı Kerim
Allah'ın vahyettiği-etmediği açısından inkâr edilmiyor. Bugünün inkârı «Kur'an
yetersiz» veya «Uygulanamaz» ithamlarıyla inkâr edilmektedir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimize Mekke'liler itiraz
ediyorlardı: Nefisleri peşinde yaşıyan bu müşrikler Allah'ın varlığını inkar
etmiyorlardı. [15]
Yalınız, tek başına Allah dünyanın bunca işini beceremez, savaşı idare eden
bilmem ne ilâhı, barışı yapan bilmem ne ilâhı var diyorlardı. Bunun yanlış bir
anlayış ve inanış olduğunu anlatan Hz.Peygamber (s.a.v.) Efendimizi aralarında
huzur bozucu olarak görüyorlardı.
O günkü Mekke'li böyle bir tavır içinde idi de bugünkü
Türkiye'li başka türlü bir tavır mı sergiliyor yani. Bugün de dindarlığından
taviz vermemeye gayret edenler, hakkı söyliyenler ve yaşıyanlar toplumun önemli
bir kısmı tarafından huzur bozucu kabul ediliyor. İkbal için, makam mevki için,
elde edeceği maddi menfaatler için hakkı ketmedenîer baş tacı edilirken, bu
tâvizi vermeyenler huzur bozucu ilân ediliyorlar. Yani dünkü Mekke'linin tavrı
ile bugünkü Türkiyelinin tavrı arasında fark yok. Lâkin, maalesef bu toplumun %
95'i için müslüman hesabı yapılıyor.
Peygamber (s.a.v.J Efendimiz:
«Bir zaman gelecek insanlar bir vadide Kur'an başka bir
vadide olacak» buyurmuştur. Bu Hâdis-i Şerif ile iki ayrı hayat tarzına işaret
ediliyor. Biri Kur'an nizamı diğeri bu nizamın dışındaki nizamlar. Necip Fazıl
Kısakürek buna dikkat çekerek:
«Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir...»
diyor. Müslümanım diyen herkes, hayatının hangi vadide akıp gittiğini
bilmelidir, şayet biliyorsa, bunu çok iyi tanımalıdır!
«— Bu memlekette inancımız parya muamelesi görmesini»,
diyoruz.
Kafir bir tarafa müslümanım diyen karşımıza dikiliyor
ve diyor ki:
«— Dış güçler, Amerika-Rusya buna müsade eder mi? Onlara
sezdirmemek için masonu veya diğer bir k"âfiri destekliyoruz. Onun partisinden
olacağız. Kimseye sezdirmeden kaleyi içinden feth edeceğiz...»
diyor.
Bunlar birer zalimdirler işte...
Behey gafil, senin dış güç dediklerin Allah'ın
köpekleridir. Allah (c.c.)'yü ev sahibi dış güç dediklerini de o ev sahibinin
köpekleri kabul edersek, sen o sahibin olan Allah (c.c.) 'a bağlanırsan, O'nu
dost edinir_ sen, O ev sahibi köpeklerini susturacaktır. O'na bağlanmazsan, o
senin dış güç dediğin köpeklerini üzerine saldıracak, seni sevmediği kuluna
kul edecektir.
«Müslümanım» diyenlere bunu çok iyi anlatmak
lâzımdır.
Hasılı, «Bu memleketin % 95'i müslümandır» sözü
maalesef realitede insanı tatmin etmemektedir. Eğer denildiği- gibi olsaydı bu
memlekette İslâm nizam olarak yaşanırdı. İslâm hayat nizâmı olarak
yaşanmadığına göre abartılmış sayılarla . tatmin olma yolunu niçin seçiyoruz
acaba? [16]
353 — «Oğlumu Hafız Yapayım Da Leşçi Mi Olsun.»
Toplumumuzda aldıkları kültür gereği, insanlar genelde
. dünyaya göbekleriyle bağlanmışlardır. Böyleleri her şeyi materyalist gözle
değerlendiriyorlar, maalesef, onun için, bu toplumda dini malumatı bilmek bir
meziyet sayılmıyor.
— Niçin? diye sorulacak olursa, cevabımız
şudur:
— Çünkü,, yıllardır basm-yaym yoluyla ve maarifteki
tedrisat ile ulema devamlı hakir gösterildi. Genç nesle onları çeşitli şekil ve
kılıkta gösterdiler. Neslimiz ulemasına düşman kesildi. Onlara hor-hakir
baktı.
Bir kısım müslümanlar hariç, ekseri müslümanm nazarında,
dini bilmek, dini malumat edinmek bunun için bir meziyet sayılmıyor. Bazı
müslümanlar, âlimini sıradan bir adamı tenkid eder gibi tenkid ediyor, hakkında
uluorta konuşuyorlar. Böyleleri bir hafızın arkasından neler konuşulmıyacaksa
onun arkasından herşeyi sıkılmadan konuşuyorlar. Atıyorlar, tutuyorlar. Neler
demiyorlarki...
Bu, korkunç bir faciadır...
Âlime, hafıza Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.)'nün
verdiği değeri bu ümmet vermiyor. Bir kısım insanlar âlimlerle alay ediyorlar.
Peygamber (s.a.v.) Efendiimz buyurmuştur ki:
«Üç sınıf vardır, onlarla ancak münafık olanlar alay
ederler:
1- İslâm için
sakalını saçını ağartan yaşlılarla.
2- İlim
sahipleriyle.
3- İslâm ile
hükmeden âdil devlet reisleriyle [17].
«Halkın en değerli kişileri âlimlerdir. En şerefli
ilim İslâm şeriatına ait olan ilimdir. Cemaat, hak olan
görüş üzerindeki toplumdur. Hakk'ta toplanan cemaat dünya durdukça yardıma
inazhar olacaktır.» [18]
«Gökteküerin ve yerdeküerin hepisi âlim kişiye istiğfar
ederler. Hatta denizlerdeki balıklar bile.» [19]
«Halk içinde âlimler gökteki yıldızlar gibidir.
Yolcular onlarla yol bulurlar. Yıldızlar batarsa yolu bulmak zorlaşır.» [20]
Allah ve Rasülünün kelâmında ilim sahiplerine öğle değer
verilmiştir ki, bunu hiçbir sistemde ve rejimde bulamazsınız. Âlim kişi
değerini İslâm'da bulmuştur.
Kapitalizmin getirdiği bencillik karanlığından
Komünizmin getirdiği korkunun karanlığından toplum_ lan kurtarıp aydınlığa
çıkaracak olanlar İslâm âlimleridir.
Dinin koyduğu prensiplerden uzak bir hayat ile yaşayan
toplumlar, karanlık bir tünelde yol almaktadırlar. İşte bu noktada, bir elinde
Kur'an, bir elinde Hadis, sağlam rey ve ictihad ışıklarıyla İslâm âlimlerini
ümmet olarak bekliyoruz. Gidenlerin yeri boş kalmamalıdır.
Şöyle bir bakınız çevrenize: Rengârek
giysilere bürünmüş kimselerin edeb, imân ve ahlâk zinetinden
mahrum olduklarını anlarsınız.
Bu demektir ki, 'bu toplum, İslâm âlimlerinden, onların
ikaz ve irşadlarmdan uzak kalmış bir toplumdur. İç dünyasında imân ve takva
bulunmayınca, dış dünyası açılmış, insani dereceden hayvani derekeye
yuvarlanmış! Bu korkunç bir durumdur.
Âlimin ölümü âlemin ölümü ile açıklanmıştır. Bu
açıklamama anlamı çok düşündürücüdür.
Birşeyin aslı kaybolunca sahtesi türemeye başlar. Gerçek
âlimler yok denecek kadar azahnca iki hadis meali bilenler ahkâm kesmeye başlar.
Bu ise fikir anarşisini körükler. Emperyalizmin isteği işte budur. Emperyalist
kâfirler âlim yetiştiren kurumları kapattırır, müslümanları cehalet ortamına
sokarak bölünmelerini ayarlar. Bunu yapınca kendi zehirini kıyafetle,
basm-yaym yoluyla şırınga etmeye başlar. Artık din vicdanlarda haps edilmiştir.
İş ayrı ibâdet ayrı sayılmıştır. Aldatmaca olarak camiler açıktır. İncir
çekirdeği doldurmaz hutbeler okunur durur; aldatmak için...
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin:
«Âlimlerin eti zehirlidir.» Hadis-i Şerifini okuyan biri
İmamı Âzam Rahmetullahi aleyh Hazretlerine gelip bu hadis-i tekrar ettikten
sonra:
«— Bu mânevi yönüyle olsa gerektir» diyor.
İmamı Âzam Hazretleri:
— Hayır, maddesi itibâriylede öyledir, diyor ve bana
zehirli bir yılan getirin, emrini veriyor.
Zehirli cinsinden bir yılan getiriyorlar. İmann Azam
Rahmetullahi aleyh hazretleri yılanı bacağma. doluyor. Yılan bu büyük zâtı
sokuyor, sonra da kıvrılıp ölüyor.
İmamı Azam Hazretleri:
«— İşte bu, hayatta da böyledir. Onun için siz âlimlerle
oynamayın. Onları hafife almayın. Onları kırmayın. Yoksa Allah (c.c.)'nün
şamarını yersiniz» diyor. Onun için âlime hürmet gerekir.
Şu olay da meselenin ciddiyetini ortaya kor :
İbrahim Ethem Hazretleri berbere girmiş. Kafasını
kazıtmış. Sonradan gelen biri İbrahim Ethem Hazretlerinin kafasına bir tokat
vurup:
«— Ammada kabak ha...» deyip onu rencide etti.. İbrahim
Ethem Hazretleri sesini çıkarmadı. Biraz ön-ce böyle bir harekette bulunan kişi,
dışarıya çıkıp giderken düştü yere :
— Karnım karnım, diye feryat etmeye başladı. İbrahim
Ethem Hazretlerine geldiler:
— Ne olur affet! Sana öyle yaptı, böyle oldu, dediler.
İbrahim Ethem Hazretleri de :
— Vallahi bende birşey yok, kabağın sahibi razı. değil,
dedi.
Ey kendini bilmezler! Siz âlimi oyuncak mı
zannediyorsunuz? Onun koruyucusu Hz. Allah (c.c.Vdür. Ona itaatsizlik Allah
(c.c.)'ya itaatsizliktir. Çünkü «Allah'tan ancak kullan içinde (kudret ve
azabetini bilen) âlimler korkar» [21]
Gelelim hafız'a:
Hafız: Kuran-ı Kerim'i ezberliyen ve O'ou koruyan ve
yaşanmasını sağlıyan manasınadır. Kur'an-ı Kerimi ezberliyen O'nun
bekçisidir.
İlk hafız Rasül-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimizdir. Sonra
Sahabe-i Kiram'dır. Asr-ı Saadette Kur'an hafızı çok olduğu için hafızlık
tanıtıcı bir vasıf olmuyordu.
Tabiin ve Tebe-İ Tabiin zamanında da durum aynıydı.
Meselâ İmamı Azam Rahmetullahi aleyh kavi bir hafız olmasına rağmen. «Hafız
İmamı Azam Ebu Hanife» -denmemiştir. Zira hafızlık olağanüstü bir şey değildi.
.Şimdi, hafızlık zor diyorlar. Kur'an-ı Kerim konusunda zor kelimesinin yeri
yoktur.
Kur'aa-ı Kerim'e karşı savaşın bütün hızı ile devam
ettiği ülkemizde, bugün binlerce Kur'an-ı Kerim ' "hafızı bulunmaktadır.
İnsan haklarının çiğnendiği, imanç ve fikir özgürlüklerinin ortadan
kaldırıldığı dönemlerden geçtik ve geçmekteyiz.
Bugün Kur'an-ı Kerim ayakta duruyor ve Kur'-,an'a. savaş
açanlar zelil, olmuşlardır. Onlar boşuna çapalıyorlar, Kur'an önünde yok olmaya
mahkumdurlar;
Memleketimizde «Hafızlığa rağbet edilmiyor ve değer
verilmiyor» bahanesiyle hafızlık öldürülmeye çalışılmaktadır. Bazıları bu
gerekçe ile hafızlığa yanaşmıyorlar. Bazıları da bu düşünce içinde «hafız»
unvanı ile kalakalmışlardır.
.Maddi unsurların tesirinde kalan insanoğlu, teşvik
unsurunun maddesine Önem verince hafızlık rağbetten düşmüştür. Oysa
okuduklarının Allah (c.c.) kelâmı olduğu şuuruna eren müminler için bu kâfi
gelmesi gerekirdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki:
«Bir kimseye Allah kitabı'nın hıfzım verir de, o kimse
de kendisine verilen bu nimetten daha üstünü başkasında var , zannederse, işte
bu kimse Allah'ın büyük nimetini küçültmüş olur.» [22]
«Sizin en hayırlınız Kur'an-ı Kerim'i öğreneniz ve
öğretenlerinizdir.» [23]
«— Allah (c.c.)'nün insanlar içinde bir grup has kulları
vardır.» Sahabe-i Kiram sordu:
«— Onlar kimlerdir Yâ Rasûlallah?» Efendimiz buyurdu ki:
.
«— Onlar Kur'an ehli kişiler... Bunlar Allah'ın kendine
yakın ve seçkia-kullandır.» .[24]
«Bir kimse Kur'an-ı Kerim'i okur ve ona göre
davranırsa, onun ana-babasma kıyamet günü bir tac giydirilir. O tacın
parlaklığı, dünya evinize giren güneşin parlaklığına benzer. Ana-babası bu
mükâfaatı alırsa, bizzat okuyanın durumunu siz düşünün...» [25]
Günümüzün gafil müslümanları bu işin ciddiyetini
bilmedikleri için dini malumat edinmeği meziyet saymıyor, geçerli görmüyorlar.
Eğer bu işin ciddiyetini, karşıhğmdaki mükâfaatı buseydiler en azından
evlâtlarından birini hafızlığa ayırırlardı. Bunu yapmıyorlar. Diyorlar
ki:
«— Çocuğumu hoca yapayım da leşci mi olsun.» Yani cenaze
yıkamayı, kaldırmayı leşcilik olarak mütalâa ediyorlar. Şimdi böylelerine
soruyoruz :
-— Behey gafiller! Siz geberdiğiniz zaman sizin leşinizi
kim kaldıracak? ,
Biz, müslümanın cenazesini yıkar-arıtır, beyazla
kefenler, kokulandırır; tıpkı bir gelin gibi siisler öylece kabrine
yerleştiririz. Gerdeğe girecek geline gösterilen ilgi bu ahiret yolcusuna aynen
gösterilir. Ey gafil, sen bunu yapanı nasıl olur da hakir görürsün? Ahiret-te
bunun hesabını verebilecekmisin bakalım.
Şimdi bir grup çıkmış dini duyguları köreltmek için dini
anlatanlar hakkında yapmadık iftira bırakmıyorlar. Diyorlar ki:
® «Hocanın dediğiai tut, gittiği yoldan gitme.»
«Bostana hoca ile manda girerse hocayı çıkar.» @ «Hocanın söylediğine
bakma...» vs. Hocasına bu gözle bakanlar evlerinin üst köşesine oturttukları
«televizyon hocalarını» pür dikkat dinliyorlar. Söylediklerine göre
yaşıyorlar. Dine, imâna yaptığı küfürleri bazan tebessümle bazan kahkaha
ile karşılıyor ve kabulleniyorlar. Yaptıkların yerinde, aferin derecesine
ücretini (vergisini) de yeriyorlar. Gafil müslümanlar vay.
Hasılı, dini, dini yaşantıyı ve dini malumatı hakir
görerek «Oğlumu hafız, hoca yapayım da Leşci mi olsun» demek insanın imân ile
bağının kopmasına sebep olur. Bu hiçbir .mü'min için arzu edilmeyen bir
neticedir. [26]
359 — «Devir Değişti, Zaman Bozuldu.»
Zamanımızda zamandan şikâyet etmek insanlar arasında
moda haline geldi. Kendi gidişatından, aile yaşantısından ve cemiyetin
durumundan memnun olmıyanlar kendilerini mes'ûliyetten dışlamak için bu
huzursuzluğun müsebbibinin zaman olduğunu ileri sürüyorlar. Diyorlar
ki:
«— Devir değişti, zaman bozuldu.»
Bu kesinlikle yanlış bir tesbittir. Değişen ve bozulan
zaman değil Hakk'm yolundan sapan ve bâtıl düzenlere saplanan insanlardır. Köle
düzenlere kapılmış cahili toplum haline gelmiş cemiyetlerde işlenen
iğrençliklerin vebali zamana yükleniyor. Zamanda ne var ki? Hep yirmidört saat
aynı... Gece-gündüz daima birbirini takip ediyor. Ayda, güneşte, yıldızlarda,
gece-de-gündüzde, mevsimlerde bir değişiklik yok. Bunlar hep enıredildikleri
üzere akıp gidiyorlar. Hiçbirinde zerre kadar bile olsa değişiklik yok, Allah'ın
lütfuyla...
Zamandan şikâyet ve hadiselerin zamana istinadına
bağlanması kâfir bir fırka olan Dehriyye fırkası, mu ileri sürdüğü bir yalandır.
Hadiseleri zamana nis-bet ederek zamandan şikâyetçi olmak müşriklerin de
âdetlerindendir. Onların şiirleri, romanları, hikâyeleri ve şikâyetleri
hep zamanla ilgilidir. Kur'an-ı Kerim'-de Casiye sûresi, âyet 23 ve 24 de
bununla alâkalıdır.
İnsanlar adil düzenden batıl düzenlere rücu' ederlerse
devir değişir, zaman içinde cemiyetler bozulur. Çünkü İslâm kâinatta bir denge
düzenidir. Şu satırların yazıldığı günlerde, yeryüzünde hiçbir coğrafi sınırda
îslâmi bir idare yoktur. Bunun için günümüz dünyasında korkunç bir
dengesizlik hüküm sürmektedir. Haksızlıkların önüne bir türlü
geçilememektedir.-Haramlar insanlar arasında yarış edercesine işlenmektedir.
İnsanlar kendi sulblerinden gelen evlâtlarma bîle hükmedememektedir. Köle
düzenler kendine bağlı kölelerini yetiştirmişler köle devirlerini başlatmışlar
zamanı da kokutmuşlardır. İşte bu köle ruhlu insanlardır zamandan şikâyet
edenler.
Bunun çaresi yok mudur? denecek olursa, vereceğimiz
cevap, kesinlikle vardır. O da -şudur :
Köle düzenlerden âdil düzene, Hakk düzenine dönmektir.
Kölelik ruhunu atmak, insanı insan yapan ruha yapışmaktır. O zaman insanlar
zamanın tadını alacak, yeryüzü de özlediği huzuru bulacaktır.
Biz inanıyoruz ki, zaman İslâm'a .gebedir. Bu doğum
gerçekleşmek üzeredir. Ey halinden memnun oL . mayanlar bu doğumun biran önce
olması içici Allah'ın istediği mal ve cam kullanın. Böylece sizin de bu
gayrette katkınız bulunsun,.. .
Hasılı, «Devir değişti, zaman bozuldu» diyenler korkunç
bir yanlış değerlendirme içine saplanmışlardır. Kudsi hadiste
R&bb'ımız:
«Zamanı suçlayanlar bana eza-cefâ ederler.
Ge-ceyi-gündüzü ben evirip çeviriyorum» buyurmaktadır,[27]
Demek ki, zamandan şikâyet etmek Allah-u Taalâ"_ şikâyet
etmek olur. Hiçbir kulun buna hakkı yoktur.
Zamanı köle düzenleri yerleştirenler ve cna kulluk
edenler kirletmektedir. Onun temizlenmesi ve yaşanılır hâle getirilmesi adii
düzene dönmekle, onu yerleştirmekle," onun yaşanmağa değer esaslarına göre-bir
hayat tarzına sahip olmakla mümkündür. Böylece, özlenilen bir dünya, arzu edilen
bir yaşantı elde edilmiş olur. Zamanların bu güzelliğe ermesi dileğiyle..[28]
Cahillik Belâsı
Denizle oynaşırken çaydan geçemez olduk, Biradan baş
kaldırıp sudan içemez olduk.
Sultanı âlim olaa yüce bir millet idik, Mihrab ile
minberi şimdi seçemez olduk.
Bir ulu tüccar idik, ticaretimiz hakti, Ölçümüzde
noksanlık, kalbimizde kin yoktu. İfritler odun çekti, şeytanlar ateş yaktı,
Çıfıtlar çarşısında kıymet biçemez olduk.
Hakk'tan bâtıla döndü, dönmez olası yüzler, Helâl lokma
yeme'di, haramı gördü gözler.
Yelkenler baltalandı, kezzabla yandı bezler, Düştük
sarhoş eline, yelken açamaz olduk.
Beş paraya baş eğdik, beş paralık mal, için, Gülistandan
vaz geçtik bir yapmacık gül için, Boşa nefes harcayıp kürek çektik el için,
Kovalayıp tutarken şimdi kaçamaz olduk. [29]
Bazıları diyorlar ki:
[30]
360 — «Laikliğe Ulaşamayan Ülkelerde Kadın Haksızlığa Uğruyor.»
• Bu yazıyı 29 Mayıs 1990 tarihinde kaleme alınmıştır.
Özellikle bu tarihi zikrediyoruz. Sebebi: Yıllar sonra- bu yazı okunduğunda o
günkü okuyucu bugü-aün idarecisi, idare' edileni ve idare tarzı hakkında
kafasında bir şeyler canlandırabilsia.
«Laikliğe ulaşamayan ülkelerde kadın haksız-,lîğa
uğruyor» ifadesini genelde bu memleketin bazı idarecileriyle yazar bozuntusu
bazı kişilerin gazete yazılarında duymakta ve görmekteyiz. Ancak biz burada bu
ifadeyi seksenli yıllarda ve sonrasında Türkiye'nin idaresine damgasını vurmuş
ve yine seksenli yıllarda kurduğu «Türk Kadınını Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı»
başkanlığını yapan, Cumhurbaşkanı eşi Semra Özal'm nutkundan alarak irdeledik.
Adı geçen, kendi kurduğu vakıfça düzenlenen ve methiyeler düzülen lâiklik
kavramı ardında geçmişimizin yargılandığı «Atatürk inkilâplarmm ışığı altında
Türk kadını» adlı sempozyumdaki konuşmasında özetle şöyle demişlerdir
:
«Lâikliğe ulaşamayan ülkelerde kadın
haksızlığa uğruyor.»
- Bu ifadelerin kullanıldığı sempozyumun ardından bir
kaç gün geçmişti ki, bir yazar gazetesindeki makaleşinde sarfedilen malum sözü
ele alarak şunları zikrediyor :
Semra Özal'ın Atatürkçülük ve lâiklik konulu
konuşmaları hepimizin malumudur. Ve sanırım bu konuda da oldukça bilgi
sahibidir. Ama Atatürk'ü ve lâikliği bilmek sanıyorum geçmişi bilmeye ve bu
konuda eleştirilemeyecek değerde konuşmalar yapmaya yetmemektedir. Onua içindir
ki, Semra Özal'm «lâikliğe ulaşamayan ülkelerde kadın haksızlığa uğruyor»
sözleri kendi geçmişimizi irdelediğimizde bir gerçeğin ifadesi olamayacağım
bize göstermektedir.
Sayın Semra Özal'a sormak gerekir: Lâiklik öncesi
Türkiye'de kadınlara hiç mi değer verilmiyordu?
Yani lâiklik Öncesi, bu ülkede, kadın satıcıları vergi
rekortmeni olarak, izzetikram görüp vergi verenlere örnek olarak mı
gösteriliyordu? [31]
Lâiklik Öncesi Türkiye'de genç kızlar ve kadınlar
ahlâksızlığa özendirici yayım ve yayınlar vasıtaları ile randevu evlerine,
pavyonlara, diskolara ya da te-le-kızlığa mı itilmekteydi?
lâiklik öncesi Türkiye'de Müsîüman-Türk kızları devlet
gözetiminde genelevlerde satılıp, gözleri seks arzusuyla dönmüş, ağızları
salyalı erkeklerin altlarına polis nezaretinde uzanmak durumunda mı
bırakılıyordu?
Lâiklik öncesi Türkiye'de oteller, moteller zina
yap-tnak için güvenilir beldeler haline getirilip, devlet de kadın eti satan
fuhuş sektörünün pay alıcı ortağı durumuna mı sokulmuştu?
Lâiklik Öncesi Türkiye'de kadınlar cepleri para dolu
ayyaşların avutucusu, içki masalarının makyajlı mezeleri, mal satıcılarının
müşteri yataklarına soktuğu eşantiyon ya da görevleri güzel giyim ve telefonlu
masalarla kamufle edilmiş patron yazıhanelerinin hizmetkârları
mıydı?
Lâiklik öncesi bu ülkede kadın, apartmanlarda paspasçı,
lokantalarda bulaşıkçı, Batı ülkelerinde olduğu gibi çöpçü müydü?..
Lâiklik öncesi kadının durumunu. yargılayabilmek için
örnek alınan lâik ülkelerde kadına verilen değeri bilmek gerekir. O ülkelerin
yani Batı'nm kadına verdiği değeri anlayabilmek için onların kadın konusunda
söylenmiş atasözlerini bilmek bile bu konuda derin bir araştırma yapmadan lâik
Batı'nm kadma vermiş olduğu değeri anlamak için yeterlidir.
İşte kadına değer verdiği söylenen ve örnek alınan
Batı'nm kadınla ilgili atasözleri : «Şeytanın yapmadığını kadın yapar.» &
«Kadın bir örümcektir (yani erkeği ağına düşürür.) »
• «İyi kadın demek, kafası olmayan kadın demektir.»
® «Karısı olanın arı'sı var demektir.»
• «İnsan karısından da yıldırımdan da yılrnahdır.»
® «Kadın demek zaruri bir baş belâsı demektir,»
® «Horozun karşısında tavuk ötmemelidîr.» &
«Kadına yalan söyletmek için yaşını sormak kâfidir.»
@ «Geceleri hiçbir kadın çirkin değildir,» © «Bir
kadın da bir takvim de ancak bir yıl işe yarar.»
• «Köpeğin sadakati son nefesine, kadının sadakati
ilk fırsata kadar sürer.»
® «Erkek kadın için değil kadın erkek için
yaratıl-mıstar.»
«Namuslu kadın demek kendine bir aşık bulamamış kadın
demektir.» «Kadınların hepisi iki yüzlüdür.» «Kadının cehennemi ihtiyarlıktır.»
«Kadın bilmeceye benzer, bir defa bildikten sonra artık hoşa gitmez.»
«Kadınların dilleri onların kılıçlarıdır, onun için
İliç paslandırmazlar.»
«Evli adam demek kafeste kuş demektir.»'
«Kadın dili kesilse bile susmaz.»
«Namustan yorulmamış kaç namuslu kadın göste-
Bizde ise kadın, lâiklik kavramı ardında yargıla-naa
geçmişimizde evinin sultanı, efendisinin baş tacıydı.
Bugün ise, kapitalist çarkın dişleri arasında genelde
cinselliğine önem verilen bir malzeme.
Evet kadın dün anneydi, bugün ise annelik dışında
herşey...
Onun için Semra Özal, geçmişi yargılamak istiyorsa,
önce kendisinin de içinde bulunduğu bugünü yargılamalıdır.
O zaman görecektir ki, yargılanması gereken geçmiş
değil, bugündür.[32]
Bugün kadınlar:
® Anne olmak, @ Evinin hanımı olmak, 0 Erkeğinin
sır arkadaşı,
© Erkeğinin can yoldaşı olmak gibi kutsal mevkilerden
indirildi. Şimdi:
© Kazanç vasıtası,
® , Patronun işçisi,
® Reklâm aracı,
® Şehvetlerin tatmin vasıtası... gibi şeref
ve siyetini rencide edici bir seviyesizliğe
itildi.
Müslüman Türk kadınına, seçme görevinin yanında
Öğretmen, doktor, dişçi, eczacı, hemşire, mürebbiye ve ANA olabileceği ve fakat
her ne pahasına olursa olsun, asîa fahişe olamıyacağı izah
edilememiştir.
Kadına, onun-bunun eğlencesi olmağa senelerdir teşvik
mekanizmalarıyla itildiği izah edilememiştir. .
Kadını yuvasından koparıp sömüren, tarlada ırgat,
banyoda çamaşır makinası, mutfakta bulaşık ma-kinası, odalarda süpürge, yatakta
fahişeliğe lâyık gören zihniyetler kazınıp atılmadıkça kadına «ANA»'-lık hep
çok görülecektir. Lüks, sefahat ve israfın kamçıladığı, müstehcen neşriyat ile
azmış, faiz, haksız kazanç gibi çeşitli haramlarla aslım kaybetmiş, iğrenç kem
gözlerin zulmet şuaları müslüman kadına nefes alma imkânı bile
vermemektedir.
Hürriyet adı altında fahişe olan her kadından dolayı bu
millet kahraman ve muhterem bir valide kaybediyor.
Malum zümreler «İslâm, kadının Özgürlüğünü
kısıtladığını ileri sürüyorlar. İslâm'ın kahraman kadınlarını bilmiyen bu
hainlere Hz. Rabiat'ül-Adeviyye gibi bir müslüman kadını anlatmak lâzım: Sirye
Hatun ve Şa'vana Hatun birer kahraman idi çağlarında. Nene Hatun cahil bir köy
kadını idi ama müslümandı. Onun yaptığı eylem, Marilyn Monrce'nin eteğini
uçuşturmasından daha özgür değilmiydi? Kara Fatma'lar bağımsız değil miydi ki
tarihi ellerinde değiştirdiler.
«Kadınlar mutlaka çalışmalıdır» sloganı ile yola çıkan
şeytanın askerleri, sanki «Kadın sırtüstü yatsın» diyenler varmış
gibi hareket ediyorlar. Ev işleri çalışmayı gerektirmez mi? Kadını mutlaka bir
fabrikada işçi veya dairede memure görmek mi isteniyor? Oysa çocuklarım
yetiştirmek, onlarla zamanını değerlendirmek anaya aittir. Bu imkâna sahip olan
ana, evi düzenleyecek, yuvaya güzel koku ve ferahlık verecektir. Evin
haricinde çalışan kadınların. evlerinde otel ve han havasından başka birşey
bulunmaz. Evin neş'esi-ni ancak evinin hanımı olan kadın meydana getirir.
Vasıflı kadmia becerisi bu yöndedir. Dışarıda çalışan kadın o eve ağırlık ve
bezginlikten başka birşey getirmez.
Hangi kadına tabiatından başka muamelede bulunursanız,
ondan mutlaka ters ürün alırsınız. Eşekle beygiri birleştirirseniz, elde
edeceğiniz katır'dır.
Komünist ülkelerde (artık kökleri kesiliyor), kadının
işten geri kalmaması için çocuklar devlet tarafından alınır resmi kreşlerde
büyütülür. Bu insanlık dışı tatbikat atine şefkatinden mahrum bir neslin
meydana gelmesine sebep olmuştur.
Kapitalist ülkelerde çalışan kadınların ne biçim
sıkandaliara sebep olduğu, kadınların buralarda bir meta' olarak kullanıldığını
herkes biliyor. .Her iki sis- . tem de kadını çalıştırmakla cnun kadınlığını
sömürmektedir. Ya hak nizam? İşte bunu kadın mutlaka bilmelidir.
Herkes bilsin, kadınlar siz de bilin ki, yıllardır bu
milletin kendine has kültürü çeşitli vasıtalarla çürütülmek isteniyor. Radyoda,
televizyonda, basın-yaym organlarında hep İslâmi yaşayış kötüleniyor. Her
nutukta özellikle İslâm'ın, kadın haklarını sınırladığı söyleniyor. Bahsi
geçen vasıtalarla, planlı ve programlı bir hızla kadınlar İslâm'a karşı harekete
geçirilmek isteniyor. Bunu yaparken dillerine hep şunları
dolayorlar-:
1- Erkekler
birden çok kadınla evleniyorlar.
2- Kadın
erkeğin esiri olarak kullanılıyor.
3- Kadın eve
hapis ediliyor.
İşin garip yanı, bu propaganda ile yola çıkanların hemen
hemen tamamının gayr-i meşru ilişkileri var; sayısız kadın veya erkeklerle
teşrikleri söz konusu. Hem de en çok aile faciaları bu zümrede var.
Kadına özgürlük diye ötüyorlar. Ne veriyorlar veya bu
iddia peşine takılan kadınlar ne elde ediyorlar. Olan şu: Çalışma zorunluluğu,
soyunma, boyanma özgürlüğü ve bir takım tüketim özgürlükleri.
Özgürlük adıyla kadına aile içinde tüketimi artıran
hareket yaptırıyorlar. İsraf arttıkça karı-koca ilişkileri gevşiyor. Kadın
israf ettikçe tek kişinin maaşı yetmiyor; bu defa kadın dışarıda çalışma
hayatına başlıyor. Kadın işe, çocuklar kreşe atılınca kadın olacağım oluyor;
çocuk da anarşist olarak yetişiyor. Oysa kadının yeri aile ocağı, vazifesi iyi
bir anne ve eş olmaktır. Bu vazifeden uzak kalan kadın şımarık, huzursuz ve
hasta bir tip olur. Oysa müslüman kadın ih-laslı, şerefli ve edeblidir. O sadece
kocasının karısı, çocuklarının anasıdır.
Peygamber. Cs.a.v.) Efendimiz :
«— En hayırlı kadın'ile evlenin», diye
emrediyor.
«—- Hangi kadın hayırlıdır» diye
sorulduğunda,
«— Kocası baktığı zaman ona huzur veren, emrettiği
zaman itaat eden kadındır.» buyuruyor.
Bugün özgürlük palavralarına kendini kaptıran kadın,
kocasının emirlerine uymayı zillet sayıyor. Ona karşı koyduğu ölçüde kendini
kuvvetli sayıyor. Zamanın emperyalist kültürü kadını bu hale getirmiştir. Evde
bu hava ile büyüyen çocuklar da mutlu bir yuva kuramıyorlar.
Çağımızda kadın:
a — Ya elinden tutam bulunmadığından, b — Veya kocasının
getirdikleriyle yetinmiyen bir aç gözlü olduğu için çalışmaktadır.
Kadın çalışma hayatına çekilince:
® Tüketim hızlandı.
# Moda yaygınlaştı.
© Tesettürsüzlük çoğaldı.
9 Kozmatikler moda oldu. © Kreşler-yuvalar açıldı.
® İslah evlerinin sayısı arttı. & Hapishaneler her yıl katlanarak
çoğaldı. ® Hastahaneler, tımarhaneler önünde kuyruklar oluştu.
Kadını evinin dışında iş yapmaya zorlamak nefse'
tapınmaktır. Bakıyorsun kadına, sırtındaki mantoyu iki maaşıyla
alamaz. Ama almış. Eteği öyle, kazağı,
çorabı, papucu... Bu maaş ile bunlar
alınmaz, nasıl alıyor?
İşveren :
— Kadın himayeye muhtaç onun için işe aldım,
diyor.
— Peki onun yerine erkeğini alsaydm, o da bu kadına
baksaydı, dediğin zaman:
— Efendim buna verdiğim para ile erkek çalıştıra-mam ki,
diyor.
Bunlar sonra da kadm-erkek eşitliğinden
bahsediyor.
İşsizlik iş bilmemektendir. Evde oturması lazım-. gelen
işin basma getiriliyor, işin başında olması gereken de evde veya kahvede
oturtuluyor. Kadını evine, erkeği de o işin başına getir ne işsizlik olur ne
de^ anarşi. Allah'ın düzenine başkaldırmanın cezasını çe-kîyoruz, hep
birlikte...
Hasılı, kadının, erkek gölgesinde yaşadığını, ona. boyun
eğdiğini ve bu şekilde şahsiyetini yitirdiğini,, hürriyetini kaybettiğini iddia
ettiler.
Neticede, kadın, İslâm'ın aile düzenine karşı çıktı.
Huzur ve saadeti fabrikalarda, iş yerlerinde, eğlence ve fuhuş yuvalarında
aramaya başladı. Erkeğini, kadının hakkını gasbeden, varlığına saldıran bir
düşman telâkki etti. Erkeğinin meşru hanımı olmayı, onun çatısı altında
yaşamayı terk etti.
Fakat kadının bu halleri serap oldu. Erkekten
ay-rılamadı, ona muhtaç kaldı. Bu defa kendini erkeğe oyuncak olarak, gayr-i
meşru dost olarak terk etti.
Çare nedir? denecek olursa, sözümüz şudur:
Çare, İslâm'ın kurallarının tatbiki, o hayat nizamına
sarılarak hayat bulmaktır. Onun ölçüsüne uymayan her şey palavradır, kapılmamak
lâzımdır. [33]
361 — «Acıktık Ayaküstü Birşeyler Atıştıralım.»
Her şeyin âdâbları olduğu gibi yemek yime-xün ve su
içnıeain de âdâbları vardır. Bu âdablar ter-kedildiğinde, insanlar mutfak ile
hela arasında boru haline gelirler. Dünyaya yemek-içmek ve nefsani arzularını
tatmin etmek için geldiklerini zannederler. İşte bu zaala dünyaya taparcasına
sarılırlar. Neticede, metaryalist kafalı bir toplum meydana gelir.
İmân ettiğimiz İslâm, insan hayatını o kadar güzel
programlamıştır ki, bunu göz ardı eden her fert, her devlet, her millet
kesinlikle helak olmuştur. Tımarhanelerin, hastahanelerin ve hapishanelerin
hmçahıç dolu olmasmıa sebebi insanların İslâm'ı göz ardı et-melerindendir. Bütün
sıkıntıların temelinde bu vardır.
Zâlimler, bizi, tarih boyu biz yapan öz kültürümüzden
ayırdılar. Batının piç kültürüyle bizi ve neslimizi bozdular. İşte bugün
toplumumuz, iyiyi-kötüden ayırdedemez hâle geldi. Sebebi, batının temelsiz
kültürüdür.
Müslüman, İslâm'a inanan ve ona göre yaşıyan insanın
adıdır. Yaşanmıyan inancın mânâsı da olmaz.
Biz bu yazımızda, İslâm'a göre yemek-içmek âdâbları
üzerinde duracağız, inşaallah...
Yemek ve içmek konusunda İslâm'ın emrettiği âdablardan
genel olarak 4 tanesi farz, 3 tanesi sünnet, 4 tanesi edeb, 2 tanesi şifa, 2
-tanesi de mekruhattandır.
Bunları şöyle maddeleştirmek mümkündür:
Farz olan âdâblar:
1- Helâl
yemek,
2- Allah'ın
verdiğine razı olmak,
3- Yemlen
yiyeceğin kuvveti daim oldukça Allah'a âsî olmamak,
4- Rızkın,
Allah (c.c.)'dan olduğunu bilmektir...
Sünnet olan âdâblar:
1- Yemeğe başlamadan evvel besmele çekmek,
2- Sonunda «Elhamdülillah» demek,
3- Sofrada otururken sol ayağının üzerine oturarak sağ
ayağı dikmek ve oturarak yemek -içmektir...
Yemekteki edeb ise :
1- Yerken
önünden yemek,
2- Lokmaları
küçük almak,
3- Lokmaları
ağızda iyice çiğnemek,
4- Başkasının
yediği lokmaya bakmamaktır...
Yemekteki şifâlar da:
1- Düşen
lokmayı şeytana lokma yapmayıp alıp
yimek,
2- Tabakları
iyice temizleyerek sünnetlemektir...
Yemekteki mekruhlara gelince :
1- Yemeği
koklamak,
2- Yemeği sıcak
olarak yimektir.
Her müslüman, gruplandırarak özetlediğimiz bu âdâblar-ı
yeme-içme hususunda titizlikle uygulamalıdır. Ancak, günümüz müslümanlannm
genelde bu kaidelere riâyet etmedikleri görülmektedir. Bu kaide tanımama
hastalığı, korkunç bozulmalara sebep olmaktadır.
Bazıları:
«— Acıktık, ayaküstü foirşeyler atıştıralım»
diyorlar.
Bazıları da:
«— Acıkmıştım, ayakta birşeyler atıştırdım, karnımı
doyurdum.»
Ne demek, ayaküstü birşeyler atıştırmak? Bizim
kültürümüzde, inanç sistemimizde «ayaküstü atıştırmak» diye bir hareket tarzı
yoktur. Böyle bir davra-. niş, müslüman sıfatı değildir.
Ayakta ve açıkta yimek ve içmek müslümana yakışmaz.
Çünkü İslâm'da böyle bir davranış yasaktır.. Bazıları yolda yürürken yiyerek ve
içerek gidiyorlar. Bu katiyyen doğru değildir.
Ayakta, yolda yürürken, açıkta yimek ve içmek bizim
inanç sistemimizde yoktur. Eskiden müslüman-larda böyle bir şey görülmezdi. Onun
için şu büfe sistemi, süper marketçilik, bugünkü şekliyle lokantacılık, teşhir
etme gibi şeyler geçmişimizde yoktur. Bunlar bize batı kültürü ile birlikte
girmiştir. Hatta bizim ecdadımız evine götürdüğü şeyleri bile kapalı çıkında
götürür kimseye göstermezlerdi. İslâm'da imrendirme kesinlikle
yasaktır.
Günümüzde, lokantaların durumu kelimenin tam anlamıyla
bir facia. Yemekler -halka teşhir edilmiş, döner topağı kokusuyla ve şekliyle
görenlerin bilhassa aç olanlarını yutkunduruyor, tok olanların da iştahını
körüklüyor. İslâm'da göz hakkı diye bir şey vardır. O yemekleri gören herkesin
görülen yemeklerde göz hakkı kalmaktadır. İşte göz hakkı bulunan o yemekleri
yiyen herkes hiç görmediği, tanımadığı ve görüp tanımıyacağı kimselerin hakkını
da yimektedirler. Bu sebeple ecdadımız, ilim yapan öğrencilere dışarıda
kesinlikle yemek yedirmezlermiş. Başkalarının görüp de yiyemediği yiyeceklerin
yenildiği takdirde ilim ehli olamıyacaklarını- ifade ederlermiş. '
Çünkü, vitrin yemekleri evvelemirde manen temiz
değildir. Temiz yemek yiyemeyenin fikrinde, zikrinde, ilminde feyiz ve bereket
olmaz, ihlâstan uzak olur. Dışarıdaki yemeği veya o yemeği yerken yiyeni biri
görse de inırense, o yemekte bereket kalmaz. Eğer o ilim adamı ise o ilim
adamından da istifade edilmez. Eski âlimler şüpheli şeylerden kaçarlardı. Onun
için ilimlerinde feyiz vardı. Ya günümüzde öyle mi? Bereketsizlik her şeyimizi
alt-üst etti.
Dışarıda, açıkta ve ayakta yimenin caiz olmadığı gibi,
dışarıdan eve getirilen yiyecekler de etrafa teşhir ederek değil kimseye
göstermeden hatta sezdirmeden götürülmelidir. Çünkü dışarıdan eve getirdiğimiz
her yiyecek eğer açıkta getiriliyorsa onunla bir çok gözün hakkını da evimize
götürüyoruz demektir. Bu bir ekmek bile olsa böyledir.
Eve açıkta getirilen her yiyecek:
• Bereketsizlik, © Fakirlik,
© Yokluk,
® Doymazlık... gibi olaylara sebep olur.
Televizyonda neşredilen yiyecek reklâmları toplumda
korkunç yıkıntılara sebep olmaktadır. Yayınlanan programlar israfı
körüklemektedir. Programlardaki gayr-i insani yeme-içme şekilleri toplumca be_
nimsenmektedir. Ne korkunç bir gerçektir ki, devletin televizyonundan bu
ülkenin, insanları ifsad edilmektedir. Bu ne dehşet verici bir
hâdisedir.
Allah (c.c.)'nün rızasına ermek ve böylece bereketin
husulünü celb etmek için Islâmi yemek yimenin âdâbları şunlardır :
® Ayakta, açıkta, teşhir edilmiş yiyeceklerden, teşhir
ederek, gayr-i insanı kılıklar içinde yimenin ve içmenin katiyyen caiz
olmadığını yukarıdan beri izah
ettik.
© Rızık helâl yoldan temin edilmelidir.
® Yemek yinileceği zaman mümkün mertebe ailenin bütün
fertleri sofrada oturmuş olmalıdır. Zira, bereketli yemek, bir arada ve 'bir
kaptan ykıüen yemektir. Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz:
.«Bir arada yiyiniz; sizin için bereketli ve mübarek
olur» buyurmuştur.
• Yemekten evvel eller yıkanmalı, yıkanan eller bir şeye
silinmeden sofraya oturulmalıdır. Peygamber (s.a.v.) :
«Yemekten evvel elleri yıkamak yoksulluğu, yemekten
sonra yıkamak ise günahları giderir.»
«Yemekten evvel ve sonra elleri yıkamak fakirliği yok
eder» buyurmuştur.
® Yemeği yer sofrasında yimeği tercih
etmelidir.
Çünkü bu sıhhate ve edebe daha uygundur.
© Sofraya ya dizleri üzerine veya sağ ayağinE bükerek
sol ayağı üzerine oturmalıdır. Bir tarafa yas-Ianümamalıdır. Sıhhate ve edebe en
uygun olanı budur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz yemeklerini bu oturuşla yerler
ve böyle yapılmasını emir buyururlardı.
© İyice acıkmadan sofraya oturulmamalıdır.
© Sofraya bütün aile efradıyla veya yemek yiye cek
olanlarla birlikte oturulmalıdır. Yemeğe hep birlikte
başlanılmalıdır.
© Yemeğe başlarken yüksek sesle besmele söyle-nilmeli
Yanındakilere de besmele duyurulmalıdır. [34]
@ Yemeğe başlarken sağ elin şehâdet parmağını dil ile
ıslatıp tuza bandırarak yine dil ile yalayıp ondan sonra yemeğe
başlanılmalıdır. [35]
• Yemek sağ el ile yenilmelidir. Peygamber (s.a.v.)
:
«Sağ elinizle yiyiniz. Sağ elinizle içiniz. Sağ eliniz-'
,1e veriniz. Sağ elinizle alınız. Çünkü şeytan sol eliyle yer-içer, verir ve
alır.» [36]
buyurmuştur.
Bir adam Peygamber Cs.a.v.) Efendimizin yanında sol
eliyle yemek yiyordu. Efendimiz ona:
— Sağ elinle ye, buyurdu. O adamın :-
— Yapamıyorum, demesi üzerine, Efendimiz:
— Yapamaz ol, buyurdu. Efendimizin sözünü dinlemeyen
bu adam bu söz üzerine elini ağzına götüre-medi. Adamın sözü kibirinden idi. [37]
© Yemeği herkes tabağın kendisi tarafından Jönünden)
yimelidir. Başkalarının önüne uzanmama-lıdır.
Sahabelerden Ömer bin Ebu Seleme (r.a.) anlatıyor
:
«Beu Rasûlüllah Cs.a.v.J Efendimizin evinde bir
çocuktum. Yemek yerken elim kabın her tarafına uzanırdı. Bunun üzerine
Peygamber Cş.a.v.) Efendimiz :
— Oğlum besmele çek, sağ elinle ve önünden ye...» [38]
buyurdu.
@ Yomek sıcak olmamalı. Normal sıcaklığa kadar
(üflemeden yenecek derecede) soğutulmahdır.
Peygamber (s.a.v J Efendimiz:
«Yemeği soğutunuz. Zira soğumanın bereketi daha
büyüktür.» [39]
«Yemeği sıcak yemekten sakınınız. Zira o yemeğin
bereketini giderir. Size soğuğu tavsiye ederim. Zira onun yenmesi daha afiyetli
ve bereketi daha büyüktür.» [40]
buyurdu.
© Lokmaları ağıza az az almalı ve lokmalar ağızda iyice
çiğnedikten sonra yutulmalıdır. Yeniden alınacak lokma, önceki yutulduktan
sonra ağıza alınma
® Yemek yerken acele acele yenilmemelidir.
Peygamber (s.a.v.)" Efendimiz:
«Yemek yerken acele etmeyin.» [41]
buyurmuştur.
Salihlerden birine:
— Bu derece sıhhatli kalmanızın sebebi nedir?
demişler. O zat:
— Biz yemek pişirdik mi kemali ile pişiririz.
Çiğnediğimizde inceleriz. Karnımızı ne doldurur ve ne de aç bırakırız»
cevabını, vermiş.
İbni Sina, yalınız tıp noktasından «Yiyiniz, içiniz
israf etmeyiniz...» âyetini tefsir ederken şu cümleleri kullanmıştır
:
<4lm-i tıbbı iki satırla topluyorum: Sözün güzelliği
kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra en az 4-5 saat kadar daha
yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye
en ağır ve yorucu hâl, yemeği yemek üzerine yimektir.»
® Sofraya oturulduğunda az çeşit yemek yinil-melidir.
Çok çeşit yemek sıhhi açıdan zararlı dinen de uygun değildir. Peygamber (s.a.v.)
Efendimizin bir «yünde iki çeşit yemek yemediği sahih rivayetlerle
nakledilmiştir.
® Sofraya oturulduğunda az yemek yinümelidir. Bunun
ölçüsü acıkmadan sofraya oturmamak, tam doymadan sofradan kalkmaktır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz :
«Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yimek her devanın
başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver.» [42]buyurmuştur.
Muhammed bin el-Hanıs (r.a.) der ki:
Beş zümreye beş şeyi sordum, hepisi aynı
cevabı verdiler:
1- Tabiplere,
devaların en şifalısı nedir? dedim. «Az yimektir,» dediler.
2- Hikmet
ehillerine, Allah'a ibâdete en fazla yardımcı olan nedir? dedim. «Az
yimektir.» dediler.
3- Zahidlere,
zühd'e en fazla kuvvet kazandıran nedir? dedim. «Az yimektir,»
dediler.
4- Âlimlere,
ilim hıfzında en fazla yardımcı şey nedir? dedim. «Az yimektir>
dediler.
5- Sultanlara,
her vakit dikkatli bulunmanın çaresi ve en güzel, en lezzetli yemek nedir?
dedim. «Az yimektir,» dediler.
Allah'ın has kullarının şu sözü ne kadar da yerin_
dedir: Açlık, ilim ve fesahat yağdıran bir bulut; tokluk da, cehalet ve kabahat
yağdıran bir buluttur.
♦ Sofraya oturulduğunda mide, tıka-basa aşın miktarda
doldurulmamahdır.
Hz. Aişe Radiyallahu Anha anamızın şöyle dediği rivayet
olunur:
. «Bu ümmet arasında Hz.Peygamberin gidişinden sonra
çıkan ilk belâ tokluktur. Çüakü, milletin karınları doyunca bedenleri
semizleşti, kalbleri zayıfladı, dünyalık istekleri arttı.»
Peygamber Cs.a.v.} Efendimiz ahir zaman insanlarım
anlatırken buyurmuştur ki:
«Onların yiyip-içmekten başka düşünceleri yoktur. Bu
yüzden onlarda şişmanlık görülmeye başlar »[43]
Cenab-ı Hakk, günâh işlemedikleri halde üç kimseyi
sevmez :
1- Çok
yiyenleri (oburları).
2- Cimrileri
(Bahilleri).
3-
Kibirlileri.
Ehl-i irfan, iffetin muhafazasında az yimenin büyük
ehemmiyeti vardır, demişlerdir.
Çok yimenin afetleri de çok olur. Çok
yiyenler:
1- Unutkan
olurlar.
2- Şefkatleri
azalır.
3- Şehvetleri
çoğalır.
4- Tembel
olurlar. .
5- İbâdet
edemezler, ettikleri ibâdetlerden de
zevk alamazlar.
6- Zekâlarında
bulanıklık olur.
7- Şeker
hastası olurlar.
8- Mideleri
hazmetmez, bağırsaklara verir. Çok
yiyenlerin bağırsağı geniş olur. Bağırsağı
ge-. niş olanların metanetleri zayıf olur.[44]
Çok yemek yinıek kâfirlik sıfatıdır. Çünkü, Kur'_ an-ı
Kerim'de :
«Kafirler hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri
de ateştir.» [45]
buyurulmuştur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin:
«Mü'minler bir mide ile yer, kâfirler ise yedi mide ile
yer» [46]
buyurduğu malumdur. Bu ifadelerle, kâfirlerin ne derece metaryalist oldukları
ve dünyayı nasıl.putlaştırdıkları beyan buyurulmuştur.
® Günde iki öğünden fazla yemek
yinilmemeli-dir:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin günlük bes_ lenme
programı sabah-akşam iki öğün yemek yimek idi.
Üç ve daha fazla öğün yemek yimek âdeti bize Tanzimatla
birlikte gelmiştir.
Diyebiliriz ki, yirminci yüzyılda aç kalan insanlar
değil, aç kalan kalbler vardır. Asrımızda insanlar bir-şeyîer keşfediyor, lâkin
kendisini keşfetmeği düşünemiyor bile. Kendini keşfedemiyen kalbini nasıl
doyursun ki... Kalbler doymayınca karınlar bir türlü doyu-rulamıyor
işte...
@ Yemeklerin yenildiği kabîann içindeki yemek artıkları
iyice sıyınlarak temizlenip temizce yemekler artırılmadan yinilmelidir.
Bilindiği gibi bu sünnettir. Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz:
«Bereketin, yemeğin neresinde olduğunu bilemezsiniz
buyurup yemek kaplarının sünnetlenmesini...» emretmiştir, [47]
9 Yemek yinildikten sonra, başta olduğu gibi yine sağ
elin şehâdet parmağı dil ile hafif ıslatılıp tuza bandırılarak tekrar dil ile
yalanılmalıdır. Yemek böylece bitirilmelidir. Yemeği birazcık tuzla bitirmenin
birçok faydaları zikredilmiştir.
® Sofraya konulan yemek kabları kaldırılmadan sofradan
kalkmamak müstehabtır.
® Yemek pişirilen kablar sabahtan akşama veya akşamdan
sabaha kirli bırakılmamalıdır. Bırakılması hâli rızıktaki bereketin yok olmasına
sebep olacağı beyan edilmiştir.
® Yemekten sonra dua edib rızkı veren Rabbul' -Âîemin'e
hamd edilmelidir.
® Sofradan kalkınca eller ve ağız tertemiz
yıkanmalıdır.
Peygamber Cs.a.v.) : Efendimiz:
«Yemekten evvel elleri yıkamak yoksulluğu, ye-mekicsn
sonra yıkamak ise günahları giderir» buyurmuştur.
İşte yemek yimenin müslümancası budur.
Hasılı, «Acıktık, ayaküstü birşeyîer atıştıralım»
ifadesi ve bunu fiiliyata dökmek dinimizce caiz değildir. Doğru olanını da
yukarıda izah etmiş olduk. [48]
Biri Diyor Ki:
Bu şehirde men olundu gezmesi eşşeklerin amma Bunun
tatbiki mümkün mü diye, herkeste bir şek
var.
Kolaydır dört ayaklı cinsi men etmek, lâkin, «Ben
insanım» diyenlerden, yularsız pek çok
eşşek var.
Hüseyin Rifat
Bazıları diyorlar ki;
Rasulüllah o içeceği delikanlıya verdi. (Bu genç
delikanlı sahabi İbni Abbas (r.a.) idi.) [49]
Hasılı, «Su küçüğün yol büyüğün» sözünün aslı «Sus
küçüğün söz büyüğün» şeklindedir. Yaşlılar, âlimler konuşurken küçükler susacak
onların ilim ve tecrübelerinden hep istifa edeceklerdir. [50]
362 — «Su Küçüğün Yol Büyüğün»
© Halk arasında «su küçüğün yol büyüğün» sözü çok
yaygındır. Şefkat ve merhamete binaen bir mecliste gelen suyu önce çocuğa verip
içirmek şüphesiz çok yeriade bir davranış tarzı olur.
Ancak bu sözün aslı:
«Sus küçüğün söz büyüğündür» tarzındadır.
Bir meclise getirilen su, süt, çay ve diğer ikramlar
getiren kişi tarafından girişe göre kim olursa olsun sağdan başlanılarak ikram
edilmektedir. Bu tür dağıtımda sünnete uygun değildir. [51]
Sünnete Uygun İkram Şekli Şudur:
Meclisteki en âlim yaşlıdan başlanır onun sağm-dakilere
ikrama devam edilir.
Sehl bin Sa'd (r.a.) anlatıyor;
«Rasulüllah (s.a.v.) Efendimize içecek bir şey
getirmişlerdi. İçtiler. Efendimizin sağında bir delikanlı solunda da bir
ihtiyar yer almışlardı.
Rasulüllah (s.a.v.) delikanlıya:
— Bunu yaşlı adamlara vereyim mi? diye sordu.
Delikanlı:
— Ya Rasulüllah! Vallahi senden gelen nasibimi kimseye
bağışlayamam, dedi. [52]
363 — «Ayakta Su İçmek»
• Herşeyin âdâbları olduğu gibi, helâl olan şeyleri
içmenin de âdâbları vardır. Bu âdâblara uymayanlar kâmil mü'min olmak
özelliklerini kaybederler.
Bizler Türkiyeli müslümanlar olarak, batı emper_ yalist
kâfir kültürünün istilâsına uğramış bir toplumuz. Bizi biz yapan öz
kültürümüzden bizleri, kâfirler yerli kuyrukcuları aracılığıyla ayırdılar.
Şimdi, ne yapacağımızı bilemiyecek kadar şaşırdık. Yeme-içme kültürümüzü,
giyim-kuşam kültürümüzü, konuşma kültürümüzü, büyüklere saygı, küçüklere sevgi
kültü_ rümüzü ve bütün iyilik dolu hasletlerimizi gençlerimize, neslimize
öğretemedik gösteremedik, maalesef.
İnancımızın bize verdiği kültürde ayakta yimek ve içmek
yoktur. Ama zamanımız müsİümanları ayakta yimeği ve içmeği vazgeçilmez bir
alışkanlık haline getirmişlerdir. Her zaman ve her yerde müsİümanları maalesef
ayakta yerken-i çerken görmek mümkündür.
İslâm, su ve diğer helâl şeyleri içerken uyulması
gereken kurallar koymuştur. Her müslümanm uyması gereken bu kuralları şöylece
maddeleştirebiliriz:
1- İçeceğin şeyi sağ eline al:
Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz sol el ile yi ve
içmeği yasaklamıştır. [53]
2- Ayakta isen otur:
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Sizden biriniz sakın ayakta su içmesin» [54]
buyurmuştur.
Başka bir rivayette Hz. Ali (r.a.) Küfe mescidinin
kapısında ayakta su içmiş ve:
— Bir takım kimseler, birisinin ayakta su içtiğini,
kerih görürler. Oysa gördüğünüz gibi ben de Peygamber (s.a.v.) Efendimizin
böyle içtiğini gördüm» demiştir. [55]
Bu iki hadis hadisciler arasında araştırma mevzuu
olmuştur. Bu konuda İmam-ı Nevevi der ki:
«En doğrusu ayakta içmekten nehyin, tenzihen ke-rahatine
hamlolunmasıdır. Peygamber Cs.a.v.) Efendimizin ayakta su içmesi, ayakta da su
içmenin caiz. olduğunu beyandan ibarettir. Hadislerde zaiflik de tenakuz da
yoktur. Hele bu iki nas arasında nasuh -mensuh aramak da fahiş bir yanlışlık
olur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir şeyin cevazını beyan etmek için onu
birkaç defa işler, fakat efdal olan hangisi ise hayatta en çok ona devam
ederdi.» [56]
Peygamber ts.a.v.) Efendimiz ayakta hiç su içme. miş
olsaydı, o zaman nehiy hadisine göre hep oturup içmek lâzım gelirdi. Bununla
zaruret ve mecburiyet, halinde ayakta da içilebileceğini
bildirmiştir.
îmam-ı Gazali: «Peygamber Cs.a.v.) Efendimizin ayakta su
içmesi belki bir özre mebni olmasındandır» der. [57]
Bugünkü tıp, ayakta içilen su mide cidarına direk
olarak etki yapar. Mide mukozasında tahriş neticesi sancı ve bazı şikâyetlere
sebebiyet verir, demektedir.
3 — Su içeceğin kab içi görünen cinsten
olsun:
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz tulum ve testi .gibi
içi görünmeyen kaplana ağzından su içmeyi neh_ yetti. [58]
Buhari'yi şerh edenlerden îbn-i Hacer naklederek -diyor
ki:
«İçi görünmeyen kabtan su içmek nehyedildikten sonra bir
adam gece kalkıp tulumun ağzından su içince, tuluma ne zaman girdiği bilinmeyen
bir yılan onun karama gitmiş. [59]
îbni Abbas (r.a.) da :
«Sırçadan ve billurdan su kabı edinmek ne güzeldir.
Çünkü içinde toz, böcek ne varsa hepisi görünür» demiştir. İçmeden önce suyun
görünmesi ne güzeldir. Ayaı zaman da içerken suya bakmak, inşama:
1- Zevk
verir.
2- Lezzeti
artırır.
3- Nimetin
şükrünü hatırlatır.
Onun için su içerken cam bardaklar tercih edilmelidir.
[60]
4 — Besmele ile iç:
Her helâl şeyi içmeğe başlarken besmele okunmalıdır.
Süt, çay, ayran, meşrubat, kahve.., içerken de besmele unutulmamalıdır. Bunları
içerken hayızlı, nij faslı hanımların besmele çekmesi de sünnettir. Cünüp olan
kimse yimek-içmek zorunda kalırsa ellerini ağzını yıkamadan yimesi içmesi
mekruhtur. [61]
5 — Suyu en az üç nefeste iç:
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki:
«Suyu bir nefeste içmeyiniz. Ancak 2 veya 3 nefeste
içiniz. İçerken besmele çekiniz. İçtiğiniz zaman da Allah'a hamd ediniz.» [62]
«Sizden birisi su içtiği vakit emer gibi içsin. So-luk
almadan içmesin. Suyu birden bire içmek karaciğer ağrısı yapar.»
Bir şeyi bir kaba birden doldurur gibi içmek ciğer ve
bağırsak hastalıklarına sebep olduğu zikredilmiştir.
Su içmek midenin ihtiyacı değildir; ağız ve yemek
borusunun ihtiyacıdır. Hızla içilen su boğazdan direk mideye gideceğinden
susuzluk da giderilmiş olmaz. Onun için sünnete uygun içilmelidir.» [63]
«Suyu bir nefeste içmek şeytan işidir» [64]
sözü ne kadar ye-- rindedir.
6 — Su kabının içine nefes verme ve
üfleme.
7 — Su içtikten sonra hamd etmeyi
unutma.
5- Su
kablarınin ağzını açık bulundurma.
9- Gayr-i
müsümlere ait kabları yıkamadan kullanma.
6 — Temiz ve tatlı sulardan iç:
Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz suyun tatlısını arar ve
dinlenmişini tercih ederdi. Hatta bunun için uzak yerden bile su getirttiği
olurdu. Kireçli ve kirli suların böbrek taşlarından, çeşitli infeksiyöz
hastalıklara kadar birçok rahatsızlıklara yol açtığını tıp da
zikrediyor.
Sıhhatli yaşamak için buraya kadar zikrettiğimiz
kaidelere ve bundan sonraki tavsiyelere uymanız gerekir. Şunları da aklınızdan
çıkarmayınız:
• Uyuyup uyandıktan hemen sonra su içmeyiniz. Bu midenin
soğuklamasına sebep olur.
Elma, şeftali, üzüm, kuru üzüm yedikten sonra su içmek
mideyi bozar.
Yemek yedikten hemen sonra su içmek hazma mâni olur. 1-2
saat sonra içilmelidir.
Sıcak ve tatlı yedikten sonra su içmek dişlere zarar
verir.
Banyodan çıkınca su içme.
Yorgun ve terli iken de su içme.
Bizi her türlü nimetleriyle rızıklandıran, bir ismi de
Rezzâk olan Cenab-ı Allah'a namütenahi hamd ve senalar olsun... [65]
364 — «Ne Yapayım Bir Yudum Su İçsem Şişmanlatıyor (Kilo Aldırıyor).-
Şişmanlık, vücutta aşırı yağ depolanması neticesi vücut
ağırlığının artmasına denmektedir. Şişmanlık, sarfettiğinden fazla enerji almak
ve aşırı yemekten olur. İrsiyete ve hormon bozukluğuna bağlı şişmanlıklar varsa
da nisbetleri azdır.
Genel olarak şişmanlığın sebepleri şunlardır:
1- Sosyal ve
ailevi âdet ve an'aneler.
2- Ruhi
faktörler.
3- Hareket
azlığı ve tembel yaşama.
4- Konfor ve
refahın artması: Otomobil, apartman hayatı, asansör, telefon, televizyon
gibi konfor vasıtaları arttıkça enerjiden tasarruf da artmakta, halbuki kalori
alınması aynı derecede kısılmamaktadır. Aksine insanlar daha fazla yemeğe
yüklenmektedirler.
5- Besin
bolluğu ve hareket eksikliği.
6- Gebelik ve
doğumlar... vs.
Şişmanlık, genel olarak fazla yimenin sonucudur,
demiştik. İnsan günde ihtiyaç fazlası olarak bir dilim ekmek yise 50 kalori
ihtiyaç fazlası olacak demektir. Bu, yılda üçbuçuk kilogram, on yıl sonra ise 35
kilogram eder ki, kişi aşırı şişman hâle gelir.
Maalesef, zamanımızda çok yimek salgın bir hastalık
haline gelmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Öyle bir kavim gelecek ki, onların yiyip, içmekten
gayri düşünceleri olmadığından aralarında şişmanlık yaygın bir hâl alacak» [66]
buyurmuştur.[67]
İşte, zamanımızın insanları ileri fırlamış karmlarıyla bunun ea güzel
misâlidir. Yine Efendimiz (s.a.v.) ahir zaman insanlarını anlatırken buyurdular
ki: .
«Onların yiyip içmekten başka düşünceleri yoktur. Bu
yüzden onlarda şişmanlık görünmeye başlar.» [68]
«İnsanlar öyle bir yaşantıya mübtelâ olacaklar ki,
onların derdi-düşüncesi karınları olacak. (Yani; sırf zevklerine, keyiflerine
bakacaklar, hayatı yalınız bu dünyadan ibaret zannedecekler ve ahireti hiç
düşün-miyecekler. Sadece midelerini düşünmekle göbeklerini şişirmekle meşgul
olacaklar) şan-şerefleri, mal ve me-taları olacak. Kıbleleri de karıları olacak.
Dinleri ise paraları olacak. İşte bunlar, halkın en şerirlileridir. Onlar için
Allah (c.c.) indinde bir nasib yoktur.» [69]
Hz. Aişe Radiyallahu anha anamız da demiştir ki: «Bu
ümmet arasında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gidişinden sonra çıkan ilk belâ
tokluktur. Çünkü milletin karınları doyunca bedenleri semizleşti, kalbleri
zayıfladı, dünyalık istekleri arttı.»
«Tok iken yemek yiyen mezarını dişleri ile kazar» Sebebi
ne olursa olsun, şişmanlığı bir tür hastalık olarak kabul etmek gerekir. Çünkü
istisnaları olmakla birlikte şişmanların: ® Sağlıkları bozuktur. ® Estetik
görünümleri iyi karşılanmaz.
Şişmanlık solunum yükünü artırdığından şişman olanlar
nefes darlığı çekerler.
® Şişmanların kemik ve adaleleri daha çok
yorulacağından mafsal hastalıkları, varis ve fıtık teşekkülü
kolaylaşır.
© Şişmanlık, şeker hastalığını
kolaylaştırır.
© Şişmanlık, damar sertliğinin
sebeplerindendir...
® Çağımızın hastalığı sayılan yüksek tansiyon
şişmanlarda daha çoktur.
# Kalb yetmezliği şişmanlarda kolaylıkla
belirir..
@ Şişmanlık deri ve mantar hastalıklarına zemin
oluşturur.
® Şişmanlarda böbrek hastalıkları daha sık gö_..
rüîür.
@ Göz hastalıkları şişmanlarda daha çoktur.
'@ Şişman kadınlarda, adet bozuklukları ve kısırlık;
erkeklerde, iktidarsızlık ve meni bozuklukları, daha sık görülür...
Şişmanlığın yol açtığı güçlük ve tehlikelerden
bazılarını kısaca sıralamış olduk. Şişmanlık,' bir hastalık olarak kabul
edildiğine göre, çaresi nedir diye bir-soru akla gelebilir. Bu sorunun cevabı da
şudur:
Şişmanlık hastalığının tedavisinin temel prensibi,, sarf
edilenden az enerji almak yani İslâm'ın koyduğu-, prensip ve kaidelere göre bir
hayat tarzına sahip olmaktır. İslâm'ın emrettiği hayat tarzına sahip olmadan
şişmanlığın giderilmesinde kullanılan diyet me-todiarı ve açlık rejimlerinin
zararlı olduğu ve hiçbir-fayda sağlamadığı açık bir gerçektir. Aynı zamanda,
bu metod başka hastalıklara da zemin hazırlamaktır. Bilindiği gibi acıkmadan
sofraya oturmamak, doymadan da sofradan kalkmak İslâm'ın emrettiği ideal
kiloda kalmanın şartıdır.
Şişmanlık hastalığına yakalanmamanın çarelerinden biri
de oruç tutmaktır. Efendimiz (s.a.v.) :
«Oruç tutunuz ki, sıhhatli olasınız»
buyurmuştur.
Haftanın pazartesi, perşembe günleri, arabi ayla, rm 13.
14. ve 15'inci günleri ile, Receb'ten itibaren iki ayı içine alan oruç
mevsimleri maalesef günümüz müslümanları arasında unutulmuş, aşırı yemenin
tev-li ettiği rahatsızlıklara karşı, gazetelerin rejim reçeteleri muteber
sayılmaya başlanmıştır. Oruca karşı -çıkanlara/bugün bizzat kendi vücutları
isyan etmekte, sahiplerini rejini ve perhiz ile bir ömür boyu oruç tutturmaya
zorlamaktadır. Halbuki zikredilen günlerde oruç tutulsa da, sair günlerde rahat
yaşansa iyi olmaz mı? Bu ibret verici çelişki orucun insan sağlığı açısından bir
zaruret olduğunu göstermektedir.
Zamanımızda çok yemek yime sebeplerinden biri >de
masalarda sandalyelere oturarak yemek, yimektir. Çünkü bu şekildeki oturuşlarda
mide sarkık ve tıka-basa doldurmaya çok müsaittir.
Sünnet üzere yemek, yiyiş yere yer sofrasına sünnet
üzere oturmakla yemek yimek insan sağlığı için en ideal olanıdır. Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz sofraya bazen dizleri üzerine çökerek, bazen iki ayakları
üzerine diz üstü dediğimiz tarzda, bazen de sağ aya-.ğını bükerek sol ayağı
üzerine otururlardı. Ve şöyle buyururlardı:
«Yaslanarak yemek yimem. Ben ancak Allah'ın bir kuluyum.
Kullar nasıl oturursa öylece otururum.»
Böyle oturuşta mide diz ve karın tarafından büzülmekte.
İnsan bu oturuşla yemek yediğinde sofradan kalkınca vücut normal şeklini
aldığında midede boşluk kalmaktadır. Bu oturuş, aşın yemeye mani olduğundan
şişmanlamamanın çarelerinden biri de olmaktadır.
Bir de şişmanlığın zıddı zayıflık vardır. Zayıflık,
ideal kilonun % 10 altında bulunmasına denilir. Sağlıklı oldukça zayıf olmak
hastalık sayılmaz. Bazı durumlarda zayıflık tercih de edilir. Ancak, devamlı
kilo kaybetmek hastalık sebebi olabilir, araştırılması gerekir.
Bazıları kilo almak isterler. Böyleleri kilo almanın
şart olmadığını bilmelidirler. Tıp kitaplarında iştah açıcı ilaçların, vitamin
ve minarellerin şişmanlamaya faydasının olmadığı zikredilmektedir.
Hasılı «su içsem kilo aldırıyor» diyenler
oburluklarının neticesini elde ediyorlar. İslâm'ın koyduğu ölçülerle
yimek-içmek genel ifadesiyle yaşamak sıhhatli, verimli ve dünya-ahiret
saadetinin tek yoludur. Bu yoldan sapanlara bugün bizzat vücutları isyan
etmekte. Toplum sağlıksız insanlar yığını haline gelmektedir.
Islanışız yaşantı ne büyük çiledir Ya RabbîL[70]
365 — «Evde Hibir Şey De Yok, Ne Pişireceğiz Bilmem Ki.»
• Hayattan verim ve gerçek zevk almanın yolu ölçülü
olmaktır. Ölçü, İslâm'dır. İslâm'sız hayat zikzaklarla ve dengesizliklerle
doludur. Dengesiz hayat verimsiz ve zevksizdir. Sun'i bazı şeylerle
zevklendiğini sananlar büyük bir aldanış içindedirler. Televizyonda gördüğü
reklâmı yapılan malı kullandığı için kendisini mutlu sayan insanlar dengesiz
yaşantıya saplanmış zavallılardır.
Zamanımızda, evler eşya anbarı haline getirilmiş^ tir.
Yiyecek, giyecek ve kullanılmak için alman' eşyalarla doldurulmuştur. Bir türlü
doymak ve tatmin olmayan bir toplum haline geldik. Batı kültür ve hayat tarzı
bizi bu hallere düşürdü işte... Acınacak bir hâl aldık. Buna da medeniyet
diyorlar, fesübhanallah...
Birçok hanımdan duyarsınız. Yemek pişirecekleri
zaman:
«— Evde birşey de yok, ne pişireceğiz bilmem ki!»
derler. Oysa o evde o kadar çok yiyecek maddesi vardır ki, dışarıdan o eve bir
hafta birşey girmese en az bir hafta o hane halkı geçinebilir. Bir ay, altı ay,
bir sene geçinebilecekler bile vardır. Yirminci asırda aç kalan insanlar değil
aç kalan kalbler vardır. Asrımızda insan herşeye rağmen henüz kendini
keşfedememiştir. Kendini keşfedemiyen kalbini nasıl doyursun ki? Önce bu
hastalığı tedavi etmek lâzımdır. Çok yi-raek, çok yığmak ve bir türlü doymamazhk
hastalığı insanımızı çıldıracak noktaya getirmiştir.
Var olduğu halde tatmin olmamak ve yokluğundan
şikâyetçi olmak nimetlerdeki bereketi mahvetmektedir. Hz. Cabir (r.a.) şöyle
haber vermiştir:
«— Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizden bir şey istenirse
o asla «yok» demezdi.» [71]
Müslüman kardeşlerimiz «YOK» kelimesini kullanırken
ince düşünsünler. Meramlarını anlatırken değişik ifadeler kullansınlar. Mevcudu
kalmadı, tükendi vesaire gibi.
Tirmizi'nin «el-Câmii» adlı eserinde zikredildiği-ne
göre, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ile ailesinin üst üste bir kaç gece aç
kaldıkları olurdu. Hane-i saadetlerinde bazen iki ay boyunca ateş yanmazdı.
Sadece hurma ve su ile iktifa edilirdi.
Hz. Aişe Radiyallahu anha anamız haber verdi ki:
«Peygamber (s.a.v.) Efendimiz vefat ettiği zaman evimizin dolabında bir miktar
arpadan başka canlının yiyebileceği hiç bir şey yoktu.» [72]
Onlar öyle idi. Ya şimdi evlerini anbar haline getiren
bizler. Ne şükür ne hamd, ne de doymak bilen kalb ve gözümüz var. Sanki
meziyetmiş gibi hep, yok diye ağlarız. Şeytan ve şeytanî düzenler bizi ne hâle
getirdi. Şeytanın oyuncağı olduk, vesselam. «Bir hırka, bir lokma» espirisi
dünyaya dünyadan faydalanacak kadar bağlanmak manasınadır. Tapasıya bağlanmak
şeytan işidir. Şeytan iğfaline hız vermek için bize hep sorar — Ne yiyeceksin?
Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?»
Cevap şu olmalıdır: «— Ölüm yiyeceğim. Kefen giyeceğim.
Kabri mesken tutup orada barınacağım.»
Bu cevabı veremiyen insanlar, aç ve açık kalmak
korkusuyla hep eşya yığmakla meşguller.
Hasılı, evde olduğu halde yokluğundan ağlamak, sızlanmak
eldeki nimetin bereketsizliğine sebep olur. Söz dönüp dolaşıp aynı yere geliyor:
İslâm ölçü alınmadığında insanların payına düşen yıkım, dengesizlik ve sonu
gelmiyen perişanlıklar oluyor. Ey müslü-manlar! Gelin İslâm'a ve İslâmi
yaşantıya talip olalım. Çünkü insanca yaşamamız buna bağlı. Bize bunu nasip
eyle Ya RabbîL. [73]
366 -~ «Haram İse Haram Ne Yapalım Aç Mı Kalalım Yani.»
• Haram-helâl tanımıyanların dilinde «— Haram ise haram
ne yapalım aç mı kalalım yani» sözü sakız gibi çiğnenir. Oysa haram
ateştir.
«Madde ve mânâ dertlerinin kapısı midedir» Ha-dis-i
Şerifi, gıdanın hayatımızdaki büyük sırruıı en güzel bir şekilde ifade
eder.
Beslenme usulleriyle şahısların, hattâ milletlerin
seviye ve hüviyetleri arasında münâsebet bulunduğu iddia edilir. Fransız
filozoflarından Savorin, «Lezzetin felsefesi» isimli bir kitabında bu konuyu
incelemiş ve şöyle demiştir:
«Bana ne yediğini söyle, senin ne olduğunu haber
vereyim.»
Bu konuda «Kendini bilen, Rabbini bilir» mealindeki
mukaddes ölçü, unutulmamalıdır. Demek ki, he-lâl-haramı ayırdedebilen Rabbini de
tanıyabilir.
Gıdaların karekter üzerinde büyük tesiri vardır. Bu
hikmete binaen çocuğa kirli kadınların süt emzirmelerine müsâde edilmemesi
dinimizce tavsiye olunmuştur.
Gıda, nefsin temel taşı olarak (Rûh + Nefis) bütününde
esas mevzu teşkil eder. Haram lokma, kazaniş şeklindeki gayr-i meşruluktan
olsun, maddesindeki yasak hükümden olsun; gerek psikolojik bakımdan, gerekse
ruh muhasebesi bakımından insanı fazilet ve kemâlden
alıkoyan en mühim sebeptir.
Büyük mânâ terbiyecileri lokmaya o kadar ehem. miyet
vermişlerdir ki, bir tek lokmanın haram oluşu, bir ferdi madde ve mânâda
senelerce geri bırakmış ve kemalden uzaklaştırmıştır.
Büyük zadlar, zikrini müşahede etmedikleri lokmayı terk
etmişlerdir. Hz. Mevlânâ Celaleddini Rumi «şüpheli lokma yedim» diye mesnevinin
ikinci cildini bir sene tehir etmiştir.
Abdülkadir Geylâni hazretleri «Dertlerin evi midedir»
Hadis-i Şerifinden titremiş ve dostlarının ömürleri boyunca yiyeceklerini temin
ederek onları haram tehlikesinden uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Peygamber (s.a.vj Efendimizin terbiyesinde yetişen
Ashab-ı Kiram sofraya- oturduğu zaman yemeğin cinsine ve çeşidine bakmaz, hangi
yoldan elde edildiğine dikkat eder, haram ve şüpheli ise el sürmeden
kalkarlardı. Haram giren yerde feyiz, rahmet, fazilet kalmadığım sanki görür
gibi bilirlerdi.
Haris Muhasibi ismindeki bir zâtın helâl oluşu şüpheli
bir yemeğe elini uzattığı zaman parmağının ucunda bulunan bir damar atardı,
böylece yemeğin helâl olmadığını anlardı, [74]
Haram ve helâl olduğu belli olmryan yiyecekler için Hz.
Mevîânâ diyor ki:
«— Eğer bir lokmadan hayırlı, işlere karşı bir şevk ve
aşk husule geliyorsa bil ki o lokma helâldir. Yok eğer hased, gurur, kin, kibir
ve gaflet husule geliyorsa muhakkak haram karışmıştır.»
însanm mayasını bozan yenilmiyecek-içilmiyecek maddeler
vardır. Bunlar vücuda girince insanın yapısı bozulur. Bunlar:
1- Haram olan
herşey.
2- Domuz eti ve
yağı.-
3- Alkollü
içkiler.
Prof. Dr. Saffet Solak ilmi bir müşahedesini bir
yazısında şöyle ifade ediyor:
«Bakın Avrupalıya, eşlerini kıskanmazlar. Aynen domuz
gibi. Bunlar domuz eti yiyorlar da ondan böy-ledirler. İnsanların günlük
yaşantısındaki hareketleri yediği-içtiği gıdaların özelliklerine göre
olmaktadır. Domuz etini yiyenin eşini kıskanmaması.hatta (eşini veya bir başka
yakınını) bir "başkasına takdim etmesi gibi.
Hayvansal besinle beslenenler bitkisel besinlerle
beslenenlerden daha hareketli, daha atılgan daha saldırgan olmaktadır.
Hayvansal besinle beslenen ile bitkisel besinle beslenen arasında bu kadar fark
olur da haram ile beslenenle helâl ile beslenen arasında bu kadar dahi fark
olmıyacak mı? Elbette vardır ve daha da fazladır.»
Bir başka ilim adamı İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Fevzi Pamuk da bu konuda diyor ki:
«Haram besinlerle beslenenler ile helâl besinlerle
beslenenler arasında büyük farklar vardır. Belki tıp ilmi açısından vücutta
fizyolojik bir değişiklik olmayabilir. Ama vücut organları görevlerini icra
ederken herşey çıkar ortaya. O el hırsızlık yapmaya daha meyillidir. O ayak
kötü yerlere gitmeye, o beyin haram şeyleri düşünmeye daha elverişlidir.
İsteyenler bu durumu farklı insanlar üzerinde test edebilirler.»
îşte, konu bu kadar barizdir.
Cahiliyye devrinin [75]
ünlü Muallakatü's-Seb'a şairi Antara'nm şu mealde bir mısraı var:
«Açlıktan karnım belime de yapışmış olsa! helâl bir
lokma buluncaya kadar yemeyeceğim.»
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz çok severlermiş bu mısraı.
Birgün:
«— Antara ne güzel söylemiş» diye başlıyarak bu mısraı
okumuşlar. Dolayısıyla mısra «hadis» olma şerefini kazanmış :
Helâl lokma nedir? sualine îmamı Gazali şu cevabı
veriyor:
«Davete icabet şart. Fakat davet edilen yerin
sofrasında, yemeğinde şüpheli durum varsa, gidilmez. Davet eden fasık, zâlim
veya davetiyle övünme sevdasına kapılan biri ise, onunda daveti kabul
edilmez.»
Bakınız ucu nerelere kadar varıyor helâl
lokma-kavramının. Yani başkasının yidirdiği yemeğin helâl yolla kazanılıp
kazanamadığına bile bakmak ve ona göre davranmak zorunda nıüslüman...
Evin reisi olan erkek aile fertlerine helâlden
yedirmelidir. Yemekte, içmekte, giyimde, kuşamda haram ve israf aileyi yıkar,
mahveder. Haramda hep helak vardır. Kıyamet gününde ilk sorgusu yapılacak
olanlardan biri de haram olan şeylerin hesabının olduğu rivayet
olunmuştur.
Denilir ki: Hesap gününde ilk önce kişinin yakasına
yapışanlar, onun evlâdı ve ehli olacaktır. Onlara aile reisi haram yedirdi ise
bunlar ilahi huzurda durur ve:
«— Rabbimiz! Oldan bizim hakkımızı al. Çünkü o,. bize
bilmediklerimizi öğretmedi. Bilmediğimiz halde bize haram yedirdi»
derler.
Hasılı «Haram ise Karam ne yapalım aç mı kalalım yani»
anlayışı kafirlere mahsûs bir yaşantının ürünüdür. Hesap gününe inanan insan
yaşantısını o güne göre düzenliyeiı müslümandır. [76]
367 — «Sen Olmasan Acımızdan Ölürüz.»
Asrımızda müslümahlarm dinimize olan ilgisizliği ve
bilgisizliği korkunç yanlışlıklara sebep olmaktadır. Bu yanlışlıklardan biri de
bir canlının rızkını bir başka canimin verdiğine o olmasa diğerinin açlıktan
öleceğine inanmaktır. «Sen olmasan biz acımızdan ölürüz» sözü böyle bir inancın
ifadesidir. İşçi patronuna, memur âmirine, evlât babasına veya baba evlâdına,
kadın kocasına yada koca karısına genelde hep böyle söylemekte olduklarım hep
duyarız. Basit bir düşünce ile meseleyi kavramaya çalışırsak, bu ifadelerin şirk
olduğunu anlayabiliriz,: Bu ifadeyi kullananlar muhatablarını hep Allah (c.c.)
'a ortak koşmaktadırlar.
Rızk, Allah (c.c.Vdandır. Allah'ın isimlerinden biri de
ER-REZZÂK'tır.
Rezzâk; rızkı yaradan, onu veren ve onu sebeplere
bağlıyandır. Bundan dolayı Rezzâk, aynı zamanda mübalâğa ifade ettiğinden rızkı
çok ve. mükemmel veren, rızka kefil olan ve her canlıyı yaşatacak zaruri gıdayı
deruhte eden şeklinde de anlaşılmıştır. [77]
Rızık, Cenab-ı Hakk'm bilhassa yaşayan kullarıma
faydalanmalarını nasib ettiği şeydir. Rızık yalınız yinilip
içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan her şeye rızık
denir. Kur'an-ı Kerim'de geçen bütün rızık maddesinin faili Cenab-ı Hakk,
rızkın muhatapları ise bütün canlılardır.
Hayru'r-Râzikin : Cenab-ı Hakk'ın rızık veren olduğunu
beyan eden isimlerden ilk defa Hayru'r-Râzikin Crızık verenlerin en hayırlısı)
vârid olmuştur. [78]
Ehl-i Sünnete göre Rızık, Cenab-ı Hakk'm canlıya
sevkettiği ve canlının faydalandığı şeyin adıdır. Ve yine ehl-i sünnetin genel
kanaatine göre, haramda rızık mefhumuna dahildir. Ancak, kul, kendi isteği ile
haramın sebeplerine tevessülünden dolayı zemm ve cezaya müstehaktır. Zira Allah
(c.c.) :
_ «Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla
yiyin...» [79]
buyurmuştur. Kul bu emre muhalefet edip rızkı helâl olmayan yoldan arayınca da
cezaya müstehak olmuştur. [80]
Rızık 2'ye ayrılır;
1- Zahiri
rızıklar.
2- Mânevi
rızıklar.
Zahiri rızıklar, her türlü yiyecek, içecek giyecek,
kullanılacak eşya hattâ bir kimsenin çoluk- çocuğu, bilgisi, serveti hep bu
kısımdandır. Kâinatta herşey bir hazinedir, hiç boş şey yoktur. [81]
Malından, imkanlarından, ilminden intifa edemiyenler merzuk değil,
nasipsizlerdir.
Manevi rızıklara gelince, bunun kaynağı semavi
kitaplardır. Ancak, son kitap Kur'an-ı Kerim hariç diğer kitapların asılları
yoktur, insanlar onların birçok hükümlerini değiştirmişlerdir. Onun için onlarda
mânevi rızık yoktur. Bu rızkın kaynağı Kur'an-ı Kerim'-dir. Demek ki, Allah
(c.c.) Rezzâk, kainat rızık, canlılar da merzüktur. îslâmi ölçüler içinde
rızkını alabilenlere müjdeler olsun.
Hasılı, asıl Rezzâk olanı unutup da vasıtayı asıl yerine
koymak şirk olur. Her mü'min bu gerçeği çok iyi kavramaya mecburdur. Aksi halde
tedavisi zor ne_ ticeler ortaya çıkar. Bu açıdan hareketle «Sen olma-san
acımızdan ölürüz» sözü de çok tehlikeli bir ifadedir, diyebiliriz. Dikkatli
olmak lâzım. [82]
Bereket Kalmadı
Apartman çıktı, komşuluk kalmadı.
Sun'i gübre çıktı, yumurtada renk, sebzede,
meyvada tad kalmadı. Sun'i yağ çıktı, yemekte tad
kalmadı. Hoperlör çıktı, bir sünnet gitti, minarede
müezzin kalmadı.
Taklidcilik çıktı, insanlarda örf, âdet ve
mânevi
zevk kalmadı.
Delikli demir çıktı, mertlik kalmadı. Motorlu vasıta
çıktı, uzun zaman kalmadı. Kağıt para çıktı, kıymet kalmadı. Haram yiyenler
çıktı, bereket kalmadı.
Abdullah Naim Şener[83]
368 — «İster Zengin Ol İster Fukara Yemekten Sonra Yak Bir Sigara.»
® Sigara hakkında kitabımızın ikinci cildi 315 ila
323'üncü sahifeleri arasında gerekli izahatı verdik. [84]
Oradaki beyanlara ilâveten meseleyi bir-iki noktadan daha irdelemekte fayda
mülâhaza ettik:
® Başlıkta zikrettiğimiz sözü sarfeden ve bunun böyle
olduğuna inanan bir insan sigaranın inşama ek-mek-su kadar ihtiyaç olduğunu
beyan etmiş olur. Halbuki durum bunun tamamen tersidir. Ekmek-su canlı
hayatının devamı için zarurettir. Fakat sigara ne olursa olsun felâkettir.
Zararı çok faydası ise hiç yoktur.
9 Yemekten sonra sigara yakmak yemeğin adab-larından
değildir. Yemekten sonra yemeğin adabîarm-dan biri de Rezzak olan
Rabb'ül-Alemin'e verdiği rı-zıklardan dolayı hamd etmektir. İsraf etmek bir
noktada küfran-ı nimettir. Bunun cezası da büyüktür.
® Bu söz ile zengine de fakire de sigara içmek
gerekliymiş gibi bir mânâ çıkarılmış olunur. Bunu ka_ bul etmek mümkün değildir.
Zira asrımızda ne zengin müslüman ne de fakir müslümamn sigaraya verecek parası
yoktur. İslâm'ın ayaklar altına alındığı: hükümlerinin geçersiz sayıldığı,
Allah'a insanların harb ilân. ettiği bir zaman ve mekânda nasıl olur da mü'minim
diyen birileri sigara gibi bir habise kucak dolusu para verebilir? Bunu hangi
izan sahibi yapabilir? Bunu iyi düşünmek lâzım. Mahşer gününde Allah insanlara
hangi marka sigarayı içtiğinden değil,. İslâm için neler yaptığından hesap
soracaktır. Herkes bunu bilmeye mecburdur.
® Yemekten sonra sigara içmek ihtiyacını du_ yanlar
genelde yemeklerini tıka-basa yiyenler ve ne bulurlarsa midelerine
indirenlerdir. Bu da İslâm'da glmıyan bir davranış türüdür. Sünnet üzere sofra
kurmayanlar, sünnet üzere yemek de yimezler. İnanç sistemimizde acıkmadan
sofraya oturmak hoş görülmemiş ve tam doymadan sofradan kalkılması
emredilmiştir. Az yimek az uyukuya, çok yimek çok sıkıntıya sebeptir. Sigara
içmek de sıkıntılardan biridir.
Hasılı, içtimai, iktisadi, sıhhi ve ailevi bir çok
dertlerin sebebi olan sigara içmek her zaman ve mekânda hiçbir müslümana
yakışmayan bir davranış tarzıdır. Cenab-ı Hakk, insanlığı bu illetin şerrinden
korusun, ve kurtarsın... [85]
369 — «Babası Oğluna Bir Üzüm Bağını Bağışlamış Da Oğlu Babasına Bir Salkım Üzüm Bile Vermemiş,»
© «Babası oğluna bir üzüm bağını bağışlamış da oğlu
babasına bir salkım üzüm bile vermemiş» sözü İslâm dışı nizamlara göre yaşıyan
toplumlar için doğ-ru; fakat, hayatlarını İslâm nizamına göre yürüten ve
sürdüren toplumlar için kesinlikle yanlıştır. Çünkü bâtıl ideolojilerle yaşıyan
toplumlarda herşey materyalist açıdan ele alınır. Kimse biribirlerine karşı
olan görevlerini yerine getirmez. Herşey menfaate dayanır. Ebeveyn evlâd ve
evlâd ebeveyn ilişkileri diğer kişiler arasında olduğu gibi tamamen şahsi
çıkarlar doğrultusunda yürütülür. Zira köle düzenlerde zulmün .adı
açıkgözlülüktür, uyanıklıktır.
İslâmi esasların geçerli olduğu, hayatlarını bu nizamın
kurallarıyla yönlendiren ve sürdüren toplumlarda durum son derece farklıdır.
Hak herşeyin üstün-dedir. Herkes vazifesini bilir. Karşılıklı ilişkiler
menfaate değil Allah'ın rızasını kazanmaya yöneliktir. Ebevyn şefkati ve
merhameti; evlât hürmeti, kardeşlik duyguları kelimenin tam anlamıyla îslâmi
düzen ile yaşıyan toplumda yaşanır.
îslâmi nizam ile yaşıyan toplumda, herkes üzerine düşen
görevi Allah'ın rızasını kazanmak için yapar. Ana-baba evlâd ilişkileri de bu
esas doğrultusunda yürütülür. Bir ömür boyu ebeveyn şefkati ve merhameti,
evlâd hürmeti kesintisiz devam eder. Müslüman için hayat sadece bu dünyadan
ibaret değildir. Ölüm ve neticesinde ahiret hayâtı dünyanın hesabının
görüleceği bir gelecek vardır. Yaşantı buna göre düzenlenir. İslâm devleti,
fertleri ahiret hayatını kazanacak amelleri işliyecek tarzda yetiştirir ve
insanca yaşamak için gerekli ortamı oluşturur. Bu devlet bununla
mükelleftir.
Şimdi, akla şöyle bir sual gelebilir:
«Bizler müslüman ülkede yaşayan müslünıanlarız. Bu
söylenilenlerin hiçbiri bizde olmadığı gibi darmadağınız, ele-avuca alınır
tarafımız yok. Bunun sebebi nedir acaba?»
Böyle bir soruya verilecek cevap şudur:
Bizim yaşadığımız ülke kesinlikle bir İslâm ülkesi
değildir. Bu memlekette müslümanlar vardır fakat müsîümanlık yoktur.
Müslümanlığın olmadığı bir yer_ de müslümanlarda hayır yoktur. Çünkü,
hayatlarına tamamen İslâm dışı düzenler hakimdir. Bir yerde müs-lümanın
güzellikleri görünmüyorsa bu müslümanlıgm orada olmayışındandır. Ancak bu hiçbir
zamsn bu memlekette müslümanlıgm olmadığı ve olmıyacağı mânâsına gelmez. Eskiden
bu memlekette dedelerimiz İslâm'ı yaşadılar. Pekâlâ bu memlekette müsîümanlık
vardı. Bu gün de müslümanlarm birçokları bu memlekette dinlerinin gereği üzere
yaşama gayretiyle yaşıyorlar.
Müslümanlık olmayınca müslümanm varlığı bir işe
yaramıyor. Oaun için bu memleketin gençleri havasını teneffüs ettikleri batı
kültür yapısına göre yetişiyor, batılılar gibi yaşanıave düşünmeğe mecbur
bırakılıyor.
Batıda ana-baba çocuğu dünyaya getiriyor. Çok kısa bir
süre takriben altı ay ona bakıyor. Sonra onu kreşe veriyor. Günde birkaç saat
ancak onunla birlikte kalabiliyor. Belli bir yaşa gelince evladına başının
çaresine bak der gibi onunla olan bağını tamamen koparıyor. Sevgiden,
şefkatten mahrum büyüyen bu genç hiçbir zaman iyi bir insan olamıyor.
Ana-baba, evlat, akrabalık ve komşuluk ilişkileri olmryan bir toplumdur batı.
İnsanın yaratılışında analık,, babalık, evlâtlık ve akrabalık sevgisi vardır.
Bunlar az da olsa tatmin edilmesi gerekir. Bunu tatmin etmek için batılılar,
anneler günü, babalar günü, yaş günü... adı altında günler ihdas edip bu
vesilelerle yılda bir iki defa olsun bir araya gelmek ihtiyacını duyuyorlar.
Evlatlar şefkatsiz büyüdüklerinden evlâtlık görevleri, ni yapmıyorlar. Onun için
batılı insanlar çocuk yapmıyorlar. «Çocuğa bakacağıma bir köpek alır ona
"bakarım» diyorlar. Bugün, her evde en az bir köpek var ama hiç çocuğu olmıyan
milyonlarca ev vardır.
Babadan bir salkım üzümü sakınan batılı çocuğa karşılık,
müslüm anlarda İslâm yaşanmamasına rağmen canını ana-babası için feda edecek
milyonlarca genç vardır. Kırık-dökük bir islâm terbiyesi bile evlâtlarımıza
hayırlı adımlar attırmaktadır. Onun için müslümânlarda herşeye rağmen bağ da,
üzüm de, ev-lâd da son nefesine kadar babanın-ananm emrindedir.
Bizdeki huysuz, huzursuz ve anarşit yapılı gençler
kendilerine İslâm aşıîanrmyan ve ulaştırılamıyan gençlerdir. Bunlar, bâtıl
ideolojilere kapılıp onların ta. pıcısı olmuşlar. Hesap gününde her müslümanın
onlarla ilgisizliği oranında Allah'a vereceği hesabı vardır. Bunun için, bir
umut olarak gördüğümüz evlâtlar inancımıza göre aynı zamanda ebediyete uzanan
birer sorumlulukturlarda.
Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz tavsiyede bulunuyor
:
«Çocuklarınıza şu üç şeyi öğretiniz:
1- Onlara
Peygamberini sevmesini öğretiniz.
2- Peygamberin
âl ve ashabını sevmesini öğretiniz.
3- Kur'an-ı
Kerimi öğretiniz.» Bu şu demektir:
Çocuk kimi severse ona özenecektîr. O hangi mesleğe
yönelse Peygamberinin bir örneğini bulacaktır. Hz. Musa (a.s.)'ın cennetteki
komşusunun anasının duasını alan bir kasap olduğunu bilmeyenimiz
yoktur.
Bu memlekette İslâmiyet yoktur diye kimse rahatça
keyfine bakma selâhiyetine sahip değildir. Her müslüman müslümanca yaşamanın
yollarını, çarelerini aramakla mükelleftir. Onun için aileler çocuklarına
küçük yaşlarda İslâm'ın prensiplerini öğretmeli ve tatbikatını bizzat yaparak
yaptırmalıdır. İslâmi yaşantı, itiyat haline getirilmelidir. İleri yaşlarda
itiya-tın elde edilmesi hayli güçtür. îslâmcı çocuk, insanın ahireti içinde
hayırlı olur. Çocuğun yapacağı iyi amel ve hareketlerden dolayı kazanılacak
sevap ahirette çocuğun ebeveynine fayda verir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Babanın evlâdına duası, peygamberin ümmetine duası
gibidir. Evlâd da ana-babaya duayı terk eder. se dünyada rızkı dar
olur.»
«Babalarınıza (ve analarınıza) iyilik ve itaat edin ki,
oğullarınızda size iyilik ve itaat etsin, ihsanda bulunsun. İffetli ve namuslu
olunuz ki, sizin kadınlarınız da iffet ve namus dairesinde yaşamış olsun.» [86]
«Ana-babaların ihtiyarlık zamanlarında bunlardan birine
veya her ikisine yetişip de onlara hürmet etmediklerinden dolayı cennete
giremiyen kimsenin bumu yerde sürünsün.» [87]
İhtiyarlığın kendine has bir ağırlığı ve hürmeti
gerektiren tarafı vardır. İhtiyarlıktaki kudretsizlik oL dukça önemlidir. İsra
süresindeki âyet: 23'de geçen aymharfiyle başlıyan «Indeke...» kelimesinden baba
ve annenin ihtiyarlık halinde evlâdının hizmet ve himayesine sığınması dile
getiriliyor. [88]
İnsanın yaratılışında evlâda ihtimam olduğundan Kur'an-ı
Kerim'de, evlâtlara ihtimam göstermek için tavsiyeye ihtiyaç hissedilmemiştir.
Böyle bir emre muhtaç olan evlâttır. Onun için ana-babaya iyilik yapılması
emri Kur'an'da bir çok âyetle tekrar tekrar emredilmiştir.
Yeşil bir filizin büyüyüp nebat haline gelinceye kadar
tohumundaki bütün gıdaları emerek onu kap-cuk haline getirdiği; bir civcivin
vücut buluncaya kadar yumurtadaki bütün maddeleri tüketip sadece ka_ buğunu
bıraktığı gibi; evlât da ana-babanm her türlü enerjisini, sıhhatini, çaba ve
ihtimamlarını emerek onları —eğer ömürleri varsa birer piri fani haline
getirir.
Hafız Ebu Bekir el-Bazzaz, Büreyde'tıkı babasından
naklettiği bir hadisi şöyle anlatıyor:
— Bir adam annesini sırtına almış Kabe'yi
tavaf ettiriyordu. Bu şahıs Kabe'nin dibinde oturan Rasûl-i
Ekrem (s.a.v.)'in yanına yanaşıp:
— Nasıl, annemin hakkını ödeyebildim mi? diye sordu.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
— Hayır, seni karnında taşırken bir nefes almadaki
zahmetinin dahi hakkını ödeyemedin» [89]
buyurdu.
Yine Efendimiz (s.a.v.) :
«Cennetin kokusu 500 yıllık mesafeden duyulur. Bu kokuyu
ana-babaya âsi olanlar, akraba ziyaretini kesenler duyamaz.»
«Ana-babayı ağlatmak büyük günahlardandır.» [90]
buyurdu.
Abdullah İbni Ömer (r.a.) diyor ki:
«Rabb'ın rızası, babanın rızasmdadır. Rabb'm gazabı
babanın gazabmdadır.
Mâlik bin Rabia anlatıyor:
«Peygamber (s.a.v.) Efendimizin yanında bulunuyorduk.
Beni Seleme'den bir adam geldi. Dedi ki:
— Ya Rasûlûllah,, ölümlerinden sonra da ebeveynime
yapacağım bir iyilik var mı?
Efendimiz (s.a.v.) cevaben:
— Evet var: Onlara dua etmek, onlar için istiğfar etmek,
vasiyetlerini yerine getirmek, dostlarına ikramda bulunmaktır»
buyurdu.
Görülüyor M : İslâm'da ebeveynin arkadaşlarına bile
iyilikte ve ihsanda bulunmak vardır.
Bu terbiye ile yetişen bir evlât ana-babadan «bir salkım
üzümcü hiç esirgeyebilir mi? Mümkün değil. İşte köle düzenlerde yetişen nesil
ile Hak düzende yetişen neslin farkı budur. Hak düzende yetişen
nesil ebeveyni öldükten sonra bile ona hizmet etmenin yoL
larını arıyor; köle düzenlerde yetişen nesil «bir salkım üzümü» bağını
bağışlayan ebeveyninden sakınıyor.
İslâm'da, mal da, çocuk da babanındır. Birgün Peygamber
(s.a.v.) Efendimizin yanma genç bir saha-bi geliyor. Diyor ki:
— Ya Rasûlallah! Babam benim malımdan zorla alıyor.
Efendimiz (s.a.v.) cevaben:
— Hadi oradan, mal da babanın sen de babanınsın. Bir
daha öyle söyleme» [91]
diye genç sahabiyi azarlıyor.
Rasul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:
«Kişinin yediği en temiz şey kazancıdır, çocuğu da
kazancındandır.» [92]
«Çocuklarınız en güzel kazançlarınızdır, onların
kazançlarından yiyin.» [93]
buyurdu.
İşte İslâm budur!
Hasılı, «Babası oğluna bir üzüm bağını bağışlamış da,
oğlu babasına bir salkım üzüm bile vermemiş» sözü batının bâtıl köle
düzenlerinde yetişen nesle göre doğru ve yerinde bir sözdür. Çünkü köle
düzenlerde hiç kimse biribirine karşı olan görevlerini yapamaz. Her şeyi
materyalist açıdan değerlendirir. Onun nazarında en üstün kendi menfaatidir.
Bunlar çocuklarına köpekleri kadar değer vermez. Çocukları da onlara köpek kadar
sadakat göstermezler.
Ancak, bu aözün İslâm'ın var olduğu toplumda yeri
yoktur. İslamcı topluma göre yanlıştır. Manâsızdır. Çünkü İslâm, müslümanları
dünya ve ahiret saadetini kazandıracak amelleri işliyecek tarzda terbiye eder.
İnsanca yaşanacak ortamı hazırlar.
Ayrıca bu sözde «kimseye iyilik yapma» telkini vardır.
Oysa İslâm'da iyilikler kulun «Aferin»ini almak için değil, Allah için yapılır.
Meselenin izah tarzı budurL[94]
370- «Eyvah! Ayşe'ler Yatıya Gelecekler Miş.»
% Misafir ve misafirlik ile ilgili birçok hususu
kitabımızın ikinci cildi 204 ile 210'uncu sahifeleri arasında izah etmiştik. Bu
bahis, oradan tekrar gözden geçirildikten sonra okunursa daha faydalı olur,
kanaatindeyim.
Konuyu burada bir başka açıdan ele alacağız : Bir
yakınımızın veya yeni tanışacağımız birisinin ailecek yatı için misafirliğe
geleceğini duyunca elimiz ayağımız biribirine dolaşıyor ne yapacağımızı
şaşırıyoruz. Alıyor bizi bir endişe ve basıyoruz üzüntü ile feryadı:
«— Eyvah! Ayşe'ler yatıya geleceklermiş.»
Sanki misafirler ev sahibini evlerinden
çıkarıp atacaklarmış gibi bir telâş.
- Ne oldu bize? Biz, müslüman bir toplum idik. Müslüman
bir millet idik. Misafirperverdik. Misafirhanelerimiz, en küçük köyde, en
mütevazi bir evde bile vardı. Ve onun girişi ayrı olurdu. Misafir içeriye
teklifsizce girer, sonra duvarı taklatır; yani, misafiriniz geldi haberiniz ola
demek isterdi. Sonra ev sahibi misafirleriyle ilgilenirdi.
Şimdi, evlerimizi Frenk kazığı diyebileceğimiz şu
koltuklar, vitrinler, gardıroplar... işgal ettiğinden beri evlerimizde misafire
yer kalmadı. Bu kazıklar bize batıdan geldi. Geldi de ne oldu? Bizi biz yapan
özelliklerimizi yıktı attı.
Ecdadımızın evleri çok pratik idi. O evlerde dolaplar
gömmeydi. Misafir odalarında banyo olarak kul_ lanılan dolap-yüklükvari yerler
vardı. Bunların içinde ibrikler de vardı. Misafir ihtiyaç hissederse burada o
ihtiyacı görür ev sahibinin haberi bile olmazdı. O evlerde haremlik selâmlık
noksansız uygulanırdı.. Herşey müslümanca idi.
Ya şimdi öyle mi? Nerede o rahatlık, nerede şimdiki
telâş? Mukayesesi bile çok zor. Şimdi eve doldurulan eşyalar evi işgal edince
bir karı-koca çocuklarıyla misafirliğe gelse ev sahiplerini bir telâş alıyor.
Halbuki eski sisteme bakarsak oda kenarlarında minderler çepeçevre, bu
minderler enli olurdu. İkisi yan-; yana getirildiğinde yatak olurdu. Bunlar
misafir gelince çarşaflanır hemen bir yatacak yer olurdu. Şimdi bu batılı işgal
orduları geldi evi işgal etti. Sonra biz de misafir ağırlamaktan korkar hale
geldik. Bırakın misafirleri de kendi çocuğumuz, kızımız, torunumuz, damadımız,
kardeşimiz geliyor, onlar için bile endişe-ediyoruz. Halbuki evlerimizdeki şu
işgalci gibi görünen eşyaları atıversek evimiz de biz de şöyle bir nefes almış
olacağız. Sonra da daracık görünen odalarımız büyük büyük evler olduğu ortaya
çıkacak. Bunu geciktirmeden hemen yapmak lâzım.
Türk toplumu, emperyalist batının kültür istilâsına
uğramış bir toplumdur. Yeni nesiller hep bu yabancı kültürün tesiri altında
büyümektedirler. Onun için zamanımızda giyimden evin dekoruna varıncaya kadar
batı kültürünün gerekli gördüğü tarz benimsenmistir. Batıda misafirlik denilen
güzel haslet yoktur. Onlara göre birine ikramda bulunmak enayilik gibi bir
şeydir. Adamlar babasına bile ikramda bulunmazlar. Bunlarda insanlık diye bir
şey yoktur. İşte bunların iğrenç hayat tarzı çeşitli usullerle bizim
toplumumuza enjekte edildi. Maarif, televizyon, radyo ve gazeteler bunun için
halâ kullanılmaktadır, maale_ sef...
Oysa biz misafirperver bir millet idik.
Misafirperverlik ecdadımızın dünyaca takdir edilen güzel hasletlerinden idi.
Misafire ikram müslümanm en büyük zevklerinden olmalıdır. Unutmayalım, dünya bir
misafirhanedir. Misafire hürmet ve ikram dinen vacib-tir. Biz inanırız ki,
misafir rızkı ile birlikte gelir ve ev sahibinin günahlarının bağışlanmasına
vesile olarak gider. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:
«Misafir istemeyen kimsede hayır yoktur» [95]
bu_ yurmuştur. Müslümanlar olarak hayır yollarını bulmak ve onlarla hayırlı
olmak zorundayız.
Hasılı, «Eyvah yatıya geleceklermiş» diye misafirleri
işgal ordulan gibi kabul etmek müslümanlığımız-la bağdaşmaz. Misafir korkusu
batının iğrenç bir hastalığıdır. Bizler «misafirin gelmediği evde bereket
yoktur» inancını telkin eden dinin mensuplarıyız, elhamdülillah... Artık
hanemizi ve hayatımızı bereketlendirmenin sebeplerini bulup onlarla
yaşıyahm... [96]
371 — «Salla Başı-Al Maaşı.»
• Herşeyden önce kafalara şu gerçeği yerleştirmek
lâzım: Müslümanlık olmayınca insanların müs-lüman olması işin neticesini pek
değiştirmez. Çünkü, müslümanlık olmayınca cemiyeti batıl ideolojiler ağ gibi
sararak hastalık mikroplarını toplumun bünyesine zerkeder. Toplumda batıl
ideolojilerin sebep olduğu hastalıklara yakalanmıyan, istisnaları olmakla
birlikte, hemen hemen hiçbir fert kalmaz. Haram -helâl ayırt etmemek çağımız
insanlarının en büyük hastalıklarından biridir.
Cemiyet hayatımızın yamuk-yumuk olmasının se_ beplerinin
başında haram-helâl hudutlarının çiğnenmiş olması gelmektedir. Haramda hayır
olmadığı gibi onunla iştigal edenlerde de hayır olmaz. Çağımızın insanları bu
gerçeğin en açık misalidir.
İnsanların söz ve fiilleri insanı kanaat sahibi yapar.
Karşınızdakinin sözleri ve fiili size o kişi hakkında notu verdirir.
İşte size çok söylenilen bir söz:
«Salla başı - al maaşı.» Ne demek bu? Bu söz bu toplumun
ne derece asalak, vurdumduymaz, inancı ve ameli bozuk, helâl haram tanımıyan
insanlardan meydana geldiğinin aynasıdır. Bu sözle «Sen çıkarma bak.
Din-imân, ar-hayâ, namus-şeref gibi şeyler menfaat söz
konusu olduğu zaman hesaba katılmaz. Sen keseni doldurmaya bak. Gerektiği zaman
çok şeyi görmezlikten gelmesini bil. Vazifeymiş, görevmiş, senin üzerine
gerekliymiş aldırma bunlara, gününü gün etmeye bak. Hem dünyada tek doğru olan
birtek sen mi kaldın. Sen mi düzelteceksin...» fikri insanların kafasına
yerleştirilmiştir, maalesef. Bizim inancımızda böyle bir söze ve yaşantıya
kesinlikle yer yoktur. Böyle düşünenler ve yaşıyanlar durumları, makam ve
mevkileri ne olursa olsun kâfir sıfatıyla yaşıyorlar demektir. Küfrün akıbeti
ilâ cehennemi zümeradır.
Hasılı «salla başı - al maaşı» sözü ve felsefesi
mü'-minin yaşantısında yoktur. Bu, küfür felsefesi ve sıfatıdır. Mü'minlerin
ölçüsü Kur'an ve Sünnettir. Buna uymayan her şey merduttur. [97]
372 — «Aman Biribirimizi Sevelims Kaynaşan Bir Toplum Olalım.»
• «Amc.n biribirimizi sevelim; kaynaşan bir toplum
olalım» sözü çok yerinde ve doğru bir sözdür. Ancak, bu insanlar biribirlerini
neyle sevecek? Nasıl kaynaşacak?
Bir defa toplumda denge unsuru yok. Bâtıl ideolojiler
insanlar arasında korkunç uçurumlar açmıştır. Denge olarak vahyedilen İslâm hep
gözlerden kaçırılmakta, gönüllere girmemesi için bütün tedbirler alınmaktadır.
Egemen güçler sömürü hortumlarını elden kaçırmamak için göz kırpmadan herşeyi
yapabilmektedirler,
Bir tarafta büyük mahrumlar zümresi öbür taraf. ta da
büyük saltanat süren zümreler. Hergün servetine servet katan, meşru, gayr-i
meşru tammıyanlar. Diğer taraftan inim inim inliyen insanlar. Nasıl kay-naşak
bunlar? Kaynaşamazlar, mümkün değil. Çünkü insanın yaratılışı buna müsait
değildir. Bir tarafta gülenler, öbür tarafta ağlayanlar. Sonra bunlar
kucak-laşsınlar. Bunlar olmayacak şeyler.
Geçmişe baktığımızda ecdadımızın ve ümmetin
bi-ribirlerine o derece yaklaştıklarını, kucaklaştıklarını ve kaynaştıklarını
görüyoruz. Neydi onları biribirine kaynaştıran? Şüphesiz ki, İslâm. Yaşanan
İslâm. Onlar İslâm'ı inandıkları gibi yaşıyorlardı. Ve neticeye ulaşıyorlardı.
Bizdeki İslâm anlayışı faıntazi. Onun için neticeyi elde edemiyoruz. Onlar,
yaşadıkları için bunun zevkini alıyorlardı. Meselâ; yetimi, öksüzü, ihtiyaç
sahibini ve çeyiz yüzünden gelin olamıyan kızın ihtiyaçlarını imkânları yerinde
olanlar anında gideri-yorlardı. Yaraları anında sarıyorlardı. Kimse varlığından
dolayı gururlanmıyor, yokluğuna da yerinmiyordu. O zaman tabiiki kaynaşma
gerçekleşiyordu.
İnsanlar arasındaki kaynaşmayı sağlıyan tek nizam
İslâm'dır. Bugünkü sıkıntıların temelinde İslâm', dan uzak yaşantı tarzı vardır;
yani müslümanlığın yokluğudur. Bu olmayınca insanlara ölümü, ahireti, öldükten
sonra dirilmeyi dünya hayatının hesabının sorulacağım nasıl anlatacaksınız?
Anlatamazsınız. Nitekim anlatamıyorsunuz, hem de anlamıyorsunuz. O zaman adam
diyor ki:
— Ne tüketirsem, ne zevk-ü sefa sürersem yanıma
kalacak. Bir daha mı gelecem bu dünyaya. Ne yaparsam yanıma kâr
kalacak...»
Bu insan, öbür tarafta, ahirette tadılacak zevki, inancı
taşımadığı için veya buna gereği gibi inanmadığından dolayı varını yoğunu
burada heder etmeğe çalışıyor. Kimseyi düşünemiyor. Bu, cemiyet için Korkunç
uçurumlara sebep oluyor. Şimdi bu toplumda insanlar nasıl
kaynaşacaklar?
Osmanlının yaşadığı İstanbul, Kenya, Bursa, Erzurum
gibi şehirlere baktığımızda yol kenarlarında gördüğümüz, bir kısmının farkında
bile olamadığımız sebillerden, terkos suyu değil bal şerbeti, gül şerbeti
dağıtılırmış. İnsan bunu tanımadığı insanlara hiçbir menfaat gözetmeden
dağıtırken ne ister ki? İşte ahiret endişesi onu kazanmak istiyor; dünya da
ahire-tin tarlası çünkü. Burada yatırını yapıyor ki, orada kazançlı çıksın. Onun
için ne yapıp edip insanları ahi-rete, öldükten sonra dirilmeye inandıralım. Bu
inancın hakim olduğu nizama sarılalım. Müslüman olmanın zevkine erebilmek için
müslümanlığa talip olalım.. Bu olmazsa birlik, beraberlik, kaynaşmak... bunlar
palavradan öteye geçmez.
Hasılı, biribirimizi sevebilmemiz, kaynaşmamız, is_
tikrarlı ve mutlu insanların kenetlendiği bir toplum olabilmemiz için tek çare
müslümanlığa sarılmamız gerekmektedir. Dünyada dengeli bir hayat yaşamanın tek
çaresi budur. Başka yolları denemek boşunadır. Palavralara da aldanmamak lâzım.
Meselenin özeti budur. [98]
373 — «Hayatta Bir I>Efa Oluyor, İstediği Gibi Olsun.»
Çocuklarını evlendiren ana-babalardan çok duyarsınız
:
«— Hayatta bir defa oluyor, istediği gibi olsun» derler.
Kimin istediği gibi olacakmış? Allah (c.c.)'nün istediği gibi değil, şeytanın
emrine girmiş nefsin istediği gibi olacakmış. İnsan düğünü bir defa
yapıyormuş. Çocuk, sünneti (hitanı) bir defa oluyormuş. Bunlar onun veya
ebeveyninin şeytani arzuları doğrultusunda olacakmış. Kimsenin hevesi kusrağmda
kal-mıyacakmış. Düğünler, düğün salonlarında kadm-er-kek karışık-kuruşuk,
kadınlar cıbıldacik, kadehler ta-kur tukur, caz-cuz havalan içinde olacakmış.
Bir defa olacakmış ya fetva da hazır işkembe-i kübrada: «Bir defacıkla günah
olmaz, Allah affeder» miş. Böyle derler mendeburlar. Bütün felâketlerin bir
defa ile başladığını kim inkâr edebilir?
Bu davranışta günahı küçük görme ve inkâr vardır.
Günahın günahhğını inkar küfürdür. Günahı hoş .görmek de küfürdür. Adam «bir
defa ile birşey olmaz, günah da değildir» diyerek günahın günahlığmı inkar
ediyor. Görenler de «Ne de güzel düğün yaptı, işte böyle olacak» diyerek
günahları iyi ve hoş görüyorlar. İkisinin de sonu felâket.
Müslümanm hayatı İslâm'ın hakim olduğu hayattır. İslâm
açık-saçık güaah işleyerek evlenmeye hiç. bir zaman müsade etmez. Günahın biri
ikisi hariç diye bir kayıt da yoktur. Eskiler «Namus kibrit gibidir, bir defa
yaktın mı artık işe yaramaz,» demişler. Bak bir defa işi nerelere kadar
götürüyor.
Günaha sebep olmak kadar daha başka bir adilik
düşünülemez: Çünkü güaah, günah işlemelere vesile olur. Bir misal
verelim:
Biri oğlunu sünnet ettiriyor veya evlendiriyor. Bu işin
merasimini dinimizin yasakladığı fiilleri işleyerek yapıyor: Çıplaklık, içki,
kadın-erkek bir arada çaz-cuz vesaire ile.
Şimdi bu merasim mevzu diliyor bir mecliste.
Deniyor ki:
«— Falanca bu işi yapamadı. Hem hacı, hem içki, dans,
hem kadın-erkek karışık; olmaz öyle şey.»
Bir başkası hemen, karşılık veriyor: «— Ne yapsın yani.
İnsan çocuğunun mürevveti-ni görmesin mi? Bu hayatta bir defa olur. Bir daha
yapacak değil ya. Olsun iyi oldu. Benim çocuğum olsun, ben cndan daha
ihtişamlısını yapanm. Mürüvvet bu.»
îşte adamın hâli ortada. Günahı küçük görüyor. Günaha
özeniyor. Günaha iyi diyor, yani onu beğeniyor. Bu adamın akıbeti yürekler
acısı.
BirinJa gördüğü veya işlediği günahları anlatması son
derece korkunçtur. Çünkü bunda etrafındaki-leri günaha özendirme söz konusudur.
Bu da yasaktır.
Zamanımız insanlarının hastalıklarından biri de günahtan
korkmamak cnu hiç görmektir. Oysa günâh cehennem ateşidir. İnsanın yanması
demektir. Günah :
«Allah (c.c.)'nün emirlerine aykırı olarak görülen iş»
manasınadır. [99]
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Bir kul günaha düşmekten korkarak günah olmayan
şeylerden sakınmadıkça muttekiler derecesine çıkamaz.» [100]
buyurmuştur.
İnsan dişi ağrıdığı zaman doktora gidiyor. O ağrıyı
durdurmanın çarelerini arıyor. Niye? Çünkü o ağrı kendisini rahatsız ediyor. Ne
yazık ki bu insan zaman zaman düştüğü küfür acısını duymuyor. İnsanın dünya ve
ahiretini yıkan küfür acısını kimse enteres bile etmiyor. Niçin? Çünkü, günahlar
şarap gibidir. İş-îenüdiği takdirde insanı serhoş eder, İnsanımız da günah
şarabıyla serhoş olmuş dostunu düşmanını dahi ayırt edemiyecek durumda. Böyle
olmasaydı, günah meclislerinde ister davetli olsun ister olmasın kesinlikle
bulunmazdı. Bulunuyor ve günahlara aldırış bile etmiyor. Bu işin sonu nereye
varacak bakalım.
Hasılı «Hayatta bir defa oluyor, istediği gibi olsun»
diyerek günah işlemek ve bir kısım insanların günaha girmelerine vesile olmak
adiliktir, hem de en deni adiliktir. Bu ise müslümana yakışmayan bir
tavırdır. [101]
374 — «İyi Geceler Veya İyi Günler.»
• Dinimizde «Dua mü'minin silahı» olduğu haber
verilmiştir. İslâm'da dua bir ibâdet çeşididir., [102]
Böyle olunca bunun âdâbı-erkânı olur. Yoluna yordamına âdabına erkanına uygun
olmıyan hiçbir şeyin neticesi de iyi olmaz. İnsana istenilen randımanı
vermez.
Asrımızda herşeyle birlikte insanlar da naylon-laştı.
Herşey yapmacık oldu. Sun'i, zevksiz yaşantı, söz ve hareketler kimseye bir
fayda sağlamıyor ar_ tık. Bakıyorsunuz adam tamamen yapmacık bir eda içinde
diğer birine:
— İyi geceler, iyi günler, iyi işler, iyi çalışmalar
diyerek sun'i bir görünüm sergiliyor. Sanki bu sözün altında bir menfaat
gizlenmiş gibi. Öyle ki, «iyi günler» lâfzı görülmüş veya görülmesi beklenen
bir menfaat için sarfedüiyor gibi bir şey.
Dilek ve temennilerde «iyi» kelimesi çok yavan
ve
muallakta kalmaktadır. Onun yerine daha şümullü, daha
yerinde ve daha ihtişamlı olan «hayır» kelimesi vardır. Bizim inanç sistemimizde
hep bu kelime kullamlmıştır. «İyi» başka «hayır» başkadır. Dünya dillerini
araştırırsak hakikaten çok az dilde var «hayır» kelimesi. Bu, şümullü az bulunur
bir kelimedir.
«İyi» kelimesi herhalde bize batı dillerinden tercüme
ile girdi. «Good evening» den başladı, «Good moorning» ( = iyi sabahlar, iyi
öğleden sonralar, iyi işler) hep iyiden gidiyor. Halbuki «Hayırlı işler,
hayırlı sabahlar,» daha eski tâbirle «Sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun...»
ifadeleri derin mânâlar ifade ediyor. Ümmet eskiden hep bunları kullanırdı.
Tabii bunlar çok şümullü bir dua olmuş oluyor. Bunlar bu insan-, lara
unutturuldu. Unutmayanlar gericilik damgası yemek korkusuyla bu ifadeleri
kullanmaktan çekinir oldu. Öz uzuvlardan feragat etmek, taviz vermek ne adice
alçaklıktır, ah bu bir bilinse...
Bir de «Günaydın» kelimesi var ortalarda. İyice
yerleştirdiler aramıza. Daha ilkokula giden çocuk sabahleyin okulunda
öğretmeniyle karşılaştığında hemen «Günaydın öğretmenim» diyor. Öğreticisi de
aynı karşılığı veriyor. Öğretmen sınıfa girince «Günaydın çocuklar» diyor.
Memuru, hizmetlisi amirini sabahle-yia karşılarken «Günaydın Efendim» diyerek
karşılıyor. «Selâmünaleyküm» demek Islâmi olduğu için «müslümamm» diyenlerce
bile kaba ve nahoş kabul ediliyor. Maalesef karşılaşınca ve ayrılırken söylemek
için kabul görmüyor. Bu derece alçaklaştı insanlar işte. Yazık hem. de çok
yazık.
Bir de «Başarılar» diyorlar. «Şifalar olsun» diyorlar.
«Muvaffakiyetler» diyorlar. «Rastgele» diyorlar. Kullanılan bu kelimeler boşluğu
doldurmuyor. Niçin? Çünkü, arada materyalist bir hava esiyor. «Başarılar»
deyince nereden gelecek bu başarı? İlhamla yada çalışmakla mı gelecek? Hayır?
Çünkü, çalışmak kesin başarı getirmiyor. Öyle durumlar oluyor ki,
insan, çok iyi bildiği arkadaşının ismini bile unutabiliyor.
Allah'ın, insan hafızasına kumanda etmesi diye bir hadise var. İşte oraya
müracaat etmek gerekir. Allah (c.c.)'dan yardım dilemek, muvaffakiyet
dilemek:
Allah muvaffak etsin.
Allah işinizi rast getirsin.
Allah yardımcınız olsun.
llah rahatlık versin.
Allah şifa versin...
demek lâzım. Bunlar birer duâ cümlesidir. İstenilen şey
için makama müracaat etmek gerekir. «Allah muvaffak etsin» dediğimiz zaman,
bilhassa yeni nesle söylediğimiz zaman, tabii muvaffakiyetin Allah (c.c.) ile
irtibatı kuruluyor. «Başarılar» denildiği zaman, çocuk, başarıyı oturup onikiye
kadar bire kadar dersi ezberler şekilde kendini perişan etmeye bağlı, yor ve
sonunda da mühim mesajdan mahrum oluyor. Neticede karşımıza edeb, haya bilmez
din-imân tanımaz kimseler çıkıyor.
Hasılı, mü'minler konuşurken, yazarken kullanacakları
kelimeleri çok yerinde kullanmak zorundadırlar. Ancak, başarı ve hayırlı
neticelere böylece ulaşmak mümkündür. Yoksa bize uygun düşmeyen söz ve
davranışlara mübtelâ olmak aşağılıkların aşağılığına talib olmak demektir. [103]
375 — «İyî Yolculuklar.
© Her şeyde olduğu gibi, yolculuk yapmanın da kendine
mahsus âdâbları vardır. Yola çıkmanın âdabı bilinmezse salim yolculuk, da
olmaz. Tabii, yolculuktan dönmenin de bir âdabı olması gerekir.
Yolcuların dualarının kabul olunacağına dair Ha -dis-i
Şeriflerde müjdeler vardır.[104]
Yolculuğa çıkarken helâlleşmek ve dualaşmak yolculuk
âdâblarmdandır. Ancak zamanımızda dua-laşmalar bir takım acaib söz ve
davranışlara dönüştü. Mânâsız, hıristiyanlıktan geçme hâl, hareket ve ifâdeler
insanlarımız arasında maalesef salgın moda halinde yayıldı. Öyleki herkes hiç
de hoş olmıyan davranışlarda yarışır hâle geldi. Hele bir bakın: Adam
yolculuğa çıkıyor. Gördükleri kendisine :
«İyi yolculuklar» diyorlar.
Bazıları da yolcu ettiklerine, ellerini kaldırıp sağa
sola sallıyarak:
«—• Bay bay» diye gönderiyorlar.
Fesübhanallah! Ne biçim mahluk bunlar. «Bay bay da ne
demek? Bu gâvur adeti şimdilerde çok yaygınlaştı. Öyle ki, çocuklara zamanın
ana-babaları Allah (aç.) kelâmını öğretmeden «bay bay kelimesini
öğretiyor.
«— Bak yavrum dayın gidiyor. Hadi ona bay bay yap» diye
el sallatmayan ve söz söyletmeyen kaç ana -babaya rastlayabilirsiniz? Belkide
hiç rastlıyamazsınız. Nerede bizim dualarımız duâlaşmalarımız. Allah (c.c).,
bize firaset ihsan etsin.
«îyi yolculuklar» sözü de yavan. Tuzsuz çorbaya
benziyor. «Hayırlı yolculuklar Allah (c.c.) yolunu açık işini rast getirsin.
Hayırlısıyla gidip-gelmek nasib etsin. Allah (c.c.) belâlardan ve afetlerden
muhafaza buyursun...» demek lâzım.
«îyi» kelimesi hiçbir zaman «hayır» kelimesinin yerini
tutmaz. «Hayır» kelimesi çok şümullü bir duâ lafzıdır. Bunu çok kullanmak
lâzım.
Yeri gelmişken şu hususa da değinmiş olalım:
Yolculukla ilgili malumatı öğrenmek kadın-erkek herkese
şarttır. Çünkü herkes ömründe çok defa uzun -kısa mesafelerde yolculuk yapar.
Bunun yapılma usûlü bilinmezse tamiri, imkânsız hatalar yapılabilir. Onun için
bunun bilinmesi gerekir.
Eskiden ümmet yolculuğa çıkmadan eş-dost ve akrabalarla
vedalaşırlarmış. Bir de sadaka verilirmiş. İslâm'da hep fakirleri kollama
vardır. Aynı zamanda bu bir ibâdet çeşididir. Çeşitli vesilelerle fakirler
hiçbir zaman muhtaç bırakılmaz. Eskiden fakirlerin gözü de tokmuş. Üç-beş günlük
ihtiyacı karşılanan ben fakir değilim; daha ihtiyaçlı olanına ver diye verileni
bile kabul etmezlermiş. Gözü ve kalbi tok olan bir cemaat-miş ecdadımız. Onun
için Osmanlılar, yolculuk yapacakların sevabını sağlamak ve insanlardaki vermek
duygusunu köreltmemek için şehirlerde mahalle aralarına sadaka taşları
koymuşlar. Bu taşların içleri oyuk imiş. Yolculuğa çıkanlar «yolculuğumun
selâmetle geçmesine vesile olsun» diye bu taşların içine sadaka bırakıp
çıkarlarmış. İhtiyaç sahibi gelecek bu taşm içinden ihtiyacı kadarını alacak ve
bırakan için duâ edecek. Bu sadaka taşlarından sadece İstanbul'da yüz adedin
üstünde olduğu tesbit edilmiştir. Tabii, şimdi bu ibâdet de o taşlar da
kalmadı.
Şimdi de aynı şeyleri yapabiliriz. Lakin açıkta
bırakamayız sadakamızı. Eskilerin sadakalarını bıraktığı içi oyuk, kilidi
olmayan açık taşlarmış. Şimdi o taşı zaten taş olarak yürütürler. İçindeki
çoktan gider de; burada canlısına bir fakire, «yolculuğumun selâmetle geçmesine
vesile olsun» düşüncesiyle verebiliriz ve vermemiz de gerekir.
Hasılı, İslâm'ın kural ve kurumlarını müslüman-lar
olarak yaşamak ve yaşatmak müslüman olmamızın şartlarmdandır. Yoksa küfrün
elinde oyuncak, çizmesi altında leş gibi ezilmeye mahkum oluruz, Allah (c.c.)
korusun...
«Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır, Ne
selâm vermeyi bilir hayvan, ne de versen alır.
M. Akif Ersoy[105]
376 — «Bay Bay...»
® Kur'an ve Sünnette selamlaşmanın, kelime, cümle, şekil
ve adablan üzerinde durulmuştur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Önder ve Örnek
olarak bu koauda da bizlere rehber olmuştur. [106]
Selâm, Cenab-ı Hakk'm güzel i simlerinden dir. Aynı
zamanda Cennet ehlinin biribirlerine duası ve ikramıdır. Dünyada mü'minlerin
parolasıdır. Bu bakım_ dan, selamlaşmanın müslümanlar arasında büyük değeri
vardır. Biz müslümanlar, dünyanın neresinde olursak olalım biribirimizi
«Selâmünaleyküm» parolasıyla bilip tanırız. Zira, selâm mü'mini münafık ve
kâfirden ayıran büyük bir alâmet, büyük bir duâ ayrıca Allah ve Rasülünün
emridir. Bu, mü'minlere Allah (c.c.)'nün lütfudur.
Müslümanca selâmlaşmak, dinimizin esası, Mu-hammed
(s.a.v.) ümmetinin şiarı müslümanların açıkça alâmetidir. İslâm'ın sınırlarını
çizdiği selamlaşma kıyamete kadar müsîümanlarm parolası olarak
kalacaktır.
Hangi dil, renk, iklim ve bölgeden olursa olsun iki
mü'min karşılaştıklarında:
— Selâmünaleyküm verahmetullah
— Ve Aleykümüsselâm verahmetuMahi vebera-katüh...
dediklerinde:
«Bizler dilimiz, rengimiz, iklimimiz, sosyal ve
kültürel yapımız ne olursa olsun din kardeşiyiz, İsîâm milletindeniz..'
Allah'ımızın emrettiği mânâda biribiri-mizi seviyoruz...» demiş
oluyorlar...
Müslümanların selamlaşma merasimleri, dünya-Jiın hiçbir
yerinde görülmemiştir. Sınır taşlarıyla ayrılan toplumların içinden çıkan bazı
tâbir ve hareketler İslâm'ın hayata ait koyduğu selamlaşmanın yerini alamaz.
Fransızların «Bonjour - bonsoir» kelimeleri, bizdeki batıcıların «Günaydın -
Tünaydın - Merhaba» kelimeleri ve bunlara ilâveten yapılan baş eğmeler, bel
bükmeler, kasket çıkarmalar, el kaldırmalar İslâm'. m emrettiği selâmın derin
gayesini yerine getiremezler ve selâm hükmünde de değildirler.
Selâmün aleyküm ifadesinia dışındaki söz ve hareketler
samimiyetsiz ve yapmacıktır. Yapmacık söz ve davranışların muhabbet tesiri
yoktur.
Uydurma söz ve fiillerin moda haline getirildiği bir
zamanda yaşıyoruz. Öyle bir ortama getirilmişiz ki, biz müslümaalarm hiçbir
zaman değişmiyeceği pa-rolarımız selâmı unutturup yerine kısır ifadeli,
samimiyetten uzak kelimelerle ve bir takım maymunvari hareketlerle getirilmek
isteniyor. Oysa selâm, muhabbeti artırma ve tanışma vesilesi olaa bir duadır.
Biz Tnüslümanlar her hususta olduğu gibi bu konuda da müteyakkız olmak
mecburiyetindeyiz.
Son yıllarda selamlaşmanın yerine bir de «BAY BAY» diye
birşey yerleştirilmek isteniyor. Herkesin ağzında «bay bay» kelimesi var. Yeni
konuşmaya baş-lıyan hatta konuşamıyan emekleyemiyen çocuklara dahi «.bay bay»lı
selamlaşmalar öğretiliyor. Oğlundan,
kardeşinden, arkadaşından ayrılanlar
ayrıldıklarını vasıtaya bindirip gönderirken de gönderdiklerine ellerini havaya
kaldırıp sallıyarak «bay bay» ederek gönderiyorlar. Bu ne terbiyesizliktir.
Böyle basiretsiz ana-babalardan, eğiticilerden Allah (c.c.) Ümmet-i Muhammedi
korusun ve kurtarsın...
İslâm'da selâm'm. nasıl verilip alınacağına Nisa sûresi
âyet: 86'da işaret edilmiş ve selâmın nasıl verileceği, alınacağı
açıklanmıştır. Şöyle ki, birisi:
— Esselâmü aleyküm ve Rahmetullah, diye selâm verse bunu
daha güzeliyle alacak olan kişi:
— Ve aleyküm'us-Selâm ve Rahmetullahi ve Be-rakâtüh,
diye karşılık verir. [107]
«Yürüyen oturana, binekteki yürüyene, küçük büyüğe, az
grup çok gruba selâm verecektir.» [108]
© Zikir ile meşgul olanlara,
• Kur'an-ı Kerim okuyanlara, ® Ezan
okuyanlara,
® Fikri çalışma yapanlara,
® Namaz kılanlara,
© Hamamda yıkananlara,
• Ders esnasında hocaya ve öğrencilere, © Yemek
yiyenlere, [109]
@ Helada bulunanlara,
# îçki içenlere,
0 Kumar aletleriyle meşgul olanlara,
# Herhangi bir haramı işleyenlere, & Gayr-i
rnüslimlere,
® Şarkı ve türkü söyliyenlere,
# Çıplak vaziyette dolaşanlara, selâm vermek caiz
değildir. [110]
Evlerinde insan bulunmayan kimseler evlerine gi_
rince:
«— Esselâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-Salihiyn...» diye
selâm vermelidirler. Böyle yapıldığı takdirde o eve bereketin gireceği
bildirilmiştir. Çünkü ev de melekler ve cinlerin salihleri vardır. Ancak,
melekler ve cinlerin salihleri şarap, put, boyboy resim, köpek ve ailesini
boşadıgı halde evinde tutanların evlerinde bulunmazlar; buralara girince selâm
da verilmez.
Yalınız elle ve işaretle de selâm verilmez. Selâm
telaffuz edilir el ile de işaret edilirse bunda bir beis yoktur. Uzaktakine de
selâm verilip işaretle bu selâm duyurulur. Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz:
«Yahudilerin selâm verişi gibi selâm vermeyiniz. Onların
selâmı başlarla ve ellerledir.» [111]
buyurmuştur. Yalınız el ile selâmlaşmak görüldüğü gibi nehye_
dilmiştir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz :
«Siz yahudi ve hıristiyanlara selâm vermeyiniz.[112]
Onlar size selâm verirlerse Ve Aleyküm, deyiniz» [113]
buyurmuştur.
Başkalarına selâm göndermek caizdir. Ancak, aracı olan
kişinin gönderilen selâmı tebliğ etmesi vâ-cibtir. Bir misal verelim : Birisi
İstanbul'dan Konya'ya gidiyor. Giderken Mehmed ona:
— Vardığında Ahmed'e selâmımı söyle, dedi. Giden kİŞİ
:
— Ve aleykümüsselâm, diyerek selâmı alacak.
Konya'ya varıp Ahmed'i görünce:
— İstanbul'dan Mehmed'in sana selâmı var, deyince
Ahmed de :
demek terbiye noksanlığının ifadesidir. Bunları bilmek
lâzım.
Selâm göndermenin meşruiyetine ait hadis kitaplarında
bir hayli deliller vardır, [116]
Zamanımızda bir kısım müslümanlar selamlaşmanın sadece
ilk karşılaşmada yapılacağını zannediyorlar. Bu yanlış bir zandır. İki kişi bir
araya gelince nasıl selâmlaşıyorlarsa ayrılırken de aynı şekilde ve aynı
ifadelerle ayrılmaları gerekir. Böyle yapmakla iki taraf biribirine hayır duâ
yapmış olarak ayrılırlar. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz :
Sizden biriniz bir meclise vardığı zaman selâm, versin.
Kalkmak istediği zaman da selâm versin. Bi_ rincisi ikincisinden daha faziletli
olmadı» [117]
buyurmuştur.
Tabarani ve Beyhaki'nin riyâyetlerinde Ebu Hu-zeyfe
(r.a.)'den şu haber nakledilir:
Rasûlüllah (s.a.vJ'in ashabından iki kişi bir araya
gelip konuştuklarında biri diğerine Asr sûresini okumadan, sonra da biri
diğerine selâm vermeden ayrılmazlardı. [118]
Muaviye Ibni Kurre diyor ki:
— Babam Kurre bana şöyle tenbihte bulundu:
Bir meclisten ayrılırken selâmünaleyküm diye söyle.
Çünkü sen., o mecliste olanlara isabet edecek claa hayra iştirak etmiş olursun.
Herhangi bir mecliste oturan insanlar, Allah (c.c.) anılmadan o meclisten
dağılırlarsa bir merkep leşinden dağılmış gibi sayılırlar. [119]
Telefonla konuşulacaksa karşıdaki kişi ile konuşmaya
başlamadan önce selâm verilmelidir. Aynı şekilde konuşma bitirilip ayrılırken
de yine selâm vererek veya verilmiş selâmı alarak telefon
kapatılmalıdır.
Hakeza, mektup da selâm ile başlanıp selâm ile
bitirilmelidir.
Bir topluluğa konuşulacaksa konuşmaya başlarken selâm
ile başlanır. Bu selâm türkçe de olabilir arapca da olabilir. Ancak selâm ile
başlanılmalıdır.
Hani, «Önce selâm, sonra kelâm» demiş atalarımız; değil
mi?
Topluluğa hitap ediliyorsa selâmdan sonra besmele,
Allah'a hamd, Peygamber (s.a.v.) Efendimize-salâvat ile konuşmaya başlanır.
Bitirirken de konuşma yine selâm ile bitirilir.
Hasılı, bizim inancımızda, âdet ve an'anelerimiz-de
elleri yukarıya kaldırıp iki tarafa sallarken «bay bay» diye bir selâm şekli ve
ifadesi yoktur. Bu bize batıdan geçmiş bir bid'attir. Çocuklarını böyle bir
bicT-at ile yetiştiren zâlim ana-babaların şerrinden ancak. böyleleri ikaz
edilmek suretiyle kurtulunabilinir.
«Merhaba» kelimesi de selâm yerine geçmez. Ancak
selâmlaştıktan sonra gelen kimseye «merhaba» [120]
demek de sünnettir. [121]
Biz müslümanlar dünyanın neresinde olursak olalım
biribirimizi > «Selâmünaleyküm» parolasıyla bilip tanırız. Bu, bize Allah
(c.c.)'nün bir lütfudur... [122]
377 — «...Yolda Yürümesini Bilmiyor.»
• İnsana ilk öğretilecek şeylerden biri de yolda yürüme
âdabıdır. Eğer iasan bunu bilmezse Allah fc.c.) korusun birçok tehlikelere maruz
kalabilir. Bu tehlikelerin başında güaaha girme tehlikesi vardır.
Asrımızda insanlar günaha karşı o kadar çok bağışıklık
kazanmışlar ki. Kimse girdiği günahtan dolayı titremiyor. «Olsun Allah affeder»
diyor. Evet Allah (c.c.) affeder ama, sen affetirmesini bilirsen af edilirsin.
Günah öyle bir belâ ki, insanı cehenneme kadar götürür.
Birisi «falanca yolda yürümesini bilmiyor» de~ eliğinde,
hemen aklımıza, bu filancanın yolda yürüme, nin âdâblarım bilmediği gelir.
Öğretmesi gerekirden öğretmeyen, öğrenmesi gerekirken öğrenmiyen kimse kim
olursa olsun günah işlemiş olur! Eskiden çocuklara daha ilk mektepte iken, tâ
başlangıçta ilk öğretilen şeylerden biri de yol-da yürüme âdâblan idi. Büyükler
küçüklere, öğretmenler öğrencilere, ebeveynler çocuklarına hep şunu telkin
ederlerdi:
«— Aman yavrum! Yolda yürürken vakarınla yürü. Yolun
sağından git. Sağa-sola bakma; önüne bakarak yürü. Yüksek sesle konuşma.
Kimseyi rahatsız etme...» derlerdi. Eskiden, cemiyetimiz böyle
disiplinli bir cemiyetti.
Yolda yürümenin bir kaidesi vardır. Bu kaidenin kaynağı
Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'de Ce-nab-ı Hakk mü'min kadm ve erkeklere
hitaben:
«Ya Muhammed, söyle onlara, gözlerini haramdan
sakınsınlar. Namus ve şereflerine sahip olsunlar...» [123]
emrini veriyor.
Ne kadar haram, günah ve gayr-i meşruluk varsa ondası
sakınacağız. Sakınmak için de ne olacak? Tabi Önce gözlerimize sahip çıkacağız.
Eskilerin «Nazar ber kadem» dedikleri gibi, yani göz ayak ucunda olacak. Hep
etrafa bakarak gitmek terbiyeye aykırı oluyor. Bunu da kaldırmak için «yere
bakan yürek yakan» demişler. Tabi uydurma bir şey bu.
Bir de, biribirlerine namahrem olan bir kadın-erkek
zorunlu hallerde biribirleriyle konuşurken göz_ lerine bakmıyacaklar. Yine ayak
uçlarına bakmaları lâzım. Cenab-ı Hakk insanı öyle yaratmış ki, iki yabancı
cins biribirlerinin gözlerine baktıkları zaman öyle haller zuhur ediyor ki...
Erkeklerin gözlerinden güneşteki alfa, beta ve gama şuaları çıkıyor. Erkek
yabancı kadının gözüne baktığında hatta yabancı kadının açılması haram olan
yerlerine baktığında bu ışınlar kadının vücudunda, korkunç tahribata sebep
oluyor. Bizde 25-30 yaşma gelmiş açık-saçık kadınların vücutları porsumuş,
sarkmış ve yüzlerinin de hayli buruşmuş olduğunu, bunları kapatmak için ruj
malzemelerini aşırı derece kullandıklarını görürüz. Sebep budur işte. O alfa,
beta ve gama denilen kuvvetli ışınları Allah (c.c.) güneşe ve bir de erkeklerin
gözlerine vermiş.
Ama aralarında nikah bağı olanlar için durum farklı. O
zaman nikah o ışınların nûr olmasına sebep oluyor. Kocanın hanımına, hanımın da
kocasının gözlerine bakması rahmet oluyor. Peygamber (s.a.vJ Efendimizin
hanımlara kocalarının gözlerine bakmasını tavsiye ettiği malumdur.
Nitekim bir öğüdünde: Kızım kocanın gözlerine bak»
buyurmuş. Hikmeti şu : Zikrettiğimiz ışınlar helâlin ile karı-kocalıkta çok
yararlı imiş. Haramda bu ışınlar her iki cinsi de dengesizleştiriyormuş. Helâlin
gözlerine bakmakta rahmet vardır. Tabi herkes dine bağlılığı derecesinde
rahmetten faydalanabiliyor.
Zamanımızda, konuşurken kim olursa olsun gözlerine
bakmamayı görgüsüzlük sayıyorlar. Din ne derse aksini yapmak, aksini propaganda
etmek kalblerin-de hastalık bulunanların en çok teşebbüs ettikleri yol. Onların
oltasına takılmamak lâzım. Dine aykırı olan herşey görgüsüzlüktür,
edebsizliktir, adiliktir. Bunu böyle kabul etmek lâzım.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin : «Gözlerin
zinası; mahremi olmıyan kadınlara şeh_ vctlo bakmaktır» [124]
buyurduğu malumdur. Ebu Âmir İtai Alevan şöyle anlatıyor.-Birgün ihtiyaç
dolayısıyla Huhba çarşısına gittim. Gözüm, yüzü açık bir kadına ilişti. Tekrar
tekrar baktım. Sonra istiğfar ederek evime döndüm. Hanımım bana:
— Ey efendim! Niçin yüzün karardı? dedi.
Aynayı alıp baktım. Gerçekten yüzüm kararmıştı. Kendimi
yokladım. Neden böyle oldum diye düşündüm. O bakışı hatırladım. Derhal bir yere
çekildim.
40 gün Allah (c.c.)'den af diledim. Allah'ımın
rahmetine nail oldum.
Bir de biz müslümanlarm babaların ve büyüklerin,
hocaların biraz gerisinden, bir adım değil de bir ayak gerisinden ve solundan
yürüme geleneğimiz var. Eskiden böyle yürürlermiş. Tabi bu bir hürmet
ifadesidir.
Cenab-ı Hakk Nur Sûresinde Peygamber (s.a.v.) Efendimize
mü'mine hanımlara iletilmek üzere:
«(Ya Muhammedi Söyle mü'mine hanımlara)... gizledikleri
zinetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar... (Edeb dairesi içinde
yürüsünler.)» [125]
buyurmuştur.
Bu şu demektir: Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati
çekmesinler. Çünkü bu hâl erkekleri tahrik eder, şüphe uyandırır. Bu
haramdır.
Cahiliyet döneminde [126]
kadınlar erkeklerin dikkatini çekmek için ayaklarının bileklerine halhal
denilen çıngırak sesi gibi bir ses çıkaran ziller takar-larmış. Yürüdükçe
onlardan ses çıkarır erkeklerin dikkatlerini çekerlermiş. Allah bunu
yasaklamıştır. Lâkin zamanımızın kadınları bu işi başka bir kılığa sokarak
yapıyorlar. Ayaklarına giydikleri ayakkabıların altındaki ağaç veya demirler
halhal görevi yapıyor. Yürüdükçe tak tak ediyor. Erkeklere «beri bak beri bak»
der gibi bir ses çıkıyor. Bu çok tehlikeli bir sestir. Yolda yürüme adâbma da
aykırıdır; hem de haramdır. Böyle yapanlar bundan vaz geçmelidir.
Bir de sokaklarda kadın erkek sarmaş-dolaş
dolaşıyorlar. Bunun dört kitapta da yeri yok. Yatak odasında yapılabilecekler
sokakta yapılıyor. Her tarafı
yangın sarmış. Kimsede ses yok. Herkes bana
ne di_ yor. Adam, benim kızım değil ki, diyor. Senin kızın değil belki ama,
yangın başlamıştır. Böyle lakayt kalırsan yangın senin evini de saracak. Böyle
diyenlerin kızını da yakacak. Yangını söndürmeyenler, söndürmek için
teşebbüste bulunmayanlar birgün mutlaka kızlarını torunlarını aynı halkaya
ekliyeceklerdir.
Dışarılarda hanımının elinden tutmayı bile edeb_ sizlik
kabul eden o şerefli ar-hayâ sahibi insanlara bu cemiyetin öyle ihtiyacı var ki,
nasıl anlatalım.
Hasılı, her nerede olursa olsun yürümenin de adâbları
vardır. Her şeyde olduğu gibi, her inanmış insan bu edebleri öğrenmeli,
öğrendikleriyle de amel etmelidir. Kendilerini keyfemâyeşâ hiçbir kurala
bağlanmadan yaşama hakkı olduğunu zannedenler merkep mizaçlı olanlardır. Oysa
insan mahlukatın en mü. kerremi olarak yaratılmıştır. Öyle ise yaratılışa uygun
bir hayât tarzına sahip olunmalıdır. [127]
378 — «Geçmez Oldu Günlerim, Derdime Yana Yana.»
• İstanbul'dan Ankara'ya yaptığım yolculuklardan
birinde şoför efendi arabanın teybine bandı sürdü ve düğmesine basınca bir
erkek sesi: «Ararım seni her gün, ismini ana ana» Geçmez oldu günlerim, derdime
yana yana.» diye şarkı söylüyordu. Herkes sigarasını yakıp acı acı
çekerek yolun akışına düşünceli düşünceli kendini bırakıverdi.
Aldı beni bir düşünce :
Şarkılardaki, türkülerdeki aranan şeyin kim olduğunu
kendi kendime sordum: Evet aranan kadın; her-gün ismi anılan yine kadın.
Dertlerin katmerlenmesine ve günlerin geçmemesine sebep de budur.
Hakk'ı bulamıyanlar şeytanın peşine takılır dünyaya ve
olaylara şeytanca bakarlar. Şeytan, herkesi çirkin yola çekebilmek için hep
aldatma, kandırma yolunu seçer. Ona kananlar da dert küpü olur
çıkarlar.
Bu cemiyet öyle bir düzene saplanmış ki, düden gibi bir
şey. Dertlerinde boğuyor insanları. Kimseye göz açtırmıyor.
Açanları da düzenbazlarıyla sindiriyor. Bütün haramlar serbest. Serbest de ne
kelime düzenin imkânlarıyla haramlar teşvik ediliyor. Bunun için şarkılar,
türküler hep haramdan söz ediyor ve insanın derdi bitmiyor.
Bakıyorsunuz : İnsanlar günahlarım yenilemek için sanki
gayret ediyorlar. Kendilerine sunulan renk renk, desen desen günahlar. Düzen
işlemeli, motifli bohçalar içinde ve açıktan bütün günahları insanımıza nazik
ve kibar biçimde takdim ediyor. Vah benim insanıma vah...
Düzenin kamburu sırtına bindirilmiş insan «Ararım seni
hergün...» diyerek arasa da dertli, aradığını bulsa da dertli. Çünkü sevilmemesi
gerekeni sevmiş, asıl bağlanılacak makamı terk etmiştir. Yani sevdiğine Leyla
demiş Mevlâ deseydi kurtuluverecekti. Mevlâ diyemediği için dertleri de
bitmiyecek. Çünkü derdin dermanı Mevlâ'dadır. O ne güzel Mevlâ'dır.
Dertli insan sıkıntıdan kurtulmak için şehvete
saplanıyor. Şehveti onun kulağına şehvet aşk'mı fısıldıyor. İnsan bunu da
kendine dert ediniyor. Kul aşkı, ona başka bir dert oluyor. Aslında onun dert
edindiği aşk, mart kedilerinin aşkı gibi bir şey. Böyle bir aşka mübtelâ olan
insan bu defa kedi ile kendi arasındaki farkı sezemiyor ve haykırıyor
:
«Ararım seni hergün, ismini ana ana.
Geçmez oldu günlerim, derdime yana yana.»
Böyle haykıran insan kendi yaşantısı doğrultusunda bir
dünya oluşturup o dünyasını zikirhane durumuna getiriyor; zikre başlıyor ve
mabudesini zikrediyor.
Köle düzenler, işte insanların dünyasını böyle ka_
rartıyor ve bu dünyayı herkese zindan ediyorlar. İnsanlar dert küpü olmuşlar
patlıyacakları ânı bekliyorlar. Kurtulacak bir el arıyor herkes. Müslüman eli.
Yaşadığı gibi inanan değil, inandığı gibi yaşayan bir müsîüman eli. Nerede o el?
Avucuna İslâm iksirini almış, insanları hiçbir fark gözetmeden kardeş sayan,
insana insanca yaşama, yolunu açan, zinasız, kumar-sız, içkisiz ve hiçbir
kötülüğe müsade etmeyen Hakk düzenle gelen, ab-ı hayatla gelen müslümanlarm
elleri nerede?
Bu yola baş koyduk yiğit müslümanlar! Ehl-i şirk, ehl-i
küfür! Ehl-i münafık, ehl-i şehvet, ehl-i kumarbaz, ehli bid'at ve daha nice
benzerleri sizin kurtuluş elinizi bekliyor. Kolları sıvayın. İslâm gerçeğini,
dalâlette kalmış insanlara ulaştırın. Ulaştırın ki, bunlar:
«Ararım seni hergün, ismini ana ana,
Geçmez oldu günlerim, derdime yana yana»' şarkılarında,
teselli aramayı bırakıp Kur'an âyetlerinde hidayeti yakalasınlar. Kula kul
olmaya götüren kul aşkından kurtulup, Allah aşkının zevkini tatsınlar.
«Müslümanım» diyenlerin görevi de budur.
Hasılı, insanlığa kan kusturan batıl düzenlerin
şerrinden insanları hak düzene intikal ettirecek yiğit müslümaular çıkıncaya
kadar, dünya mutlu insanların yaşantısına sahne olamıyacaktır. Günümüz,
İslâm'ın sunduğu kurtuluşa eremiyen insan enkazlarıyla dopdoludur. Oysa her
derdin devası, insanlığın huzuru, mutluluğu İSLÂM'dadır. Ah bu bir anlaşüabilse
ve de anlatılabilse... [128]
379 _ «Vakit Nakittir.»
• Kainatı, yalmızca maddi değerlerle ölçenlere «Vakit
nakittir». Fakat maddeden daha ilerisine bakanlara göre vakit, maddi bir kıymet
değil ömürdür. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki: ® «Geceyi ve
gündüzü takdir eden Allah'tır.» [129]
Herkes şunu bilsin ki, hayat, doğum ile ölüm arasında
geçen, vakitten ibarettir. Altın biter, elden çıkar.. Ama yeniden elde etme
imkânı vardır. Geçen vakit, yaşaaan ömür bir daha geri gelmez. Öyle ise vakit
altından da, elmastan da ve bütün cevherlerden de kıymetlidir. Çünkü vakit,
hayattır.
Her vakit aynı olmaz. [Başarıya ermek, istediğine
kavuşmak için münâsip zamanlar vardır. Vakit, ömür olduğu"için en çok zararlı
çıkanlar, tehlikelerle karşılaşanlar, vaktin değerini bilmeyen
gafillerdir.
Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in dualarında:
• «Ey Rabb'imiz! Sen bizi zorluklara düşmekten »nuhafaza
eyle. Ansızın bizim canımızı alma. Bizi gafillerden kılma.» diye yalvardığı
rivayet edilir.
Hz. Ömer (r.a.J de:
O «Vakitlerin bereketle dolu olmasını...» hep Allah'tan
niyaz ederdi.
Kıyamet gününde Allah Cc.c.) kuluna ömrünü nerede
harcadığını, malını nereden kazandığını nereye sarf ettiğini soracaktır. RasûH
Ekrem (s.a.v.) Efendimiz vaktin değerini şöyle beyan ediyor:
® «Şafakla başlıyan bir gün: Ey Âdemoğlu!.. Ben yeni bir
günüm. Yaptığına şahidim. Benden faydalan. Çünkü kıyamete kadar daha geri
gelmem, der.»
Demek oluyor ki, dünyada vakit çok
kıymetlidir.
Şunu da göz ardı edemeyiz: Vakitler fazilet ve bereket
bakımından biribirinden farklıdır. Bir saat diğerinden daha bereketli, bir gün
diğerinden daha üstün, bir ay diğerinden daha değerli olabilir. Bu, Allah'ın
biz mü'minlere bahşettiği yüce bir nimettir. Bu vakitlerde gafletten uzak
olalım. Allah (c.c.)'nün lüt-fuyla bize verdiği nefeslerimizi ganimet bilelim.
Böylece Rabb'ül-Âleminin kabul rüzgarları tecelli etsin.
Mübarek vakitlerde yapılan iyi amellere kat kat sevap
verilir. Bu vakitlerde salih kulların dereceleri yükselir. Tevbe kapıları sonuna
kadar açılır. Tevbe-leri kabul edilenler bu kapılardan içeri
girerler.
Mübarek saatlik, günlük, haftalık ve yıllık vakitler
âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bizlere bildirilmektedir. Cenab-ı Hakk
şöyle buyuruyor:
© «O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı
teşbih edin.»
& «Göklerde ve yerde hamd O'na yaraşır. Geceleri
de, öğleleri de O'nun şanını yüceltin.» [130]
© «Sabaha ve geceye yemin ederim ki...»[131]
Şüphesiz ki, Allah (c.c.)'nün yemin ettiği vakitler
değerli vakitlerdir. Yine Rabb'imiz Hz. İbrahim (a.s.)'a şöyle
buyuruyor:
© «Bütün insanlara hacc'ı ilân et...» ® «Ta ki,
kendilerine ait menfaatleri müşahede etsinler. Belirli günlerde Allah'ın
ismini yâd etsinler.» [132]
Diğer bir âyette :
® «Allah'ı belirli günlerde zikredin...» [133]
buyurulmuştur.
Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimizin vaktin değerini
bildiren ve zamandan istifade etme yolunu öğreten mübarek hadisleriyle biz
mü'minleri aydınlatmış, imân edenlerin iki korku arasında yaşadıklarına işaret
buyurmuştur.
Bu iki korkudan biri geçmiş günahları için kendisine
Rabb'inia ne yapacağını bilmeme korkusu; ikincisi geriye kalan ömründe Allah'ın
nasıl ferman buyuracağını bilmeme korkusudur.
Öyle ise kul, vaktini kendisi için değerlendirsin.
Dünyasını ahireti için kullansın. İhtiyarlamadan önce gençliğinin kadrini
bilsin. Ölmeden önce hayatın değerini bilsin... Gafillerden olmasın. Vaktini
ganimet bilsin.
Hasılı, Cenab-ı Hakk bizleri zamanını değerlendiren,
mübarek vakitlerde ve her zaman ibâdet ve itaata muvaffak olan kullarından
eylesin... [134]
380 — «Köpeğime Hava Aldıracam.»
Avrupada, evlerde köpek beslemek avrupalı-n:a en büyük
özentilerinden biridir. Hemen hemen içinde köpek olmıyan hiçbir ev
yoktur.
Avrupalı çocuk yapmıyor. «Onun sıkıntısını çekemem»
diyor. Sağlam bir aile temeli olmıyan avrupada hakikaten, çocuk ebeveyn için
korkunç bir yüktür. Nasıl olsa çocuk büyüyünce aile ocağını terk edecek
ana-babasını ana-babasının yaptığı gibi ihtiyarlar yurduna atacak. Bu,
avrupalıyı korkutuyor. Bu korku sebebiyle köpek sevgisini çocuk sevgisine
tercih ediyor. Avrupalının nazarında insanın köpek kadar kıymeti
yoktur.
Müslüman bir kadın çocuğuna nasıl şefkat ve merhamet
kaı.ıatlarını gerer onun için nasıl bir fedakarlık gösterirse, avrupalı da
köpeğine karşı aynı hassasiyeti gösteriyor. Biri çocuğunu hassasiyetle ve
şefkatle giyindiriyor, öbürü de köpeğini aynı duygularla giyindiriyor.
Avrupalı bu kadar alçaktır, işte.
Avrupadaki köpekcilik hastalığı .maalesef bizim
memleketimize de. sirayet etti. Özellikle büyük şehirlerde çoğunlukta olmakla
birlikte sosyetede ve sosyete özentilerinde, evde köpek beslemek moda oldu.
Köpeklerle beraber yemek yiyenler, aynı odada yatanlar, onlara elbiseler
giydirenler gittikçe de çoğalıyor.
Bir arkadaşım anlattı: Akrabalarından sosyete özentisi
biri varmış. Kızını verdiği çocuk ailecek kö_ pekcilermiş. Çorbayı bile
köpekleriyle beraber aynı tastan içerlermiş. Akrabası olacak gelin kız anlatmış
ona da. Demiş ki: «Geçenlerde köpek hastalandı da kocam 2 gece
başım bekledi. Sonra köpeği öldü. 3 gün ağladı. Ona mezar yaptı. Çok üzüldü.»
Benim arkadaş iğrenerek anlatıyordu bunları. İğrenilnıiyecek gibi de değil ki,
naklettikleri.
Tabii müslümanların evinde köpek bulunmaz. Çünkü bu
dinen kesinlikle caiz değildir.
Evde köpek beslemek, hayatı köpeklerle ortaklaşa
geçirmek yani köpekleşmek ne kadar da iğrenç bir şey. İnsan böylelerini gördükçe
şu kanaata varıyor:
Evlerinde^ arabalarında, günlük hayatlarında köpeklere
hizmet edenler, onları besleyenler ne bedbaht kimselerdir ki, Allah (c.c.)
onları köpeklere hizmetkâr etmekle cezalandırmaktadır. Bakıyorsunuz, köpek
nereye giderse onun ipinden tutan da onun arkasından gidiyor. Bu ne
aşağılıktır.
Köpekler, beslendikleri evlerin her yanını dolaşıyor.
Kendilerinin yambaşında oturuyor. Üstlerine köpek kokusu sinmiş. Evlerine köpek
kokusundan girilmez. Vaziyetlerine bakınca hallerinden iğrenmemek mümkün
değil.
Meseleyi İslâmi açıdan değerlendirdiğimizde şu
hakikatlerle karşılaşıyoruz:
Ebu Davud Hz. Ali (r.a.)'dan şu Hadis-i Şerifi rivayet
etmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
«Şüphesiz içinde köpek, suret ve cünüp bulunan eve
melekler girmez.» [135]
buyurdu.
«Birinizin kabına köpek ağzını soktuğu vakit o kabin
temizliği birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır»[136]
Hadis-i Şerifi köpeğin necis
olduğuna delil sayılmıştır. Köpeğin
yaladığı kap da pis sayılmıştır. Hadis sarihlerinden Hattâbi: «Köpeğin suyu
içtiği dilinin necis olduğu sabit olunca; diğer uzuvlarının da dili hükmünde
olduğu anlaşılır. Binaenaleyh köpeğin bedeninden hangi cüzü bir şeye temas
ederse onu yıkamak vâcib olur» demektedir. [137]
İhtiyaç olmaksızın köpek edinmenin caiz olmadığı
hususunda bütün ulema ittifak etmişlerdir.
Köpek edinmeyi caiz gören ihtiyaçlar
şunlardır:
1- Evleri
korumak için.
2- Hayvanları
korumak için (çoban köpeği).
3- Avcılık
için.
Bu üç şey için köpek edinmek ittifakla caizdir. [138]
Köpek kuduz olursa öldürülür. Değilse öldürülmesi caiz değildir. Bu hususta
köpeğin faydalı-faydasız olması müsavidir. Rivayete göre köpeklerin öldürülmesi
hususundaki emir daha sonra saesh edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin bir
defa köpeklerin öldürülmesini emrettiği sahihtir. Fakat daha sonra öl_ dürmeyi
yasak ettiği de sahihtir. Bu tahkikin üzerine söz yoktur.[139]
Hasılı, evlerde köpek beslemek hiçbir yönden caiz
ohnayıp insanlıkla bağdaşmıyan bir yaşantı tarzıdır. Müslümanlara yasaktır.
Çirkin batının çirkin yaşantısına özenen adamları Allah (c.c.) köpeğe hizmetçi
yapmakla cezalandırmaktadır. «Köpeğime hava aldı-racam» diye ipe taktığı hayvanı
gezdirenlerin insanlıkla ve İslâmlıkla alâkalarının olmadığı da bir gerçektir.
Dinin müsade ettiği hususlar haricinde ıhüs, lümanlara köpek edinmek de
kesinlikle yasaktır. [140]
381- Pazarola
• Bir arkadaşımın dükkânında oturuyordum. İçeriye biri
geldi. Dükkânın içine girdikten sonra ağzındaki sigarayı eîine aldı. Arkadaşıma
yaklaşınca :
«— Pazaroîa» dedi. İhtiyacı olati şeyi sorup yok
cevabını alınca elindeki sigarayı ağzına alıp çıktı gitti.
Bu adam dışarı çıkınca ben arkadaşa sordum : «— Pazar
ola» dedi. Bu bizim bilmediğimiz ticari bir terim midir?
Arkadaşım gülerek :
— Vallahi ben de bilmiyorum, cevabını verdi. Bunun
üzerine ben de ona:
— Herhalde «pazar ola» dernek ticaretin çok, kazan cm
bol, işin hareketli olsun demek istemiş olabilir, dedim. Scnra sohbetimizde
başka konuya geçtik.
Arkadaşımın yanından ayrılınca «Pazar ola» kelimesinin
mânâsı ile bir yere giriş-çıkışm âdâbları üzerinde çok düşündüm. «Pazar ola»
kelimesinin mânâsız bir söz olduğuna ve kültür değişikliklerinin top. lumda
insanımızı ne derece bayağılaştırdığı sonucuna vardım.
Aklıma Mehmed Akif merhumun iki mısrası di:
«Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır,, Ne
selâm vermeyi bilir hayvan, ne de versem alır».
Bir yere giriş çıkışın âdabı vardır. Sen bir
ticarethaneye giriyorsun. Senin yapacağın şeyler şunlar olmalıydı: Besrriele
ile girecektin. Selâmunaleyküm diyecektin. Sonra hayırlı işler diye dua
edecektin. Soracağını sorup, alacağını aldıktan sonra tekrar hayırlı işler
deyip selâm vererek oradan ayrılacaktın. İyi bir insan olmanın gereği
budur.
Bazıları bir yere girince sadece «selam» diyorlar. Bu da
olmaz. Hiçbir zaman bizim selamlaşmamızda, «selâm» diye bir selâm
bilmiyoruz.
Hal-hatır sormamız da kardeşlik
icablarmdandır.
Tabii hal hatır sormanmda bir usûlü var, büyüğe başka
türlü, küçüğe başka türlü sorulur. Sizden büyük. olana «Nasılsınız» denmez,
«Afiyettesiniz İnşaallah, iyisiniz inşaallah efendim» sonuna da «efendim» ilave
edilir. Bu efendim bizim o kadar şiarımız olmuş ki bugün Mısır'da Suriye'de bile
biz buna şahid oluyoruz. «Efendimsiz» konuşmuyor onların efendileri. So-niüaa
bir «Elendim» getiriyorlar. Aynen bu ifadeyle «Elendim» diye bitiriyor. Arapça
konuşuyor, konuşuyor, sonuna bir «Efendim» getiriyor. Yani «buyurun, efendim»
dediğimiz gibi «Tafaddal Efendim» ama bir «efendim» var sonunda.
«Efendim buyurunuz, hoş geldiniz, salalar getirdiniz,
şeref verdiniz...» gibi iltifatlar unuttuğumuz, şeyler arasında yer
alıyor.
«Siz şöyle söylemiştiniz» diyor büyüğe karşı. «Biraz
evvel böyle söylemiştiniz» diyor. Büyük için «Böyle buyurmuştunuz» kendisi için
de «ben biras önce şöyle arzetmiştim» demesi lazımken, maalesef
bunu diploma sahiplerinde de görüyoruz. «Biraz önce
arzet-tiğiniz gibi efendim» diyor. Anlayan için bundan daha büyük hakaret olmaz.
Karşımızdaki büyüğe «Buyurduğunuz gibi, Buyurmuştunuz dememiz»
lazımdır.
«Rica ederim efendim» diyor. Hayır, rica Arapça'da
«emir» manasına da geliyor ama Türkçemize de emri bir kenara bırakalım, yani
kesin olması gereken bir şey için rica olunur. Küçük büyükten kesin birşey
bekleyemeyeceğine göre ancak, «arz» olabilir veya «istirham» olabilir. Birşey
ısmarlandığı zamanda «hay-hay efendim, başüstüne efendim, peki efendim» denir.
Bunlar tabi artık kalmadı «Söylerim» diyor, «hıhı» diyor.
Hasılı, herşeyin âdâbları vardır. Bu âdâblara riâyet
edilirse bereket husule gelir. Bunlar terk edildiği oranda da insan bayağılaşır.
Yani, müslümam müslümanca yaşamak yüceltir. Gerisi palavradır. [141]
382 — «Çok Biliyorsan Kendine Sakla.»
Biz müslümanız, elhamdülillah... Müslüman olmamız
müslümanca yaşamamızı gerektirir. Müslümanız deyip de müslümanca yaşamazsak o
zaman bu bizim iddiamızda samimi olmadığımızı gösterir. «Samimiyetsiz müslüman»
ifadesi bir müslüman için ne çirkin bir sıfattır.
Emr-i bil ma'ruf - Nehy-i ani'1-münker [142]
yapmak dinimizde yani Rabb'ımızm kesin emridir. Hiçbir müs lüman bu emrin
dışında kalamaz. Kadın-erkek her müslüman bu farzı yerine getirmek zarundadır.
Yani, herkese iyiliği anlatacak, kötülük işleyeni o kötülükten caydıracak. Bunu
yapmayan kim olursa olsun günahkâr olur. İyiliği emir-kötülükten caydırmada
muvaffak olmanın tek şartı vardır: O da bildiğiyle amel etmektir. Söylediğini
yaşamaktır. Söylenir de yaşanmazsa böyle bir aasihatcıda hayır yoktur. Cenab-ı
Hakk söylediği halde yaşamıyanlara şu soruyu soruyor :
«Siz yaşamadığınız halde başkasına yaşamasını ne yüzle
söylüyorsunuz?». [143]
Demek ki, önce örnek olunacak. Bunun İslâm'da büyük önemi vardır. Kur'-an'da
da:
«Sizin içia en büyük örnek ve önder Muhammed'-tir.»
buyurulmaktadır. Örnek alınacak olan ancak O (s.a.v.)'dur. Peygamber
Cs.a.v.) Efendimiz:
«Benim sözümü işitip belledikten sonra işittiği gibi
başkasına eriştirenin Allah Cc:c.) yüzünü ağartsın.» [144]
diye duada bulunmuştur.
Ebû Zerr-i Gifari (r.a.) Hazretlerinin: «Kılıcı enseme
dayasanız, ben de RasûlüJlah (s.a.v.)'den duyduğum bir sözü başım kesüinceye
kadar tebliğe vakit bulacağımı bilsem o sözü elbette size yetiştiririm.» [145]
demesi bu ümmetteki tebliğ hırsının numunesidir.
Söylenilen sözüo gönüllerde yer bulabilmesi o sözü
soyliyenin söylediğiyle amel etmesine bağlıdır. zaman atılan kurşun hedefine
ulaşır, netice hâsıl olur. Birgün Mevlânâ Celâleddin-i Rum-i Hazretleri dost
bildiği papazlardan birine sorar:
— Sen mi büyüksün, yoksa sakalın mı? Papaz:
— Ben sakalımdan 20 yaş büyüğüm.
Mevlânâ:
— Senden 20 yaş küçük olan sakalın ağarmış, yazık
değil mi ki, sen hâlâ karanlıklar içindesin...
Bu sözün taşıdığı ince mânâyı anhyan papaz o gün
müslüman olmuştur.
Demişler ki, Ebu Hureyre (r.a.) çok Hadis-i Şerif
rivayet ediyor. Ebu Hureyre (r.a.) bu sözü duyunca demiş ki, Kur'an-ı Kerim'de
şu âyet olmasaydı hiç Hadis-i Şerif rivayet etmezdim :
«İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu, insanlara
biz kitapta beyan ettikten sonra, gizleyenler (var ya) şüphesiz Allah onlara
lanet eder. (Onları rahmetinden kovar) ve bütün lanet edebilenler de onlara
lanet eder.»[146]
İşte Emr-i bi'1-ma'ruf - Nehy-i ani'l-Münker yapmayanın
akıbeti budur.
Peki, kendisine tebliğ ulaştırıldığı ve kötülükten vaz
geçmesi telkinatı yapıldığı halde buna ters cevap veren «Sana ne» veya «Çok
biliyorsan, kendine sak_ la» diyen birinin akıbeti ne olur? İşte bir kısım
müs-lümanlar bunun hesabını yapmıyorlar. Neticeyi düşünmeden maalesef
görevlerini yapan mü slü ma uları da tersliyorlar.
Biri, bir müslümanm yaşantısmdaki çirkinlikleri görüyor
ve yanma yaklaşarak ona diyor k:
— Bak kardeşim bizler müslümanız. Dinimiz bizi kardeş
sayıyor. Bir kardeşin olarak seni uyarıyorum. Şu yaptığın şeyler dinimizde
haramdır. Allah bizi mahlukatm en şereflisi olarak yarattı. Bu yaptıklarınla
değerinden kaybediyorsun. Gel sen şu hareketlerden vaz geç. Sonra dünya ve
ahirette rezil olacaksın. Allah korusun dinini de, namus ve şerefini de
kaybedersin...»
Vay sen ne hakla bunları bana söylersin diye adam
küplere biniyor ve sonunda:
«— Çok biliyorsan kendine sakla...» diyor.
Bu derece yanlış ve- kesinlikle İslâm'ın reddettiği,
tasvip etmediği bir tavır şeklidir. O şahsın kendisini ikaz eden kardeşine
söyliyeceği söz en azından şöyle olmalıydı:
«— Kardeşim, Allah senden razı olsun. Beni uya-rıyorsun.
Lâkin biz nefsimizin esiri olmuşuz. Allah bizi İslah etsin. Siz de hem ikazınızı
hem de duanızı eksik etmeyin...»
Veya:
«— Hay Allah senden razı olsun kardeşim. Uymuşum
nefsime dalmışım günaha. Sanki ahiretten habersizim gibi yaşıyorum.
Fesübhanallah... Estağfi-rullah... Estağfirullah... Tevbe estağfirullah...
Bıraktım bunu. Allah yardım etsin bize. Bir daha yapnııya-cağım (veya
söylemiyeceğim), Allah senden razı olsun...» demeliydi. Müslümanca yaşamanın
gereğUstı--dur. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de:
«Allah'a ve Rasûlüne davet edildikleri zaman
mü'-minîerin sözü ise ancak: — İşittik ve itaat ettik, olur. îşte bunlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.»[147]
buyurmuştur.
Tebliğde mü'minin terslik yapması, ikaz edeni dışlaması
mü'minlik sıfatına yakışmaz. Bu İslâm dışı bir davranıştır, insanın başka
sıfatlara düşmesine sebep olur. Neticesi tehlikelidir.
Zamanımızda da din sağlam fakat müslümanlar dinlerine
bağlı değiller, maalesef. Yani din sağlam in. sammızdaki dindarlık bozuk.
Müslüman kendi dinini kendisi yıkıyor, farkında değil zavallı. Bir misalle bu
hususu biraz daha açalım :
Bir kafir gelse bize:
«— Sizin dininizde içki serbest» dese, ona hemen karşı
koyarız. Bu karşı koyan kişi serbestçe içki içer. Bir müslüman
kendisine:
«— Senin yaptığın ayıptır. Bak içki içiyorsun. Bu içkiyi
içmek dinimizde yasaktır» dese, o da ona :
«— Çok biliyorsan kendine sakla» der, maalesef. Yani
kâfirin, dinimizi yıkmasına müsade etmeyiz, ama dinimizi kendimiz yıkarız.
Bizler işte bu derece garip bir mahluk durumuna düştük. Sebep zulüm ve sömürü
üzerine kurulmuş köle düzenlere sahip olmamız onları sahiplenmemizdir. Gayr-i
meşru düzenler ve gayr-i meşru yaşantılara sahip olanlar kendilerini yiyip
bitirecek kurdu da bünyelerinde taşırlar. O kurt onları yer ve bitirir hak ile
yeksan olurlar. Gaflet ehline bunu çok iyi bildirmek lâzım.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyuruyor ki:
«İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Kur'_ an
bir vadide, onlar başka bir vadide bulunurlar.»
Bu Hadis-i Şerifte iki ayrı hayat tarzına işaret
ediliyor. Biri Kur'an nizamı, diğeri de Kur'an nizamı dışındaki nizamlar. Kur'an
nizamı dışındaki nizamların insanları ne şekle soktuğu ortadadır. Necip
Fazıl:
«Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir...»
diyor. Müslüman hayatının hangi vadide akıp gittiğini bilmelidir.
Hasılı, kendisine hakkı tebliğ eden erar-i bil ma'-ruf
veya nehy-i ani'l-münker yapan kardeşine «Çok biliyorsan kendine sakla» demek,
en hafif tedbiriyle denüiktir. Allah (c.c.) böyle bir tavırdan müslüman-ları
korusun ve kurtarsın... [148]
383 — «Türk'üm, Doğruyum.»
# Hergün milyonlarca evlâdımıza okul girişinde hiç
fasıla vermeden :
«Türk'üm, doğruyum...» cümleleri koro
halinde bağıra bağıra söyletiliyor.
«Türk'üm doğruyum» amma doğruluk nedir? bunu
öğretmiyorlar. Mânâsını öğretmedikleri bir kelimeyi yıllardır söyletiyorlar.
Yalan .söylüyorlar, yalan söyletiyorlar milyonlarca masum
yavrulara...
Meselâ: Okullara başı kapalı tesettürlü kızları
almayanlar doğru mudur? İnsanların namuslanyla oy-nıyan şehvetperestler doğru
mudur? Kendisim yabancı erkeklere peşkeş çeken kadın doğru mudur? Karısını
başkalarının kucağına veren erkek (!) doğru mudur? Faizcilik yapmak doğru
mudur? İçki fabrikası açmak doğru mudur? Kerhane açmak doğru mudur? Amerikan
askerlerini ülkeye getirip cinsel ihtiyaçlarını gidermeleri için «Türk»
kadınlarını onlara peşkeş çekmek [149]
doğru mudur? Sokakları, meydanları fu-huşhaneye çevirmek doğru mudur?
Kerhanedeki kadının yaptığı iş doğru mudur? Namus-şeref, edeb-ha-yâ tanımadan
yaşamak doğru mudur? Çürük malı sağlam diye satmak, hile yapmak, yalan
söylemek, aldatmak, cinayet işlemek, anarşi çıkarmak, dine ve
dindarlara saldırmak doğru mudur?
Bunları yapanlar yıllarca bu «Türk'üm doğruyum...»
kelimelerini söylemediler mi? Hem de yıllarca hergün söylediler. Söylediler de
doğru mu söylediler? Yalan söylettirildi ve halâ bu yalana devam ettiriliyor,
maalesef. Ve yine maalesef hiçbir delikanlı çıkıp da kimseye :
«— Niye bağıra bağıra yalan söylüyorsunuz,
söyletiyorsunuz? demek cesaretini gösteremiyor. Ve yine kimse diyemiyor
ki:
— Yahu siz bu memlekette bunları söylettiriyorsunuz. Bu
söylettiğiniz çocuklardan bir kısmı asker oluyor bir kısmı da bu vatanı bekliyor
asker kardeşini öldürüyor. Siz bu evlâtlara hangi Türk'lüğü ve nasıl bir
doğruluğu öğretiyorsunuz?
Bunun hesabı sorulmalı. Evlâtlarımıza ya gerçek doğru
öğretilsin veya ifsad edilmesin. Bu memleketin hakiki sahipleri bunu yapmağa
mecburdurlar.
Bu memlekette «Türk'üm doğruyum» deniyor ve
dedirtiliyor. Fakat doğruluk, milli menfaat, milli haysiyet, müh ahlâk gibi
şeylere asla yer verilmiyor. Ser_ hoş, kumarbaz, materyalist kafalı insanlar
yetiştiriliyor. Düzen böyle. Böyle bir düzenden doğru-dürüst insan nasıl
yetişsin?
Bu toplum tarihteki şerefli mevkiine İslâm'a
bağ-hlığıyla çıkmıştır. Lâkin, maalesef son yüzyılda yetişen nesil materyalist
bir açıdan yetiştirildiği için bu nesil İslâm'ı yaşıyan kahramanların,
dervişlerin, erlerin ve erenlerin yaşayışlarını bilmemektedir. Çünkü bu nesile
bunlar öğretilmiyor.
Bunu bilmiyen genç kendine örnek edinecek birini
arıyor. Bula bula kimi buluyor? Hepimiz görüyoruz : Ya bir artisti yaşayışına
örnek alıyor veya bir futbolcuyu. Hayatı bundan sonra ya «Şöyle giyiniyor»
veya «Böyle oynuyor, şöyle gol atıyor» ile heba olup gidiyor. Kerhanedeki
orosbunua, hırsızın-arsızın bu yola girişinin başlangıç noktası bunlardır
işte.
İnsanlığın yükselmesi ve yıkılışları her zaman okullarda
hazırlanmıştır.
Genç nesillerin okullarda yetişmesi, yoğurulması
geleceğin hayatını hazırlar. Bugünkü okul, mânevi kudret kaynağı olmaktan
çıkmıştır, sönmüş bir ocaktır. Bir aşıra yakın zamandan, beri bu ocağın
söndürüldüğünü bilmek gerekir. .
Herkes bilsin ki, okullarda iki zümre dersler verilir
:
a - MacMi
kültür dersleri,
b- Manevi
kültür dersleri.
Bu ikisi arasındaki denkleşmeyi sağlamak, j3gj-timde
esaslı dâvadır. Bizim için madde ihtiyaç, mânâ iktidardır. Yarım asırdan fazla
zamandan beri ufaltıla ufaltıla, yıpratıla yıpratıla bugünkü okullarda serçe
kanadından daha sıska kalan kültür, mânevi kültürdür. Maddi kültür ise
kutsallaştırılmıştır. Bu bir asra yakın zamandan beri «Milli Eğitimcin gayesi ve
gayreti, bütün imkânları kullanarak öğretimi ve gençliğin terbiyesini
maneviyattan ayırıp maddeye saplamak olmuştur. Benimsenen Amerikan terbiyesi ve
zihniyeti, İslâm ruhuna musallat edilmiştir. Uzun yıllar boyu riya
alkışlanıyor, hak nazarlardan kaçırılmaya çalışılıyor.
Yukarıda tablosunu çizdiğimiz insanlarımız bu yanlış ve
maksatlı adımların, uygulamaların mahsûlüdür. Elinden Kur'an-ı, Peygamberi,
ahlâkı, dini, imânı alman nesil şimdiki kılığıyla Türklük iddiasında bulunsa da
kesinlikle «DOĞRU» da değildir. Ancak egemen güçler istemese de bu milletin
doğru olana sahip olacağına inanıyor ve bugünlerin de çok yakım
olduğunu görüyor gibi oluyoruz.
Hasılı, «Türk'üm doğruyum» diye bu memleketin
evlatlarına bağırta bağırta söyletip de onları doğrudan uzaklaştırmak zulmün ta
kendisidir. Bu zalimlerin çanlarına ot tıkamak bu memleketin asıl sahibi her
vatandaşın kutsal bir görevidir. [150]
384- »Zamansız Öldü.
Niceleri geldi, Neler istediler... Sonunda dünyayı
Bırakıp gittiler... Sen hiç gitmiyecek Gibisin, değil mi? O gidenler de, 'Seain
gibi idiler...
Ömer Hayyam
® Aniden veya genç yaşta ölenlere, ölenin
çevresindekilerden bazıları, «beklenmedik bir anda» yani «zamansız öldü»
derler. Şüphesiz bu çok yanlış bir
.sözdür. Kur'an ve Sünnete aykırıdır.
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'inde ölüm denilen gerçeğin
zamanının kendisi tarafından tayin, edildiğimi, bunu kimsenin ne zaman
gerçekleşeceğini bilemiyeceğini ve o anın değiştirilmesinin de mümkün
olmadığını beyan buyurmuştur:
«Ecel gelince, ne bir saat geciktirilebilir, ne de öne
alınabilir.» [151]
«(Ya Muhammed) Deki: Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm
mutlaka karşınıza çıkacaktır.» [152]
«Nerede olursanız olun, yükseltilmiş burçlar (Kaleler,
Apollalar, Soyuzlar, Uzay Mekiklerinin) içinde bulunsanız bile ölüm size
yetişecektir.» [153]
Ana rahminde 9 ay 10 günlük ömrünü tamamlı-yaa [154]
dünyaya doğar. Bu rahim hayatının ölümü dünya hayatının doğumu olur.
Dünyadaki ömrünü tamamhyan da bu dünyadan göçer, ölür ve
ahiret hayatı için doğar ve artık ebediyyen diridir. Ebediyyen ölüm veya yok
olmak diye bir şey söz konusu değildir: Ve'l ba'süba'de'1-meyt...
işin gerçeği budur...
Söylemek istenen şudur:
«Daima ölüme hazırlıklı ol.» Kur'an ve Sünnette insana
hep bu emir verilmiştir. Buna rağmen, insanoğlu ölümden gafildir. Ölüme
hazırlıklı değildir. Hiç de beklemez ölümü. Lâkin takdir edilen an geldi mi
gitmemeğe çare de yoktur. Şairin dediği gibi:
«Gururlanma insanoğlu Ölmemeğe çaren mi var? Hazan
görmüş bir gül gibi,
Solmanıağa çaren mi var?
Dünya değirmendir döner,
Bütün mahluk ona biner,
Yağı biten kandil söner,
Sönmemeğe çaren mi var?
Katma mülke haram malı, Fayda vermez kilim hah, Bu
emânet olan canı, Vermemeğe çaren mi var?
Gelince sön nefes sana, Sözün söyle, can dostuna,
Teneşirin yatıp üstüne Yunmamağa çaren mi var?
Düşünmezsin hiç ölmeği, Terk etmezsin sen gülmeği,
Yakası yok al gömleği, Giymemeğe çaren mi var?
Güzün döker sarı yaprak, Yüzün örter kara toprak, Çürür
kefen, vücut çıplak^ Kalmamaya çaren mi var?
Ne bir yemek, ne içecek, Etin yer börtü böcek, Yıllar
geçip beyaz kemik, Olmamaya çaren mi var?» [155]
Evet! Çaren yoksa hazırlıklı ol ölüm denilen gerçeğe.
Yazın sıcağında buram buram terlerken kış için odun-kömür hazırlığı yapanları
görürüz. Bu sıcakta, kışın geleceğini bilen insan kışın soğuğuna karşı kendini
hazırlıyor. Yarın ölüm de gelecek. Bu insanlar ölüme neden hazırlık yapmıyorlar
acaba? Bu sorunun tek cevabı var: Ahiret inancının eksikliği bu
hazırlıksızlığın, serkeşliğin asıl sebebidir. İşi buradan ele almak
lâzımdır.
Nedense insanoğlu bu dünyadan hiç gitmek istemiyor.
Gitmeyi düşünmek de istemiyor. Büyük âlimlerden Ebu Hâzim'e zamanın halifesi
sorar:
— Ölümü neden sevmiyoruz? Ebu Hazım cevaben der
ki:
— Siz dünyayı mamur edip aiıiretinizi hep harap
ediyorsunuz. Mamureyi bırakıp harabeye gitmek elbette gücünüze gider.» [156]
Olan budur işte.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
— Ahir zamanda kâfirler mü'minlerin üzerine yemek
yiyenlerin tabaklarına çullandığı gibi saldıracaklar, buyurdu.
Oradakiler:
— Ümmet az mı olacak Ya Rasûlallah? dediler. Efendimiz
de :
— Hayır, çok olacak. Ancak, o ümmetin başına daha
önceki ümmetlerin hastalığı arız olacak. ,O hastalıklar ikidir:
1 — Ölümden korkacaklar. 2 — Dünya sevgisine aşırı
dalacaklar, buyurdu. Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ikaz ediyor: «— Dünyevi
zevkleri kıran ve tûl-i emeli unutturan ölümü çokça hatırlayın.» [157]
Birisi geldi dedi ki:
— Ya Rasûlallah! Zeki mü'min kimdir? 1' Efendimiz
(s.a.v.) :
— Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi
hazırlanandır, buyurdu. [158]
Maalesef, memleketimizde materyalist bir şı ikame
edebilmek için ölüm ve ölüm ötesi unutturulmak, zihinlerden silmek için son
derece hızlı bir çalışma yapılmaktadır. 1983-84 ders yılında okullara mecburi
konulduğu yaygarası yapılan din dersleri kitabından [159]
ahirete imân bölümü çıkartılmıştır. Bu bir tesadüf değildir. Herşey planlı
programlı yürütülmektedir. Müslümanlar bunları çok iyi değerlendirmek
zorundadırlar.
Bütün bu menfi çalışmaları alt edebilmenin yollarından
biri de, insanın en az haftada bir defa has-tahane, hapishane ve mezarlıkları
ziyaret etmesi gerekmektedir.
Ölümü unutmamak lazım. Ev denildi mi hemen. mezar
hatırlanmalı. O ev dediğimiz yerler aslında, konoklama yerlerimizdir. Bir süre
oralarda kalacağız. Ölüm ile asıl evimize taşınmış olacağız. Onun için
mezarımızı şimdiden süsleyelim. Ne ile süsliyeceğiz?' İman ile, ihlâs ile,
ibâdet ile. Konaklama yeri için daimi kalacak yeri unutmak akıllı insanın
yapabileceği iş değildir.
Hz.'Ömer (r.a.) mühürüne: «Ölüm sana nasîhat-cı olarak
yeter» diye kazıtmıştır. Mührünü bastığı zaman karşısına bu ikaz çıkar işini
ona göre ayarlarım?-hep. Hatta kendisine ücret verip bir de nasihatcı tutmuş.
Birgün bakmış ki, sakalında bir kıl beyazlamış. Çağırmış nasıhatcıyı:
— Artık senin görevin bitti, demiş. O da, sormuş
:
— Ne oldu ya Ömer bir hatam mı oldu, deyince
— Hayır! Bak sakalımın bir teli beyazlaştı. Bana
nasihatcı olarak bu yeter, demiş.
Akıllı olmak lâzım. Akıllı insan ahire ti için çalışan,
daima gitmeye hazır olarak bekleyen kişidir.
Hasılı, bazılarının dediği gibi, insan kesinlikle
«zamansız» ölmez. Her canlının takdir edilmiş bir ölüm zamanı vardır. O zamanı
Allah'tan başka kimse bilemez. Bize emredilen ve gereken her an ölüme
hazırlıklı olmaktır. Ebedi hayatta kazançlı çıkacak olanlar bu hazırlık içinde
olanlardır. Meselenin özü. budur. [160]
385- «Merhum Ecel-İ Kaza İle Gitti. Düşmeseydi Daha Ölmiyecekti.»
• Kalk arasında, yanlış bir anlayış vardır:
Bir insan trafik kazasına uğramasaydı, bir yerden
düş-meseydi, biri gelip ona kurşun sıkmasaydı bu insanın daha ölmeyip
yaşayacağına inanılır. O olayın, onun erken ölmesine sebep olduğu kanaati
yaygındır. Çokları bunu izah ederken ecel-i kaza ve ecel-i müsemma
kelimelerini kullanarak açıklamalar yaparlar.
Hemen ifade edelim ki, ecel-i kaza ve ecel-i mü-semma
mefhumları bazı kişiler tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Zannedilmiştir ki,
«ecel-i kaza, bir kimsenin normal ömrünü tamamlamadan bir~feâza neticesinde
ölmesi; ecel-i müsemma ise, bir kazaya rast-lanmaksızm normal bir ölüm ile
hayatını tamamla, maşıdır.» Böyle bir zan tamamen yanlıştır. «Kaza» kelimesinin
türkçe'deki anlamına bakılarak böyle bir yanlışlığa saplanılmıştır. Burada
«kaza» kelimesi hükmetmek, takdir etmek... mânâlannadır. Şöyle bir .açıklama
ile izahı mümkündür:
Ecel-i kaza: Her insan için tayin edilmiş olan eceldir.
'Herkes için tayin edilmiş olan bir ecel-i kaza vardır.
Ecel-i müsemma ise; Umumi eceldir. Bütün varlıkların
hayat müddetlerinin sonu, yani kıyametin kopzamanıdır. Nitekim, bu iki tabirin
geçtiği âyet-i Kerimenin meali şöyledir:
«Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını hüküm
ve takdir eden O'dur. Bir de O'nun katında ma'lum (başka) bir ecel vardır.» [161]
Dikkat edilirse âyet-i kerime'deki ecel-i kaza doğumdan
ölüme kadarki müddet; ecel-i müsemma ise, ölümden ba's vaktine kadar olan zaman,
yani birincisi şahsi ecel, ikincisi umumi ecel olarak tefsir
edilmiştir.
İslâm itikadına göre; öldürülen veya herhangi bir kaza
neticesinde ölen kimse normal eceliyle ölmüştür. Öldürülenin hayatı tam son
anma gelince, katil öldürme işini yapmıştır. Allah (c.c.) ilm-i ezelisiyle o
katilin iradesini fena yolda sarf edeceğini, filan şahsın hayatını filan yer ve
filan saatte nihayete erdire-. ceğini bilmiş ve öldürülenin ecelini öylece
takdir etmiştir. Katile ceza verilmesi; Allah'ın haram kıldığı bir işi
yapmasından dolayıdır.
Hasılı, «ecel-i kaza ve ecel-i müsemma sanıldığı gibi
zamansız-zamanlı ölüm değildir. Bu iki terimi dinin açıkladığı mânâda anlamak
insanı sağlıklı neticeye götürür. Bu mânâda «Gitmeseydi ölmiyecekti» sözünün de
bizim inanç sistemimizde yeri yoktur. Bu ifadeyi kullananlar ya Allah (c.c.)'nün
takdirini bil-miyenler yada kabul etmeyenlerdir. Her ikisinin de sonucu
kötüdür. [162]
386 — «Bu Adam Kendi Eceliyle Ölmez.»
♦ Canlı, heyecanlı, gözünü budaktan esirgemeyen
kimselere halk arasında «Bu adam eceliyle ölmez» derler. Adamın olduğu yerde
duramamasmı, daima
heyecanlı yaşamasını anlatmak babında söylenilen bu
ifade tarzı çdk yanlıştır. Eğer o adamın heyecanı anlatılmak isteniyorsa, bu
hâli anlatacak Kur'an ve Sünnete ters düşmeyen bir ifade tarzı seçmek
lâzım.
Söylenilecek her sözün ifade tarzı çok önemlidir. Çünkü,
biz müslümanlar öyle bir güne inanıyoruz ki ağzımızdan çıkan veya çıkması
gerekirken çıkmayan, organlarımızın yaptığı veya yapması gerekirken yapmadığı
herşeyden hesaba çekileceğiz. O hesab gününe kendimizi hazırlamaya mecburuz.
Hayat filimimiz. çekiliyor. [163]Hiçbir
şeyi inkâr etmemiz de mümkün oîmıyacak.
İnsanlar için hayat dört kısımda mütalâa
edilir:
1- Ana rahminde
geçen hayat.
2- Dünya
hayatı.
3- Kabir
hayatı.
4- Ebedi olan
ahiret hayatı.
Dört bölümde mütalâa edilen hayatın ikinci sıra_ sini
dünya hayatı almaktadır. Dünya bir imtihan yeridir. Bu imtihanı kazanmanın,
kaidesi İslâm'ın koyduğu ölçülere göre yaşamaktır. Bu ölçülere uymayan yaşantı
müslüman yaşantısı değildir. Böyle bir hayat çile ve sıkıntılarla
doludur.
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de, her canlı için bir ölüm
anının tayin edildiğini, bu anın hiçbir kul tarafından ileriye-geriye
alınmasının da mümkün ola-mıyacağını bildiriyor. Fani hayattan baki hayata
geçişin değiştirilmesi mümkün olmadığına göre insanın şöyle veya böyle olması
farketmiyor. Bir başka ifade ile herkes eceliyle ölüyor.
Kur'an-ı Kerim'de:
«Yeryüzünde olan her canlı fanidir.» [164]
. «Ecelleri gelince ne bir saat geciktirebilirler, ne de öne alabilirler.» [165]
«Her ümmet için takdir edilen bir ecel var. Müddetleri
gelince bir an bile geri kalmazlar ve ene de geçmezler.»[166]
«Hiçbir ümmet, ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onu
geciktirebilir.»[167]
«Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye ölmek yoktur.
Ölüm, zamanı Allah'ın ilminde- kararlaşmış bir yazıdır.» [168]
buyuruîmaktadır.
Ana rahmindeki 9 ay 10 günlük ömrünü tamam-Uyan dünyaya
doğar. Bu rahim hayatının ölümü dünya hayatının doğumu olur.
Dünyadaki ömrünü tamamlıyan da bu dünyadan göçer, ölür
ve ahiret hayatı için doğar ve artık ebe-diyyen diridir. Ebediyyen ölüm, yok
olmak diye bir şey söz konusu değildir. Bunun kısaca söylenişini
hepimiz biliriz: Ve'1-ba'süba'del-mevt...
Bütün harblere katılan ve vücudumda el kadar yarasız
yeri olmayan ve yatağında vefat eden Halid bin Velid (r.a.) Hazretleri Bizans'ın
SİA (CIAJ Ajanları ile İran Sasani İmparatorluğunun ajanlarının müşterek hedefi
idi. Amr bin Sabit bin Vakş ilk defa Uhud Harbine katılmış ve bir saat sonra
şehid olmuştu. [169]
Bu iki olay; bizi öldüren ve diriltenin Allah (c.c.) olduğunun ea bariz
ifadesidir.
Hasılı, bazı özellikleri görüp de o özelliklere göre
hüküm vermek, ana kaideleri nazarı itibara almamak son derece yanlışlıklara
sebep olur. Aynen bunun gibi «bu adam kendi eceliyle ölmez» demek yersiz,
sakat, insanı gerçekten saptırıcı bir ifadedir. Herkes kendi eceliyle ölür.
Buna çare de yoktur. Çünkü takdir Allah (c.c.)'nündür. O ne dilerse o olur.
Amenna ve Saddakeıa... Bize düşen de budur...
[170]
387 — «Ben Öldükten Sonra Benim Cesedimi İster Köpeklere Atın, İster Bacağımdan Dereye Sürüyüp Atın.»
İnançsız, ataist yapılı, kişiliksiz kimselerden sık sık
duyduğumuz sözlerden biri de:
«— Ben öldükten sonra beni ister köpeklere atın, ister
bacağımdan dereye sürüyüp bir kenara çekive-rin» sözüdür.
Dünya hayatındaki bu serkeşliğin sebebi, ahiret
inancının yok oluşudur. Ahirete inanan, onun hakkında sağlam bilgiye sahip olan
kimse bu derece kayıtsız yaşıyamaz. Yaşaması da mümkün değildir.
Oysa müslümanm ölüsü de dirisi de muhteremdir. Hürmetle
muamele edilir. Ancak bizde it (köpek) '-lerin leşleri bacaklarından sürükleye
sürükleye bir kenara atılır. İt kadar kıymeti olmayan keferelerin leşlerini
bacaklarından sürükleye sürükleye bir çukura atmak bile köpek cinsine hakaret
olur. Onları lağımlara tıkıştırmak lâzım. Bu vasiyeti kendileri yaparlarsa
gerçek yerlerini bulmuş olurlar.
Ancak, müslümanm cesedi muhteremdir. Bizim inancımıza
göre müslümanm cenazesi gelin 'muamelesine tabidir. Bizde cenaze tertemiz
yıkanır paklanır, pamuk ve güzel kokularla süslenir, nur gibi
beyazlara sarılır, namazı kılınır helâllaşılır ve bundan sonra istir ah atgâhma,
özenle kazılmış mezarına gerdeğe girer gibi konur. Muhteremliğine binaen
ihtiram gösterilir cenazeye. Biz müslümanlar işte buyuz.
Müslümanlarla teşkil ettiği bu toplumda binleri çıkıp
kendilerine diri ikende olduğu gibi ölüace de it (köpek) muamelesi yapılmasını
istiyorlarsa onlara da öyle bir muamele yapmak lazım ki kendilerinden sonraki
itlere ibret-i âlem olsun.
Zamanımızın bütün insanları mutlaka şu sorulana
cevabını bulmak zorundadırlar. Çünkü dünyaya geliş gayelerimizden biri de bu
sorulara cevap bulmak içindir:
® Dünyaya gelen neden ve niçin geldi?
® Ölen niçin öldü ve nereye gitti?
@ Doğum ile ölüm arasında gerilen ömür şeridi ne
maksatla açıldı, hangi gaye ile dürüldü?
® İşlerin sonu ne olacak?
İşte mutlaka cevap bekleyen sorular!..
Rahimlerden beşiklere... ve nihayet, tabut ve
musallalara... Oradan da mezar denilen ^nechul konaklara bir hazan yaprağı
gibi yolcu edilen insanın durumu... Bu her düşünceliyi şiddetle alâkadar edecek
enteresan bir akıbettir. Bu akıbetin kendilerim alâkadar etmediği kişiler it
gibi yaşarlar, itler gibi ölüp itler gibi bacaklarından sürünerek lâğım
çukurlarının kenarlarına atılmayı arzu ederler. Ancak, cehennemin o homurdayan
ateşi bu itlere mezar olacaktır. Bu ne korkunç bir akıbettir!
Hasılı, «Ben öldükten sonra benim cesedimi ister
köpeklere atın, ister bacağımdan sürüyerek dereye çekiverin»
demek ataistlerin söyleyebileceği bir sözdür. Çünkü bu cüreti ancak ahiret
inancı olmayanlar gösterebilir. Müslümanların her nefeste ve son nefeste söyliy
e çekleri söz şudur : «Biz Allah'tan geldik yine Allah'a döneceğiz...» [171]
388 — «Cenazeye Gidemedim Çelenk Gönderdim.»
Batı kültürünün aramıza soktuğu çirkinliklerden biri
de çelenk taid'atidir. Kederde ve sevinçte bazıları bazılarına çelenk
gönderirler. Çelenk batıda kilise adetlerindendir. Papazların bazılarını
nıenfaatien-dirmek için icad ettikleri bir sömürü aracıdır.
Çelenk gönderme ve onu kabullenme adeti memleketimizde
bir hayli yaygındır. Ekserisinin müslüman olduğu söylenen bir ülkede böyle bir
adetin yaygın olması müslünıanlar için korkunç bir yüz karasıdır.
Bize göre hiçbir müslümanm bir çelengi yaptırıp
göndermesi veya gönderilen çelengi ne vesile için olursa olsun kabullenmesi
mümkün .değildir.
Bizim bir atasözümüz var:
«Çengi ölüsü çalgı ile kalkar» derler. Çengi: Dansöz,
orosbu, Lfahişe pezevenk, deyyus, nefsinin istekleri doğrultusunda yaşamış
kişilere verilen bir sıfattır. Böyle yaşıyanlarm cenazeleri de kendilerine göre
olacağı şüphesizdir. Onun için bunlar için söylenecek söz
lüzumsuzdur.
Müslüman birinin, cenazesine gönderilen çelengi kabul
etmesi de mümkün değildir. Çünkü İslâmi geleneklerde böyle bir usul yoktur.
Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in vasiyetinde zikrettiği gibi
müslüman, kimden gelirse gelsin getirilen çelengi çamura atmalıdır. Müslüman
cenazesine çelenk yakışmaz..
Çinliler ölülerini defn ederlerken yanlarına pirinç
koyarlarmış. Bir Amerikalı bu hali görünce bir Çin'-liye sormuş :
— Bu ölü tıe zaman kalkıp bu pirinci yiyecek?' Çinli
sorulan bu suale şu cevabı vermiş :
— Sizin ölüler ne zaman kalkıp çiçekleri koklar-sa,
bizim ölüler de o zaman kalkıp, konulan "bu pirinci yiyecek, demiş."
Yani, sizin yaptığınız da bizim yaptığımızda bir
ahmaklıktır, demek istemiş. Ahmaklara ahmaklıklarını anlatmak deveyi hendekten
atlatmaktan da zordur. İşte misali de budur.
Bir de resmi günlerde ve özel gün ve ziyaretlerde
heykellerin önüne çelenk koyuyorlar. Sonra o heykelin huzurunda rukuya
eğiliyorlar. Biz öyle zavallı bir toplum olduk ki, sorma gitsin. Ölülerden
sonra, taşlardan ve tunçlardan medet umanların idareci kadroları oluşturduğu bir
memlekette yaşıyoruz. Vay vay, hem de ne vay vay!
Alın size kısa yoldan bir hesap:
Bir senede 15 resmi veya özel gün olduğunu kabul
edelim. Vilayet kaza ve nahiyeleri gözümüzün önüne getirelim. Bunların yuvarlak
bir hesapla ikibin olarak kabul edelim. Buralardaki heykellerin yanına, ortalama
on çelenk konsa ve bu çelenklerin her birinin ikiyüzbin lira kıymeti olsa bunun
para olarak karşılığı düğün-doğum ve işyeri açma vesilesi ile gönderilen
çelenklerîe birlikte yılda ortalama 60 milyar civarında bir rakama ulaşmaktadır.
Bu ne korkunç bir neticedir.
Oysa memleketimiz perişan, millet ızdırab
içinde, herşey zıvanadan çıkmış, namuslar payumal edilmiş ve
edilmeye devam ediyor. Çelenklere değil, imkanlar, insanları İslaha ve hak
düzenin yaşanmasına kullanılmalıdır. Asıl olan budur.
Hasılı, çelenk illeti memleketimize batıdan gelen bir
sömürü vasıtasıdır. Kişilik sahibi hiçbir ferdin buna tevessül etmesi
düşünülemez. Bu ancak kişiliksiz, uşak ruhlu, ne olduğundaa habersiz kimselerin
teves_ sül edebileceği bir batı adetidir. Müslümanım diyenlere kesinlikle
yakışmaz, vesselam... [172]
389 — «Babamın Yedisini, Kırkını, Elliikisini Okutacağım.»
Cenazenin, defti edildiği günden itibaren, 3. 7. 40. ve
52'inci gece veya gün ile ilgili olarak kaynaklarda hiçbir rivayet yoktur.
Cenazenin defninden sonra günler ve geceler sayıp belli rakamlara gelince böyle
gece veya günlerde özel merasimler tertip etmek katiyyen doğru değildir. Bu tür
davranışlar ve inanışlar cahil halkın ve din istirmarcıhğı yapanların
uydurdukları bid'atlerdendir. Akl-ı selim mü'minlerin buna âlet olmaları
düşünülemez.
Böyle ihdas edilen gün ve gecelerde ziyafetler vermek
de bid'at ve mekruh işlerdendir. [173]
Ayıraç Kur'an-ı Kerim hatmettirmek, teşbih teh-lil
okutturmak için yemek yapıp davet ittihaz etmek mekruhtur. Çünkü bu,
dalkavukluğa ve mürailiğe sebep olur. Ancak, fakir-aç ve muhtaç gördüğün
kimseleri sevabını ölünün ruhuna bağışlamak üzere yedirmek ölümün kaçıncı günü
(ölüm günü ile ilk üç gün hariç) veya yılı olursa olsun güzel bir sadaka
olur.
Komşuların cenaze çıkan eve ölüm vukuundan itibaren üç
gün yemek hazırlayıp götürmeleri müs-tehaptır. Bir cenaze münasebetiyle
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«— Cabir ailesine yemek yapıp götürünüz. Onlara onları
meşgul edecek şey gelmiştir.»
Ölünün üzerine bağışlanmak üzere dinin
caiz gördüğü her amel takdirle karşılanır. Ancak,
zamanımızda ekseri müslümanlar dinin icablarını tam bilmediklerinden zamanla
hoş olmıyan şeyleri de ibâdet zannetmeleri maalesef hiç hoş olmamaktadır.
Bunlardan biri de bugünkü icra edilen şekliyle mevlid merasimleridir. Bu
merasimlerin icrasında akla-hayale gelmedik bid'atler işleniyor. Sevap elde
edilmek istenirken katmerli günahlar icra ediliyor, maalesef. Bunlardan
bazılarını şöylece zikredebiliriz:
© Mevlid ile hiçbir alâkası bulunmayan sırf kadınları
ağlatmaya yönelik, acaib mürailikleri içeren hareket ve sözler icra
ediliyor.
© Kadın-erkek aynı odada veya yerde çoğu zaman
biribirlerini -seyrederek dinliyorlar.
Ve daha niceleri.
Demek istenilen şudur:
Ekseriya riya ile, desinler için yapılan merasimlerin
yapılmasında ne ölü ne de diri için hiçbir fai-de yoktur. Menfaat gözetilen,
ihlâssız, Allah (c.c.)'-nün rızâsının gözetilmediği mevlid, hatim... vesaire
gibi icraatlardan faide geleceğine inanmak ehl-i sünnet itikadına zıd ve bâtıl
bir İnançtır. Ancak, Allah (c.c.)'nün kelâmı ve Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimizin
medhiyesi hasis menfaatlere,âlet edilmeden ihlâs ile okunması çok faziletli bir
ibâdettir. Meselenin özü de budur.
Hasılı, dinimizde 3. 7. 40 ve 52'inci gün veya gece diye
ölünün arkasından yapılacak herhangi bir ibâdetin mevcut olduğuna dair
kaynaklarda hiç bir rivayet yoktur. Bunlar bid'attir. ölümün vukuundan
itibaren ilk üç gün hariç fakir, aç ve muhtaç görülen kimseleri sevabını
ölünün ruhuna bağışlamak üzere yedirmek, giydirmek güzel bir sadaka olur.
Yapılması gereken de budur. [174]
390 — «Babam Öldü Hemen Mezarını Yaptırdım
Bizim toplumumuz, emperyalist batı kültürünün
istilâsına uğramış bir toplumdur. Memleketimizin idarecileri Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana bu memleketin insanlarını batılıların, kafa yapısına göre
yetiştirmek gayretiyle çalışmışlar ve maalesef bunda muvaffak olmuşlardır. Bizi
biz yapan, öz kültürümüzden bizi ayırdılar. Bu zâlimler anarşist bir nesil
meydana getirdiler. Dinini, ibâdetini, insanca yaşam tarzını bilmiyen bir nesil.
Ve şimdi bu nesil kendi bah-çivanlarını yiyorlar.
İn&anımızın batı inanç ve yaşantı tarzına
yönlen-dirilişi mezarlıklarımıza kadar yansımıştır. Memleketimizde mezarlıklar
mermer dağı haline getirilmiştir. Ölenin yakınları için ölmüşlerinin
"mezarlarını mermerlerle yaptırmanın en büyük ibâdetlerden sayılır olduğuna
inananların çoğaldığı bir memleket haline geldik, maalesef. Bunun için
ölülerimizi İslâmi kurallara göre defin edemiyor ve mezarlıklarımızı
inancımızı aksettirecek tarzda şekillendir emiyoruz.
Adam:
«— Babam Öldü hemen mezarını yaptırdım» diyor, îslâm'm
kabul etmediği baştan sona israf yüklü şekilde şekillendirdiği ölüsünün mezarını
övünç vasıtası yapıyor. Yazık, hem de çok yazık.
Oysa mezar, dünya ve ahiret arasında bir kapı-' dır. Bu
kapıdan ölüm ile geçilir. Bu kapıdan geriye dönüş de yoktur. Mezar içindeki
hayatın dünya ku-rulalıdan beri insanlar arasında değişik inançlarla ele
alınması, .mezarlarla ilgili farklı tatbikatlara neden olmuştur. Ancak, bizi
ilgilendiren. îslâmi olanıdır. Biz ' bunu bilmeye ve bildirmeye memuruz.
İnancımıza göre mezar, maddi ve mânevi âlemimizin geçen zaman içindeki
istirahatgâhıdır. Orasının imar edilmesi lâzımdır. Bu imar, mezarın dışını
süsleyerek değil içini ölüme hazırlıyarak yapılmalıdır. Burasının cennet
bahçelerinden bir bahçe haline gelebilmesi için insan ölmeden orasını imar
edecek yani Allah (c.c.l'a teslim olacak. O'nun emrettiği hayat tarzını
yaşıyacak. Bu olmazsa öldükten sonra yaptırılan anıtmezarların hiçbir faidesi
yoktur. Hatta zararı çoktur.
Hiçbir müslüman kabrinin, bir hıristiyan mezarına
benzetilmesi doğru değildir. Bursa'da vaktiyle yerleşmiş Müslüman dostu
Greguvar Bey adında bir ba-tılı Ahmet Haşim'e, mezarlıklar konusunda şunları
söylemiş : ,
«— 'Belki dikkat ettiniz. Bahçemdeki ağaçlar
ekseriyetle söğüt ve selvidir. Bahçemin ölüm ve ahiret kokusu dağıtabilin e
si-ie4n bu cins ağaçları tercih ettim. Etraftan burnumuza gelen mezarlık kokusu
işte bu yapraklardan dağılıyor. Mezarlığı hiçbir millet sizin anladığınız güzel
tarzda anlayamamıştır. Frenk mezarlığı ölümün tatlı ve hazin güzelliğini bozar.
Orada, sanki taşlan daha dik ve köşeli yapan bir hava dolaşır, sanılır ki her
ölü süslü ve sağlam mezarının kafisi arkasında, kendini beğenmişçe bir hırsla
saklanmış rahatsız edici ziyaretçiye saldırmaya hazırlanmış bekliyor.
Hıristiyan mezarlığının ağır sütununda hissedilen âdeta
düşmanlıktır.
Halbuki sizin mezarlıklarınızın havasından her türlü
maddi endişelerin gerginliğinden kurtulmuş bir gülümseme dolaşır. Müslüman
mezarlığında insan her ölü için durup ağlamak ister. O kadar ki, her ölü munis
ve cana yakındır. Mezarlıklarınızı şehirlerin ortasında kurmakta da haklısınız.
Bunlar öyle bahçelerdir ki, ağaçlarının yetiştirdiği meyveler, yaş ayanlarım
tatması lâzım gelen his ve fikir meyveleridir.»
Gerçekten de ecdat mezarlıklarına
baktığımızda arzu edilen his ve fikiri aldığımızı anlarız.
Mezarlıklarına ecdadımız, hep selvi ağacı dikmiştir. Selvi, yapraklarını
dökmeyen «elif» gibi narin bir ağaçtır. Selvi, elif'e benziyen endamıyla
Tevhid'i, devamlı yeşil duran yapraklanyla ebediliği temsil etmekte ve
ba-kaalara:
«— Son durağın burası» olduğunu telkin
etmektedir.
îslâmi yörelerde, mezarlıklar cami avlularında, şehir
içinde ve yolların kenarlarmdadır. Bunun sebebi, ölüm hazırlığına birer çağrı
içindir. Bu, ölüm ve ölüm ötesine, her nefesi son nefes yapmağa
hazırlamaktır.
Mü'min. sevdiklerinin yanından çıkıp camiye gittiği
zaman cami avlusundaki mezar taşları ona ölümün yakınlığını hatırlatır. Huşu
ile namazını kıîar. Yine camiden çıkarken, sevdiklerinin yanma dönerken bir kez
daha o mezarları selamlıyarak ölümün soğuk nefesini duyar. İslâmi mimaride cami,
tekke ve mezarlıkların bir arada bulunması ölüm ile hayatın ÎÇ içeriğinin bir
uzantısıdır.
Şimdi, mezarın dış görünüşü nasıl olmalıdır? Bu-,günkü
uygulamanın yeri nedir? Mezarlıklar nasıl olmalıdır? Sorularına cevap bulmaya
çalışalım:
İslâm'da, kabirlerin nasıl olması gerektiğine dair
ölçüler verilmiştir. Kabirlerin iç konumunda olduğu gibi dış şekli üzerinde de
titizlikle durulmuş, bununla alâkalı emir ve yasaklar konulmuştur. Buhâri adlı
hadis kitabındaki bir rivayetten anlaşıldığına göre bunun tek sebebi, tevhid'i
(yalınız Allah Cellecelâluhu'-ya ibâdet esasını) korumaktır. Hz. Aişe
radiyallahu anha anamız Rasulüllah (s.a.v.) Efendimizin son hastalığında şöyle
buyurduğunu nakletmiştir:
«— Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin ki, -onlar
peygamberlerinin kabirlerini mabet haline getirdiler.»
Hz. Aişe Cr. anha) validemiz bu hadisi naklettikten
sonra demiştir ki:
— Eğer bundan korkulmasaydı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
kabri dışarıdan belli olacak şekilde yapılacaktı.»[175]
Ebu Suud Efendi fetvalarında:
«— Kabir üzerkıe taş yapmak ve taş yapmayı sanat
edinmek ve böylece para kazanmak caiz değildir» [176]demiştir.
Kabirin yerden bir karış yükseltilmesi, şeklinin deve
görgücü gibi olması,/ başına bir taş konması ve o taşa da ölünün isminin
yazılması caiz görülmüştür.
Hasıl olan kanaate göre bu meseleye iki
cihetten bakılmalıdır:
1- Tevhid'i
korumak bakımından:
Umumi kültürü ve dini bilgisi zayıf kişilerin aklımı
çeler, mabetle mezarı biribirine karıştırmalarına,
mezarda yatanın fevkalbeşer, bir varlık olduğuna
'inanmalarına sebep olur korkusuyla, kabirlerin mescid gibi yapılması ve mescid
haline getirilmesi şiddetle yasak edilmiş, kireç, mermer, taş ve benzeri ile
yapılması da aynı sebeple men edilmiştir.
2- İsraf
bakımından:
İslâm, bir çok âyet ve hadiste israfı yasaklamıştır.
İsraf, malın lüzumsuz yere harcanması demektir. Aç, çıplak, ilaçsız, (tahsilsiz,
eşsiz, işsiz muhtaç müs-lümanîara yardım etmek varken milyonlarca lira sarf
edilerek heybetli, süslü ve masraflı kabirlerin bina edilmesi israf hududu içine
girmektedir. [177]
Günümüzde memleketimizin her yerinde kabirlerin dış
görünüşleri İslâm'ın koyduğu ölçülere uymamaktadır.. Sırf gösteriş için, şan,
şöhret olsun diye, övüç vesilesi yapılmak için yapılan mezarlar «Mezar
yapımcısı» ticaretini meydana .getirmiştir. Bu, dini bilgisi çok zayıf
toplumumuzda, mezarların mutlaka yapılması mecbur imiş gibi bir inanç meydana
getirmiştir. Bununla birlikte «mezar yapılırsa ölü daha iyi rahat eder»
düşüncesi cemiyette hakim düşünce haline getirilmiştir. Bırakınız küffar
mezarlarını müslüman mezarların! dolaştığınızda .birçok .anıt-mezarlarda
merhumun haH hayatındaki resimlerinin bile mezar taşlarına nakşedildiğini
görüyorsunuz.
Mermer taşlarla yığmlaştırılan mezarlar anıt-me-zar
haline getirilmiş haliyle ölüye işkence vermekten başka bir
mânâsı da yoktur. Bu şekilleriyle kabirlerin üstü bir pislik yığını haline
getirilmiştir. Böyle bir hâl pislik hükmündedir.
Mezarlar, islâm'ın yapılmasını emrettiği ölçüler içinde
olmalı. Kesinlikle israftan kaçınılmalıdır. Mezarlıkların da etrafı çevirili
olmalıdır. Oralara çöp dö-külmemelidir. »Hayvanlar otlatılmamalıdır. ..Mezarlar
üzerinde dolaşılmamalıdır. Mezarlıklar ibret alınması gereken yerlerdir. Onun
için buraların yeşillik olması lâzımdır. Otlar, güller, çiçekler ve ağaçlar
ekilmelidir. Çünkü yeşil bir bitkinin toprağın altında yatan için istiğfar
ettiğini dinimiz bize haber vermektedir.
Hasılı, ölenlerimizin kabirlerini anıt-mezar haline
getirmek dinimizce yasaklanmıştır. Milyonlarca lira harcıyarak mermerden mezar
yapmak ölüye işkence olmaktadır. Dinimiz, müsiüman mezarlarının yenden bir iki
karış yükseltilmesine, şeklinin deve hörgücü gibi olmasına, başına bir taş
konulmasına ve bu taşa da ölünün isminin yazılmasına müsade etmiş ve bunu caiz
görmüştür. Bu ölçüye uymayan her mezar dinen hoş görülmemiş ölü için bir azab
vesilesi olacağı bildirilmiştir. Biz ölülerimize azab vesilesi değil rahmet
vesilesi olmalıyız. İnancımız da bunu gerekli kılar. [178]
391- «Ölüye Giden Ağlar, Düğüne Giden Gynar.
Evet! «Ölüye giden ağlar, düğüne giden oynar.» sözü
doğrudur. Bunun tam tersi olursa yani ölüye giden oynar, düğüne giden ağlarsa
bu, bu işi yapanın akılsızlığının alâmeti olur.
Ancak, bunları yaparken Ölçüyü kaçırmamak lâzım. Ölümün
korkulacak bir şey olmadığı, eğlenmenin de bir ölçüsünün olduğu
unutulmamalıdır. Ölçü çok önemli.
Ölüye ağlamak caizdir. Ancak bu ağlayış insanın
kendisini parçalayarak, elbisesini yırtarak, kendisini yerden yere atarak
olmıyacaktır. Bu dinimizde nehye-dilmiştir. Ağlama sessiz ve sakin olabilir. Bu
sadece göz yaşı akıtarak dışarıya aksedebilir. Peygamber '(s.a.v.) Efendimiz
oğlu İbrahim vefat edince ağlamıştı. Bunu gören sahabeler:
— Ya Rasûlallah! Sen bizi ağlamaktan men etmiştin. Ama
şimdi görüyoruz ki, siz ağlıyorsunuz, dediler. Efendimiz (s.a.v.) :
«— Ben sizi kendinizi parçalayarak, saçınızı başınızı
yırtarak, yolarak ağlamaktan men ettim. Sakin olarak ağlamaktan men etmedim. Bu
benim evladımdır. Ona şefkatimden ağlıyorum. Herkes de böyle ağlar»
buyurdular.
Baştan da dedik ya! Ölçü çok önemli. Bu ölçüyü
taşırnıamak lâzım.
Mü'minler için ölüm de korkulacak bir şey değildir.
Mü'mm için ölüm bir mekândan başka bir mekâna intikaldir. Bu intikalde mezar
giriş-çıkışı sağlı-yan bir kapı gibidir.
Zamanımızın insanları ölümden çok korkuyorlar. Niçin?
Bunu bir âlime de sormuşlar o zat da demiş ki: «— Siz dünyanızı mamur edip
ahiretinizi harap ediyorsunuz. İnsan, mamur yeri bırakıp da harap yere gitmek
istemez. Onun için ölüm böyleleri için korkulacak korkulu bir rüya oluyor. Ama
ne olursa olsun ondan kaçış yok.»
Çok yerinde bir izah, Allah razı olsun...
İnsanlar eğlenmeği de severler. Hiçbir zaman için
eğlenmenin ölçüsü de kaçırılmamalı. Eğlenme tarzımız da bozuk. İnsanımızın
aklına eğlenmek deyince 'Kur'an ve Sünnette yasak edilen ne kadar melanet varsa
onları icra etmek geliyor. Bu son derece yanlıştır. İçki içmek, karı oynatmak,
dans etmek eğlenmek değil eşekliktir. Eşekler eşekçe çifteleşiyorlarsa bu eş-ş
ekliklerindendir.
Musiki ve eğlence" konusuna kitabımızın 2'inci cildinde
salhife 36'da da değindik. «Müzik ruhun .gıdasıdır» başlığı altında ele
aldığımız bu bahsin yeniden bir daha okunmasında fayda mülâhaza
ediyoruz.
Bir de, düğün denilince insanımızın aklına bir dizi
günahları peşi peşine yapmak geliyor. Bunları yaparken de herkes aynı kılıfı
ileri sürüyor:
«— Ne olacak canım. Bu ömürde bir defa oluyor. İnsan bir
daha mi evlenecek. Olsun varsın birşey olmaz.» diyorlar. Bilmiyorlar mı ki,
kerhanedeki kadın o ilk bir defa ile oraya düştü. Ayyaş o ilk bir defaki
kadehle o hale geldi. ıKumarbaz o ilk bir defaki oyunla karısını oyunu
karşılığında ortaya koydu. Bunlar ilk bir defa ile başladı hep. Büyüklerden
birinin çok enteresan bir sözü var. Diyor ki:
«— Kadın bugün elini bir erkeğe veriyorsa yarında
dudağını verecektir. Dudağmı verdikten sonra artık kadınlığını vermek için o
kadın hazır beklemektedir.» İşte hep melanetler o ilk bir defa ile başlıyor. Ve
artık sonu bir daha gelmek bilmiyor.
Bunları şunun için dile getiriyorum: İnsan hayatında
ölçünün önemi büyüktür. Ölçü, doğru olacak... îşte bu İslâm'dır... Ölçü olarak
İslâm'ı almıyanların hayatları mahvolmuştur. Hep sıkıntı, buhran, çile,
ız-dırab, stres... bunların ardı arkası gelmez. Gelelim başlıkta zikrettiğimiz
söze:
«_ ölüye giden ağlar.» Evet ağlıyacak ama ölüme
hazırlanarak ve ölümün korkulacak bir şey olmadığını bilerek; bir de ölçüyü
muhafaza ederek.
«__ Düğüne giden oynar.» Evet eğlenecek ama günah
işlemenin eğlenmek olmadığını bilerek yapacak yapacaklarını. Tabii, bu işin
ölçüsünü iyi muhafaza edecek.
Hasılı, iza'h ettiğimiz tarzda olmak kaydıyla «ölüye
gidenin ağlamasında, düğüne gidenin oynamasında» sakınca yoktur. Ama ölçüye
uymazsa ağlamanın da oynamanın da vebali vardır. Cenafo-ı Hakk Mühammed Ümmetine
ibu vebali anlayabilecek imân ve şuur ihsan etsin... AMİN... [179]
392 — «Esir Mîlletler Haftası.»
Mânâsız ve faydasız haftalar ve günler düzenlemek
yirminci asrın en yaygın modası olmuştur. Bir -iki ayda bir yeni bir hafta icad
edilir. Bu münâsebetle bol bol nutuklar çekilir, övgüler düzülür veya kınama
mesajları yayınlanır. Bütün bunların lıepisi ölüye çiçek göndermek kadar
mânâsız ve faydasız şeyleri alışkanlık haline getirmenin
neticesidir.
Ancak, t>u özel gün ve haftaların idarecilerle
ya-hudi tüccarlara büyük faydaları vardır. İdareciler bu metodlarla halkı
oyalar, yahudiler de keseyi doldurur. Bu haftaların tertibinden gaye milleti
oyalamaktır. Bu özel gün ve haftalar hiçbir topluma fayda getirebilmiş
değildir. Yapılan iş sadece bunların reklâmcılarının memnun
edilmesidir.
Esir Milletler Haftası, Irkçılıkla Mücadele Haftası,
İnsan Hakları Haftası... vesaire gibi haftalar yıllardır hangi topluma ne fayda
sağlamıştır?
Amerika'da «Senin derin siyah» diye zencilere olmadık
şeyleri yapan kaç kişi bu haftalarda ve bu haftalarda atılan nutuklarla bu
eylemlerinden vaz geçmişlerdir? Elbette hiç!
Afrika'nın hangi bölgesindeki sömürü hortumu bu özel gün
ve haftalarla ve nutuklarla işlemez hâle gelmiştir? Elbette hiç!
Asya'nın neresinde «Senin inancını beğenmiyorum» diye
müslümana yapılan zulümlerin hangisi bu özel haftalarla son. bulmuştur? Elbette
hiç!
Filistin'de, Afganistan'da, Filipinler'de, Eritre'de,
Mora'da zulme mâni olunabilmiş midir bu özel haftalarda? Elbette
hayır!
Öyle ise her toplum, «Söz değil amel» gerek diyerek,
egemen güçlerin oyalama takdiği özel gün ve haftalardan vaz geçip zalimlerin
menfaat çanlarına ot tıkamahdır. Yapılacak olan budur.
Bu yazımızda Türkiye'de ve dünyada kutlanan birçok özel
haftadan biri üzerinde duracağız, inşaal-lah... Okuyucularımız diğer özel hafta
ve günleri de buna göre değerlendirmelerini istiyoruz. Şimdi ele alacağımız
hafta «Esir Milletler Haftası»dır.
Bu haftayı anlatabilmek için önce millet mefhumunun
üzerinde durmak lâzım. Dünyada iki millet vardır:
1- İslâm
milleti,
2- Küffar
milleti. [180]
Bu iki milletten hangisi gerçekten hürdür, hangisi
esirdir; bu ikili ayırımın taraflarını teşkil edenlerden hangisinin kurtarılması
için hürriyet mücadelesi vermesi gerekmektedir?
Önce şu hususu aydınlatmakta fayda vardır: Yıllardır
Amerika, komünist ülkelerdeki insanlara esir gözüyle bakıyor, onları kurtarma
rolü yapıyordu. Rusya'da kapitalist rejimlerdeki insanları esir ve kurta_
rılmaya lâyık zavallı insanlar olarak görüyordu. Bu dalavere komünist rejimin
yıkılışı ile bitti. Bakalım küfür bu konuda ne kılığa girebilecek,
Enteresandır, çağımızda bâtıl sistemlerin esiri olmuş
insanları kurtarmak içiei müslümanm verdiği mücadele zalimler ve sadık köleleri
tarafından «çağdışı» ilân edilmiştir. Müslüman kendisine İslâm dışı sistemlere
bağlanmış kimselerin çağ dışı demesiyle ne çağdışı ne de hür olamaz. Ancak,
onların karşısında zayıf düşerse o zaman elbette esir olur.
Meseleyi bu açıdan ele aldığımızda müslümanlar olarak
hürriyetimizi kaybettiğimiz gibi, içtimai planda dahi bir esaret çemberi
tarafından kuşatılmış olduğumuz gerçeği ortaya çıkar. Buna rağmen
Türkiye'->li müslümanlar olarak kendimizi sahiden hür zannedip, <Esir
Milletler» i kurtarma çığlıklarına iştirak ederiz. Vah... Vah...
Önce bastığımız yeri tesbit edelim: Bunu yaparsak o
zaman önce kurtarılması gerekenin ne Vietnam'-lının, ne Semerkant'lmın, ne
Afrika'lmm... olduğu değil bizzat kendimiz olduğumuzun farkına
varabiliriz.
Yaşantımıza kendi inancımız açısından baktığımızda,
görürüz ki./nefsini İslâm'a göre dizginlemeyen kişi nefsinin ve Şeytanın es
iridir.Ekseriyetinin nefsinin esiri olmuş insanların teşkil ettiği cemiyet de
küfrün ve zulmün esiri olmuştur, ahlâksızlığın esiri olmuştur. Öyle ise
kurtarılacak olan bu insanlardır, bu cemiyettir. Demek ki, hürriyet ve
istiklâlimizi yeniden elde etme mücadelesini başlatacağımız cephe kendi
nefsimizde ve kendi cemiyetimizdedir. Kendi nöbet ye-rimizdeki vazifeleri ihmal
edip, başka yerdeki nöbetçileri uyandırmaya kalkışmak ve vazifeye davet etmek
işgüzarlığı müslümanm tavrına yabancıdır.
Müslüman hür olmak istiyorsa, öncelikle kendi nefsini
merkez yaptığı bir ferdi ve içtimai üssü inancının enirine kayıtsız şartsız
tahsis etmelidir. Bunu yapmıyorsa, yaptığı şey, bir esirin bir diğer esire
acımasından daha farklı değildir.
Müslüman, Kelime-i Şehadet sancağı altında toplananları
bir millet kabul eder. Bu milletin hürriyet ve-istiklâl anlayışının özü, Allah'a
kesin teslimiyettir, gayesi ilâ-y-ı kelimetullah'tır.
Kapitalist, komünist, Siyonist ve herçeşit İslâm dışı
güçlerin telkin ettiği bir hürriyet anlayışına bağlanmak müslümana kesinlikle
haramdır. Bu bâtıl sistemlerin hürriyet anlayışına bağlanan insan halâ.
«Müslümanım» diyorsa bu kimse sahip olduğu cevherden habersiz bir
cahildir.
Türkiye'de de her yıl «Esir Milletler Haftası»
kutlanır, bu vesile ile nutuklar atılır. Biz Türkiyeli müslümanlar olarak
böyle dış güdümlü taleplere ve oyunlara gelmemeliyiz. Dünyada esir kavim ve
milletlerin olduğu doğrudur. Ancak biz, başıboş hürriyet mefhumu adına her
kavmin kendi kültür ve medeniyetini devam ettirmesini isteyemeyiz. Biz müslüman
olarak, İslâm dışı her kültür ve" medeniyetin, yaşayış tarzının iasanın
hürriyetine düşman olduğuna inanırız: ve o kültür ve medeniyetle, o yaşayış
tarzıyla esir edilmiş insanlığı esaret ve zulmün karanlığından İslâm'ın
aydınlığına, ebedi sabahına; adaletine ulaştırmayı gaye ediniriz. Bu gerçekten
uzaklaştığımız için İslâm ülkeleri denilen dünya dahi bugün yabancı kültür ve
medeniyetlerin hakim olduğu esir müslüman-Wla bir manzara
göstermektedir.
Bizim kurtarılması için mücadele etmemiz gerekenler,
dünyadaki esir müslümanlardır. Müslümanlar üzerindeki zulmü ve baskıyı yok etmek
şuuruna ermedikçe hürriyet mefhumunu İslâm'ca anlamamış oluruz.
Hasılı, «Esir Milletler Haftası» ve diğer özel hafta ve
'günler tamaımen yabancı patentli olup bizi uyutmak için aramıza sokulmuştur.
Hiçbir faydası yoktur. Zalimlerin oyunuaa gelmemek müslümanlıgımızm gereğidir.
Meselenin özü de budur. [181]
393- «Irkçılıkla Mücadele Haftası»
• Islâmi inanç sistemimde ırkın ırka kesinlikle herhangi
bir üstünlüğü yoktur. [182]
Renk, dil, memleket farklılıklarına ırkı aynlıklıara dönüştüren ve kendi ırkını
en yüce kaıbul eden yattıudi topluluğudur. Irk ayırımı "belâsını insanlar
arasına ilk atan yahudiler olmuştur.
Irikcılık Fransa'da doğdu, Almanya'da gelişti,
Amerika'da uygulanmaktadır. Amerika bir yandan sulhun, hürriyetin havarisidir,
,bir yandan kendi vatandaşlarına kuduz köpek muamelesi yapmaktadır. [183]
Irkçılık, soy-sop üstünlüğünü savunmak kendi ır-fondan
olmıyanları bakir görmek demektir. Allah '(c.c.) insanları kavim kavim
yaratmıştır. Sırf birilbir-ieriyle anlaşıp uyuşsunlar diye. [184]
Bir insan kurt olmakla suçlanamaz, ancak künfccü olursa bu affedilmez 'bir
suçtur. Yine Türk olabilir ama Türkçü olamaz. Çünkü İslâm ırkçılığı reddeder.
Zira ırkçılık İslâm'ın 'birlik çağrısına karşıdır.
«Allah'ın ipine topluca (birlikte sarılın...» [185]
«Allah indinde birinizin birinizden üstünlüğü ancak
takva iledir» [186]
emri insanlar arasındaki imtiyazı kaldırmıştır.
Dünyada müslümanlarm uğradığı zulümlerin nedenlerinden
biri de ırkçılık belasıdır, telâm birliği ırkçılık belâsından bozulmuştur.
Çağımız buhranlıdır, sebebi, ırkçılık belasıdır.
Esasen 1789 Fransız ihtilâline kadar hiçbir devlet
vatandaşlarını ulusal bir dili kullanmaya zorlama-mışltır. [187]
Fransız ihtilâlini hazırlayan filezoflar, Fransız halkının tek bir ulusal dil
dışında hiçbirini konu şamıyacaklarını ilân edince, yer yerinden oynamıştır.
Bundan sonra her kavim, kendi dilini korumayı 'kutsal görev bilmiştir. Devlete
hakim olan kavim ken_ di dilinin dışındaki dillere hayat hakkı tanımıyordu. Bu
tatfbikat -kavmi anlamda milliyetçiliği (ırkçılığı) yaydı. Osmanlı Devletini
paramparça eden «İttihad -Tarakki İdeolojisi» temelde Fransız filozoflarının
görüşüne dayanmaktadır. Tabii ki bu şeytani bir vesvesedir.
Emperyalizmin baş temsilcisi yahudiler müslü-man
ülkelerde ırkçılık (belâsını körükleyerek o ülkeyi ve insanlarını, bölmüşler
böylece halkını mandaları altına almışlardır/
Irkçılık belâsı temelde tevhid inancının tek temsilcisi
İslâm milletini parçalara bölmeyi hedef almışlir. Sömürü düzeni emperyalizm,
ırkçılıktan kaynaklanmaktadır. Zalimler bir ülkede okuduğun kitabı, yazdığın
yazıyı, konuştuğun dili, giydiğin kıyafeti, yaptığın ibâdetti bahane eder ve
zulmeder. Bütün bunlar hep ırkçılıktandır.
Bugün memleketimizde lâik sağcı ve solcuların tümünün
ortak yanı hepisinin de kavmiyete! (ırkçı) olmalarıdır.. Bu zümre sıkıştığı
zaman hemen «Atatürk ilkelerinden» bahsederler.
Irklarının üstünlüğüne imân eden lâiklik yobazlarının
memleketimizde halkımız üzerinde ne tür oyunlar oynadığını toplumumuzu ne tür
badirelere soktuklarını bilmeye bu iğrenç yüzleri tanımaya mecburuz. [188]
Özel gün, hafta ve yılların insanları oyalamak gayesi
ile icad edildiği malumdur. İşte «Irkçılıkla mücadele günü» ve «haftası» da bu
oyalama takdimlerinden biridir. Ink ayırımı yapanlar göz boyamak için bu
ayırımla mücadele gün ve laftaları ihdas etmişlerdir. Bunlar ne hinoğlu
hindirler. Kalhrolasılar karda yürüyüp iz belli etmemek istiyorlar.
Şimdi «Birleşmiş Milletler» ce 21 Mart ırkçılıkla
mücadele günü kabul edilmiştir. Aynı hafta «Irk ayırımı ile mücadele
haftası»dır.
İnsanları renk, dil, fiziki görünüş itibariyle
birikirinden ayıran ırk mefhumu realite olarak mevcuttur. Çinliyi Rus'tan,
Alman'ı Amerikalıdan, zenciyi 'beyazdan ilk bakışta ayıran özellik, farklı
ırklara mensup olmalarındandır.
Realite olarak ırk inikâr edilemiyeceğine göre; ırklar
arasında meydana getirilen düşmanlığın, mücâdelenin menşei ve sebepleri
nelerdir? İş;te bu soruya cevap bulmak lâzım :
Yahudilik dünya hakimiyeti hayaliyle yasıyor. Milletler
üzerinde kurduğu adi politikasıyla, insanlığı biribirin© kırdırmak ve kurmuş
olduğu teşkilâttı ideolojik kuvvetler vasıtasıyla «bundan istifade etmek
istemektedir. Yahudiliğin tahrif edilmiş Tevrat'ında kendisinin en üstün ırk
olduğuna dair cümleler koymu-şlardır. Geçen cümlelerde Yahudilerin bütün
insanları idare etmek için yaratılmış bir kavim olduğu telkin edilmektedir.
Bunun yerine gelmesi için Yahudilere herşey meşru s ayılmaktadır. Amerika'daki
zenci hareketi, Almanya'daki nazi hareketi, Afrika'-daki ırk kavgaları 'buna
(Yalhudiye) tepki şeklinde-doğmuştur.
Yahudiliğin baskısı ile iktisadi, ahlâki, siyasi
sahalarda Alman milletini tehakkümü altına almak istemesi sonunda, normal
olarak Alınanlarda yahudî ırkına tepki olarak Alman ırkçılığı
doğmuştur.
Amerikada zeiici-beyaz kavıgası halâ devanı etmektedir.
Amerikan milleti adma zencilere zulmedenler yahudi aileleridir.
Irkçılığın önüne geçmek için islâm hayata hakim hâle
getirilmelidir. Dünya sulh ve sükununun devamı için islâm'dan gayrı hiçbir çıkar
yol yoktur.
Bizler Türkiye sınırlan için de yaşıyan Müslüman-lanz.
Müslümanlığımızın gereği Müslümanca yaşamak en büyük ve en tabii arzumuzdur.
Halkımızın % 95'i Müslüman olduğunu ikrar etmektedir.
Ancak, memleketimizde sayıları çok azınlıkta olan bir
gurup fitne çıkarıyor Müslümanları birbirine düşman yapıyorlar. Bizleri
birbirimize karşı suizan_
da bulunmaya sevk ediyorlar. Memleketimizde tazı
imkânları ellerinde bulunduranlar Müslümanları ters-yüz tanıtarak ezdirmeye
zeminler hazırlıyorlar.. Bakıyorsunuz Müslümanım diyen kişi Müslümana Müslümanca
tavrından dolayı düşman. Başka hiçbir sebep yok.
Türkiye'de Müslümanların İslâm fikrine sarılmalarını
bazı çapulcular bölücülükle, vatanı parçalamakla, ülkede huzursuzluk çıkarmakla
itham ediyorlar. Bazı kişiler de bu zırıltıya kanıp Müslüman3ara. habire baskı
yapıyorlar.- Oysa bu vatan Müslümanla-rmdır. Çünkü dedelerimiz bu vatan Müslüman
kalsın diye şehid oldular. Biz de bunun için her an şehid olmaya hazırız. Çünkü
Müslümanız.
İslâm Dini, her insanın kendi ülkesinin
yararı için çalışmasını, içinde yaşadığı millete gücünün
yettiği en büyük faydaları sağlamasını ve yapacağı yardımları, kendine en
yakın, kimselerden başlayıp uzak olana doğru giderek, yapmasını kesinlikle farz
kılmış^ tır. O dereceki, yapılan yardımlar akrabalara öncelik 'tanınması için
zekatların birgünlük mesafeden uzağa, zaruret olmadan, götürülmesi dinen uygun
görül-<memiştir.
Her Müslümanm bulunduğu hududu koruması 've içinde
yaşadığı vatana Allah'ın koyduğu ölçüler doğrultusunda hizmet etmesi farzdır.
İşte bunun içindir ki, Müslüman kişi en samimi milliyetçi ve vatandaşlarma en
faydalı bir insandır. Çünkü böyle olmak ona Alemlerin Rafob'ı olan Allah
tarafından farz kı_ lmmıştır- Müslümanlar, vatanlarının menfaatlerini
en çok severler ve milletine hizmet uğrunda kendilerini
feda eden kimselerdir. Müslümanlar, ecdadımızın şe-hadet karşılığı alıp bize
emanet ettikleri bu aziz ve .şerefli vatan için her saadeti, izzet ve şerefi,
ilerleme ve başarıyı candan dilerler.
Resûlüllah'm Medine-i Münevvere'yi sevmesi Mekke-i
Mükerreme'yi özleniesine mani olmamıştır. Useyl El-Gifari Mekke'den hicret
ettiğinde kendinden Mekke'nin nasıl olduğu sorulmuş. Useyl bir nesirle Mekke'yi
övmüş, Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) :
«—'Ey Useyl, bırak kalbleri de ikrar etsinler,»
buyurmuştur.
Keza, vatan sevgisi Hz. Bilâl (r.aJ'ı şunları söylemeye
ısevk etmiştir:
«— Ah! Bilsem ki, çevremi çimenler, çiçekler sar-tnış
olarak Mekke'de bir gece daha yatacak mıyım? Mecinne'nin suyuna bir daha varacak
mıyım? Şame ve Tufeyl'i bir daha görecek miyim?».
Misallerde de olduğu gibi, biz Müslümanlar vatanımızı
severiz. Milletimizin birliği için canla başla gayret ederiz.
Ancak şunu belirtmekte fayda görmekteyiz: Hususi
milliyetçilik, başkalarını düşünmemek için bir silah olarak kullanılırsa biz
Müslümanlar bunu yapanlardan da uzağız. Bizimle birçoklarının aramızdaki fark
da işte budur.
Biz Müslümanlar bütün milletlerin saadetini diler ve
birlik kurmalarını arzu ederiz. Çünkü İslâm'ın hedefi de budur. Cenaib-ı Hakk
buyuruyor ki:
«Biz seni ancak bütün âlemlere rahmet olsun diye
gönderdik.»[189]
İslâm, insanların derilerinin renginin farkından
dolayı ortaya atılan ırk ayırımını reddeder. Biliniz ki: «Mü'minler ancak
kardeştir.» [190]
İşte İslâm, ırk ayırımı kabul etmez. Bütün Müslümanlar
da bu birliğe kalbten inanırlar, Müslümanlarda İslâm kardeşliğini
kuvvetlendirmeye bütün güçleriyle çalışırlar.
Batılı ideolojilerle milletimiz ahlaken çökme, iyi
sıfatlan kaybetme, gerçekle yüz yüze gelmekten korkma, tedavinin yükünden kaçma
ve bölünme gibi hastalıklara maruz bırakılmıştır. Bunların devası ise, İslâm
ile hasta nefis vs ruhları tedavi etmek, milletin .ahlâkını
düzeltmektir.
Bu idin, Cenab-ı Hakk'm lütfü ve ecdadımızın
ci-hadlarıyla sarsıiknaz temeller üzerine kurulmuştur. Bu kuvvetli temeller,
iman etmek, geçici dünya ma. İma aldanmamak, ebedi ikâmetgâh yeri olan ahireti
dünyaya tercih etmek, Allah için can ve malı feda etmek, Allah yolunda ölmeyi
sevmek ve hülâsa olarak Kur'ân-ı Kerim'in yolunda yürümektir.
Bizler de nefislerimizi islâh edelim. Davamızda sıkı
çalışalım. İslâm ümmetini hayra sevk edelim. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: «Allah
sizinle beraberdir. Yaptıklarınızı zayi etmez.»[191]
Zamanımızda fitne-fesadm kâfirlerin gayretli
çalışmalarıyla yayılmasına rağmen milletimizin ruhundaki doğruluk unsurları
kuvvetlidir. Biz halihazırda
güçsüz olsak da, zayıf olan devamlı zayıf
kalmıyaca-ğı gibi, kuvvetlinin kuvveti de ebedi devam etmez. Bu konuda
Rabb'unızın şu emri vardır: «Biz ise istiyorduk M, güçsüz sayılanlara iyilikte
bulunalım. Onları önderler yapalım. Ve onları varisler yapalım. [192]
Zaman bize yakında büyük hadiseler (gösterecektir.
Büyük işler yapma fırsatı yakında bize verilecektir. Bütün dünya, içinde
bulunduğu acılardan kurtulmak için davamıza «Kurtuluş ve selâmete eriş» davası
gözüyle bakmaiktadır. Artık milletlere önderlik etme sırası tekrar bizimdir.
Rabb'ımız müjde veriyor:
«O günleri biz insanlar arasında değiştiririz.» [193]
buyuruyor. Yani, bazan bir kısım insanları galip getirir, bazan da tam aksine
onları mağlup eder diğerlerini galip getiririz buyuruyor.
Hasiüı, İslâm'da ırkçılık kesinlikle yasaklanmıştır.
Irkın ırka üstünlüğü tezini insanları sömürmek için yahüdıiler ortaya atmıştır.
Sömürü düzenleri ırkçılık belasıyla ayakta durabilmektedirler. Irkçılık
'belâsının şerrinden korunmanın tek çaresi İslâm'ı hayata hakim 'hale
getirmektir. Dünya sulh ve sükununun gerçekleşmesi de 'buna bağlıdır. [194]
394 — «İnsan Hakları Haftası»
10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletlerce alman bir
kararla «İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi» adı altında 30 maddelik bir karar
ilân edildi. 1949 yılından itibaren de 10 Aralık günleri, «İnsan Hakları Günü»
olarak üye ülkelerce kutlanmaya başlandı. Ayrıca bu güne rastlıyan hafta da
«İnsan Hakları Haftası» olarak ilân edildi. Özellikle bu hafta vesilesiyle,
memleketimizde yetkili-yetkisiz zümrelerce bol bol nutuklar çekilip adı geçen
beyannamenin «faziletlerinden bahsedilir.
Bu şuna benzer. Analar çocukları uyuturlarken
:
«Ninni yavrum ninni
Uyusun da büyüsün, ninni.
Kırlarda yürüsün ninni, .
...
Koşsun oynasın ninni...»
diyerek beşiklerini sallarlar. Bunları dinliyen çocuk
«ıhı hı hı» diyerek uyur ve anne kalkıp işine gücüne bakar. Aynen bunun gibi
Amerikan'ın emri ve önder. . ligi ile «Birleşmiş Milletler Teşkilâtı» kurulmuş
bu teşkilâtla insanlık Amerika'ya hizmetkâr yapılmıştır. Teşkilât beşik,
hak-hukuk vesaire birer ninni vazifesi yapmaktadır. Bu teşkilatın kuruluş
gayelerinden 'biri de îsraü'i ve yahudileri korumaktır. Üye devletler lehine
alman kararların tamamım veto eden Amerika sadece İsraili ve kendi çıkarlarını
korumaktadır.
Bahsi geçen beyannamenin hiçbir maddesi süper güçler
tarafından tatbik edilmemektedir. Amerika'da ırk ayırımı en acımasızca icra
edilmektedir. Derilerinin renginin ayrılığından dolayı insanlara akıl almaz
zulümler yapılmaktadır. Bu zalimler hak-hukuk tanımazlar. İlân ettikleri
beyanname aldatmacadır. Afganistan'da, Vietnam'da, Filistin'de Eritre'de,
Filipinler'-de dinleri İslâm diye milyonlarca müslümanı şehid ettiler
milyonlarca müslümana da zulmettiler. Kadınların r&himlerindeki ceninlere
varıncaya kadar daha doğmamış çocukları bile katlettiler. Nerede bu beyannameye
imza atanlar. Anlaşılan odur ki, «Birleşmiş Milletler» de «Evrensel
Beyanname»leri de İsrail'i korumak, insanlığı (kendilerine köle yapmak için
birer tuzak olarak vardır. Bu zalimlerin insan hakları, adalet, eşitlik, birlik
beraberlik nutuklarına aldanmamak lâzım. Bu lâfları, tuzaklarının yemidir. Bunu
iyi bilmek lâzım. Bu sahtekârlara aldanmamak lâzım.
İnsan haklarını insanlığa ilk tebliğ eden iki cihan
serveri Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir. Efendimiz (s.a.v.) insan haklarım
ilân etmekle kalmamış ilân ettiği esasları eksiksiz tatbik etmiş ve
ettirmiştir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Veda Hac-cırnda, 9
Zilhicce Cuma günü zevalden sonra Kusvâ adlı devesi üzerinde, Arafat vadisinin
ortasında, 124 bin Müslümanın şahsında, bütün insanlığa hitabetti. Bu tarihi
hitabede insan haklarıyla yakından ilgili olan şu güzel cümleler de yer
alıyordu:
«İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu
aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise,
canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir. Her türlü
tecâvüzden mâsundur.
Ashabım! Yarın Raibbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her
hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski
sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyyetimi burada
'bulunanlar bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada
bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur.
Ashabım! Câhiliyet devrinde güdülen kan davaları da
tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmuttaîib'in torunu
(amcalarımdan Hâris'in oğlu) Rabîa'mn kan davasıdır.
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rab-bınız
birdir, babanız birdir. Hepiniz Adem'densiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır.
Hiç kimsenin başka. lan üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında
üstünlük, ancaık takva iledir. Müslüman müslümamn kardeşidir. Böylece bütün
müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının
hakkına el uzatmak helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin.
Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatîarımı burada bulunanlar,
bulunmayanlara tebliğe etsinler.»
İşte iyi ile kötünün, eğri ile doğrunun, güzel ile
çirkinin, hak ile batılın, gerçek iie sahtenin farkı ortadadır. Herşey
ortadadır. Adalet İslâm'da, saadet İslâm'da, eşitlik İslâm'da, ayırmankayırma
da yok İslâm'da.
Hasılı, «Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesi» bir
aldatmacadır. İnsanlığı sömürmede bir oyalama taktiğidir. Küfrün !bu ve diğer
oyunlarını bozmanın çaresi «Müslüman»in inandım dediği İslâm'ı hayat nizamı
olarak tanımasına bağlıdır. Bu olmadan insanlığın göz yaşları dinmez, dünyanın
da yüzü gülmez. [195]
395 — «Yaş Günüm»
Dünyada iki millet vardır:
1- İslâm
milleti.
2- Küffar
milleti. [196]
Bir millet varlığını inancına ve bu inancına ters
düşmeyen adet ve an'anelerine bağhlığıyla sürdürür. Özellikle Ümmet-i Muhammed
inancından, âdet ve an'anelerinden, kendisini insan yapan değerlerden
uzaklaştıkça yak olmağa mahkum hâle gelir.
Mesele şudur:
Batılı emperyalist kafirlerin kültürü ile bize geçen
bâtıl inançlardan biri de «Yaş günü» hikâyesidir. «Yaş günü» hikâyesi batı
toplumunda vardır ve olması da batı insanı için zorunludur.
Çünkü batı insanını bizdeki gübi bir araya getirecek
hiçbir bağ yoktur. Bu insanlar tekniğin gürültüleri arasında yapayalınız
kalmışlardır. Yalınızlıkla-rmı giderecek çareler arıyorlar. «Anneler ıgünü»,
«babalar günü» ve «ya/günü» 'hikâyeleri hep bu arayışın ortaya çıkardığı
zaruretlerdir.
Bizde ıbuna gerek yok. Çünkü bizi bir araya getiren çok
değerlerimiz var, elhamdülillah... Beş vakit namaz, Cum'a namazı, Bayram
namazları, düğün, sünnet merasimlerimiz, komşu ve akraba ziyaretleri-iniz.--
bizi bir araya getiren değerlerimizden sadece ıbir kaç tanesidir. Biz ana-b
abamızla, çoluk-çocuğu-muzla bir arada oturur, yemeklerimizi birlikte yer, (bir
araya ıgelince sdhlbetler ederiz. Misafirperverlik gi-ıbi dünya insanının gıbta
ettiği özelliklerimiz var, elhamdülillah... Onun için bizde «yaş günü»n yeri
yoktur. Herşeye rağmen bünyemize kabul edecek olursak kanser mikrobunu katoul
etmekten daha tehlikeli bir iş yapmış oluruz. Bizi köle yapmakla kalmaz
neslimizi de bu ağır felâkete maruz bırakır.
Bizde «yaş günü» hikâyesi sadece sosyete ve batı hayranı
aşağılık duygusuna kapılmış ailelerde kabul görmüştür. Hanımefendilik vasıf
larmdan. mahrum ve orta ve daha ileri «okullarda tahsile» devam eden kızlar da
kendilerini kabul ettirebilmek için çevrelerine «yaş günü»nün yayılması için
öncülük etmektedirler. Bu adetin yaygınlaşmasında televizyon ve okullar da
«başöğretmen»lik görevini üstlenen kurumlardır.
Tarihte Türk toplumu kadar kendi inançlarına, âdet ve
an'anelerine karşı gelen, batıcılığa hastalık derecesinde kucak açan başka bir
toplum yoktur. Hastalıkların yerleşmesinde devlet öncülüğünü de ıgöz ardı
etmek mümkün değildir. Ancak bu millet olma vasıflarını köreltir devleti de
milleti de yıkar.
Batı insanı kendi toplumuna has bir «yaş günü» hikâyesi
uydurmuştur. Yaş gününü kutlıyacak kişi imkanlarına göre büyükçe bir pasta
yaptırır. Pastanın üzerine her renkten yaşı adedince mum diker. Erkek kadın
arkadaşlarını çağırır. Mumlar yakılır. Te-settürsüz ve nefisleri azgmlaşmış
insanlar yaşını kutîayacakları arkadaşının alkışlarla mumları üfleyip
söndürmesiyle cümbüşe başlarlar. Kim kime ne yapmayı programladı ise onların
icrasıyla içkiler içilir, pastalar yenir. Bunun en hafifi kadm-erkek
öpüşmektir, ıgerisi mi, onu ancak yapanlar bilir.
Mum yakmak hıristiyanhk inançlarına göre ibâdettir. Bir
hıristiyan kilisede yaktığı mum adedince tanrısına yaklaştığına inanır. Hatta
«eğer şu işim olursa tanrı adına kilisede 10 mum 20 mum yakacam» diye adak
yapar. Onlarda bir ibâdet çeşididir mum yakmak. Yaş günlerini de yarı ibâdet
yarı rezalet olarak yaparlar.
Şimdi bizim memleketimizde de bu yavaş yavaş uygulanmaya
başlandı. Ateş yakmak mecusilerden hı-ristiyanlara onlardan da bize 'birçok
ahlâksızlıkla beraber geçti. Yaş günü belâsı yirminci asrm yüz karalarından
biri olarak tarihe geçecektir.
Her anından hesaba çekileceğine inanan her müs-lüman
hayatının hesabını yaparak ömrünü harcar. Müslümanm en büyük ideali, müslümanca
yaşamak ve müslüman olarak ölmektir. Bu gayretle hayatını düzenleyen müslüman
dinde hoş görülmeyen hiçbir şeyi bünyesine kafbul etmez. «Yaş günü» denilen
rezalet hareketi de müslüman bünyesine giremez.
Hasılı, «yaş günü» denilen şey de «anneler günü» misali
batı patentli bir rezalettir. Bu rezalet bâtılı bünyeler için yaşantıları gereği
bir zaruret olmasına rağmen '"biz müslümanlar için rezalet olur. Bizi
yıkar. [197]
396 — «Anneler Günü»
.• Her yıl memleketimizde ve dünyanın bir çok
ülkelerinde Mayıs ayının 2'inci Pazar .günü «anneler günü» olarak
kullanılmaktadır.
Özel gün ve haftalar edinme âdeti bize batıdan
gelmiştir. Memleketimiz maalesef 'batının neseb-i gayr-i sahih kültürünün
istilâsına uğramıştır. İdareciler memleketin bütün kapılarını batıdan gelen
her-şeye açmış, hiçbir işe yaramayan kısımlarının yaygınlaşması için de ülke
imkânları sonuna kadar kullanılmıştır.
«Anneler günü» denilen gün gelmeden birkaç gün
öncesinden televizyonda, radyoda okullarda malum gün ile ilgili programlar
yapılmaktadır. Spikerler açışı, yapımcılar programı, şarkıcılar şarkılarına,
türkücüler türkülerine öğretmenler ve prefösörler derslerine hep anneler
gününü kutluyarak başlarlar. Gazeteler bunun için sayfalar ayırır. Dükkanlarda
bunun için vitrinler düzenlenir. Yahudi hesabıyla yapılan propagandalar
neticesinde israf ekonomisi yeniden canlanır, alış-veriş hızlanır. Herkes
anasına birşeyler alır. Sonra ertesi gün anneler kendilerine reva görülen
zulümlerle başbaşa bırakılır.
Hakkında methiyeler düzülen «anneler günü» hikâyesinin
mahiyeti nedir? Bu sorunun cevabım ©ge-" men güçler <bir de şuurlu
müslümanlar hariç kimse bilmez. Sömürü ve köle düzenlerin varlığının gereği de
budur.
Hikâyedir ninnilerle anlatılır. Hem de öyle tesirli bir
ninni ki, milletler bu ninniyle uyutulur. Çünkü köle düzenlerin köle insanları
aldatılmaya müsaittir. Ne olmuş? Efendim Amerikalı bir kız varmış. Annesini çok
severmiş. Annesinin ölümü onu çok üzmüş. Hep ağlarmış. Annesini bir türlü
unutamazmış. Geceleri rüyasında gündüzleri düşünde iıep onu görürmüş. Bu kız
sonunda Amerikan yönetimine müracaat ederek annesinin öldüğü günü «dünyada
anneler günü» -olmasını talep etmiş. Yönetim de bu masum kızın acısını !bir
nebze dindirmek ve diğer insanlara da annelere saygı ve sevgiyi hatırlatmak
için vatandaşı Anna Jarvis'in isteğini olumlu 'bulmuş ve her yıl Mayıs ayının
ilk Pazar gününü «Anneler Günü" olarak ilân etmiş. Böylece bu cici kızın gönlü
olmuş. Herkes o günden beri bu cici kızı severmiş. Sonra bu cici kız büyümüş
kocaman bir «madam» olmuş. Zaman gelmiş ki o da ölmüş. Ama ismi halâ yaşıyormuş.
19ö8'de cer-yan ettiği anlatılan bu hikâyemsi masal da geçen gün 1914'de Amerika
ve Avrupa ülkelerinde Resmi bayram ilân edilivermiş. O günden beri, ismi «îsîâm
ülkesi» denilen yerlerde de bayram gibi kutlanırmış.
Evet... «Anneler günü» hikâyesinde perdenin
önünde hep 'bunlar anlatılır, durur. Ya perdenin arkasındaki gerçek .iledir? Bu
.gerçek morfinlenmiş toplumları pek ilgilendirmiyor. Olayın aslı
şudur:
«Anneler günü», eski Yunan'da Tanrıların Ulu anası
sayılan Reha'ya tören ve şenlikler yapılan .gündür. Bu günde Tanrılarının ulu
Anası Reha için bay- edilir, şenlikler yapılır, adına törenler düzenlenir,
herkes biribirine bu günün hatırasını yâd etmek için hediyeler ahr-verirdi.
Sonra bu törenler kilise âdetleri araşma girdi
Bizim ülkemizde «anneler günü»nü yâd etme hikâyesi
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasmdan sonra çok sıkı çalışmalar sonucunda
resmen 1955'de başladı. O günden beri Türkiye'de de her yıl biraz daha
genişliyerek, görkemleşerek «Tanrıların ulu Anası Reha için» törenler yapılır,
Reha anılır. Dahası var «Tanrıların Anası Reha için» 1955'ten heri «Yılın
annesi» seçilir. «Türkiye güzeli», «Yüz .güzeli», «Bacak güzeli», «Göğüs
güzeli», «Karpuz Güzeli», «Kabak güzeli», «Artist güzeli»... seçilen ülkemizde
bir de «Yılın annesi» seçilir.
Türkiye'de İslâm'a saldırma sebeplerinden biri de
«Anneler günü» dür. Bugün vesile edilerek «kadın hakları» gündeme getirilerek
İslâm'ın kadının haklarını ihlâl ettiği masalları uydurulur. Türkiye'de
kadınların lâiklikle birlikte [198]
haklarına kavuşabildikleri nutukları çekilir.
Gerek «anneler günü»nün gerekse «babalar gü-nü»nün
olması batı toplumu için bir mecburiyettir. Fakat bizim toplumumuz için
kesinlikle buna gerek yoktur. Çünkü bu iki toplum ıbirübirinden tamamen
farklıdır. Kesinlikle biribirine benzer tarafları yoktur.
Batı toplumlarında aile dağınıktır. Kapitalist ve
komünist ekonomiler gereği 'herkes çalışmak zorundadır. Kadının, kocasının ve
çocukların keseleri bile ayrıdır. Çocufk kız olsun, erkek olsun belli bir yaştan
sonra evi terk eder. Kazancından ailesine zırnık vermez. Gününü (gün etmek için
çalışır. Aylarca yıllarca aile ocağına uğramaz. İstediğini yapmakta
serbesttir. Evlendiğinde kesinlikle ana-babasıyla bir arada oturmaz. Hatta
onları evine 'bile çoğu zaman, kabul etmez. Onlara kazancından yedirmeyi
enayilik kabul eder. Belli bir yaştan sonra ana-babalar da kendilerini
ihtiyarlar yurduna atmak zorundadırlar. Bu yurtlarda emekli maaşları ile
kendilerine (baktırırlar. İnsanın yaratılışında evlât sevgisi ve şefkati vardır.
Artık ıbiribirinden ayrılan ebeveyn ve evlâtların bir daha görüşmeleri imkânsız
hâle gelmiştir. Batı toplumlarında çocuklar ana^babalarının ölümlerini bile
yıllar sonra duyarlar.
İşte -bu kopukluğu ve ana-yavru şefkatini yılda . bir
gün bir kaç saatliğine de olsa karşılamak için batı toplumları «anneler günü»,
«baibalar günü», ihdas etmişlerdir. Başka türlü aile fertlerini bir araya
getirebilme imkanı yoktur batının. O gün batılı yaptırdığı bir demet çiçekle
anne-fbalbasma gider yanlarında ,bir kaç saat durmaya zor tahammül ederek oradan
ayrılır. Batı toplumunun yapısında bu zulüm vardır. Onun için «anneler günü»,
«(babalar günü» bu toplum için zaruridir.
Bize gelince. Biz müslüman bir toplumuz, elhamdülillah.
Onlardan toplum olarak ayrılan bir özelliğimiz var. Aramızdaki farkın
mukayesesi bile mümkün değildir. Her ne.kadar müslümanlığm icablannı yerine
getirmeyen bir ülkede yaşıyorsak da halkımızın kahir ekseriyeti müslümandır.
Müslüman olmamız ve eskiden'beri gelen âdet ve an'anelerimiz henüz tamamen
üzerimizden silinmiş değildir. Bu bakımdan 'batı toplumundan ayrıyız.
Birçok bakımlardan gerek «anneler günü»nün ve gerekse
«babalar günü»nün bizim toplumumuzla alası yoktur. Bizim kitabımız Kur'an-ı
Kerim'dir. Kur'an'-da Cena'b-ı Hakk kendisine imândan sonra ana^baba-ya itaati
emretmiştir. Dinimiz çocukları İslâm terbiyesi ile yetiştirme görevini de
ebeveynlere vermiştir. Bu terbiyenin hakim olduğu müslüman ailelerde ana _
«baba, çocuk ilişkilerinin —istisnaları olmakla birlikte— bozuk olması mümkün
değildir. Ahiret inancı sağlam "bir aile fertleri nasıl olurda.ıbiribirlerine
karşı olan görevlerini ihmal edebilirler.
Bizim inancımıza göre «Ana-babayı ağlatmak, onlara
karşı âsi olmak, dine uymayan emirleri hariç diğer isteklerini yerine getirmemek
en büyük günahlardandır. [199]
«Annenin ayağını öpen cennetin eşiğini öpmüş gibidir.-
[200]
«Ra'bbm rızası, baibanın rızasındadır. Rabbın gazabı
babanın gazabmdadır.» [201]
«Cennetin kokusu 500 yıllık mesafeden duyulur. Bu kokuyu
ana-babaya asi olanlar, akraba ziyaretini kesenler duyamaz.»
«Ana-b abaların ihtiyarlık zamanlarında bunlardan
birine veya her ikisine yetişip de (bunlara lâyık oldukları hürmette
bulunmadıklarından dolayı) cennete giremiyen kimsenin burnu yerlerde
sürünsün.»[202]
«Kim ebeveynini hoşnut ederek sabahlarsa onun için
cennetin iki kapısı açılır. Kim böylece akşamlarsa, durum aynıdır.
Kim de ebeveynini inciterek sabahlarsa oiıa cehennemin
iki kapısı açılır. Kim böylece akşamlarsa, durum aynıdır.
Zulmetmiş olsalarda. Zulmetmiş olsalarda zulmetmiş
olsalarda.» [203]
Cenab-ı Hakk evlât mevkiinde olanlara şu emri
veriyor:
«...Rabb'im, küçükken ananubabam beni nasıl
yetiştirdiler merhametlerini üzerimden eksik etmedilerse sen de onlara merhamet
et» diye dua et. [204]
Peygamberimiz haber veriyor:
«Evlât ana-babaya duayı terk ederse dünyada rızkı dar
olur.»
Yine evlât, dünyada ana-babanm hayır duasını alamazsa
mahvolur, perişanlıktan kurtulamaz.
Bir adam annesini sırtına almış Kabe'yi tavaf
ettiriyordu. Bu şahıs Kâibe'nin dibinde oturan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)
Efendimize yaklaştı.
— Ya Rasûlallah, ıbu sırtımdaki ıbenim anamdır.
Görüyorsun Kabe'yi sırtımda tavaf ettiriyorum. Acaba annemin hakkını
ödeyebildim mi? diye sordu. Hz. Peygamber de :
— Hayır, seni karnında taşırken bir nefes almadaki
zahmetinin dahi hakkını ödeyemedin, buyurdu. [205]
Dünyada insanların Allah (c.c.) kelâmından sonra en çok
kullandıkları kelime ANA kelimesidir. Ana başa tac'tır. Her derde ilaçtır.
Şefkat ve merhamet pınarıdır. Dünya ve ahiret saadeti vesilesidir. Onun
için
kardeşlik hukuku.) islâm'da ANA'ya
lâyık olduğu makam verilmiştir. Bu makama saygısız olanların akıbetleri
perişanlıklarla doludur.
Anaya itaat ve iyiliğin, babadan önce gelen bir h.ak
olduğunda icma' vardır. Çocuk üzerinde anneye; ait üç haslet vardır ki babanın
bunlarda iştiraki yoktur :
1- Hamilelik
müddetince çocuğu taşır.
2- Doğum
sancısı çeker.
3- Süt emzirme
çağında sıkıntılar çeker. Bunun için Efendimiz (s.a.v.) «Annenin iıakkı babanın
iki katıdır.» «Annenin duası daiha çabuk kabul olur.» Oradakiler
sordular:
«— Niçin Ya Rasûlallah?» Efendimiz de :
«— Çünkü anne, ıbabadan daha şefkatlidir. Şefkatle
yapılan dua ise, sakıt olmaz» cevabını verdi.
Kesinlikle bilinmelidir ki, önce ana kanı, sonra. ana
sütü ile beslenen çocukların ömür boyu almaları gereken mânevi ıbir besindir ana
duası...
İhtiyarlığın kendine has bir ağırlığı ve hürmeti
gerektiren tarafı vardır. İhtiyarlıktaki kudretsizlik oldukça önemlidir. İsra
Süresindeki —ayın harfiyle baş-hyan— «...Indeke...» kelimesinden anne ve babanın
ihtiyarlık halinde evlâdının hizmet ve himayesine sığınması dile getiriliyor.
Her müslüman evlât daha önce kendine gösterilen şefkat ve merhamet gibi yerine
getirmede -kusur etmemeğe gayret eder. Müslümanlığın gereği budur.
Müslüman evlât ana-babaya sıkıcı ve üzücü hareketlerde
bulunmaz. Edepsizlik sayılan şeylerden sakınır. İkisine de tatlı tatlı sözler
söyler. Onlarla kokuşurken hep saygı ve hürmet ifade eden cümleler
kullanır.
Hatta müslüman evlât anne-ibabası öldükten sonra 'bile
sevabı onlara gitmek üzere ameller işler. Bir-.gün biri Rasûllah (s.a.v.)
Efendimize .geldi. Dedi Jti:
«—L Ya Rasûlallalı! Ölümlerinden sonra da ebeveynime
yapacağım bir iyilik var mı?»
Efendimiz (s.a.v.) cevaben:
«— Evet! Onlara dua etmen, onlar için istiğfar et_ men,
vasiyetlerini yerine getirmen, dostlarına ikramda bulunman ve kendi
akralbalanna yardımda bulun-mandır.» buyurdu.
Burada görülüyor ki: Ana-babanm arkadaşlarına bile
onlar öldükten sonra iyilikte bulunmak İslâm'ın emridir.
İşte İslâm ve Müslüman budur.
Bir tarafta ana-foabadan bir an bile ayrı kalmanın
onlara hizmette zerre kadar kusur etmenin cehenneme girme seböbi sayan
müslümanlar; diğer tarafta annejbabasıyla bir arada bir saat kalmaya tehammül
edemiyen onlara hizmeti enayilik addeden batı küfür zihniyeti. Şimdi kalkıp
bunların «anneler günü» ne babalar gününe sahip çıkmak akıl sahipliği ile
bağdaş tınlamaz.
Devletin bu işe öncülük etmesi meselesine giremiyoruz.
Çünkü bu meseleye girmek kanunen yasaktır. Ancak şunu söylemekle iktifa
edebiliriz : Bu memleketin halkı müslümandır; devletin dini yoktur. Devlet
milleti hıristiyan batı kanunlarından tercüme edilerek alman kanunlarla idare
eder.
Hasılı, «Anneler günü» Ibatı toplumları için bir
zaruret, bizim toplumumuz için bir felâkettir. Batı insanı annesinibir gün
tanır, müslüman annesini ömür "boyu sırtında taşır. Türkiye'de «anneler günü»
yapmak yeni nesillere «ananı senede birgün seveceksin sonra de ayağınla
tepeceksin» felsefesini aşılamak olur.
«Anneler günü»nün bizim toplumumuza sokuştu-rulmasının
gayesi şudur :
1- Batı
inancına göre, Tanrılarının ulu anası saydıkları Reha için tören ve şenlikler
yaptırıp onu yâd ettirmek.
2- Ana-babayı
bir gün sevmenin yeterli olduğu fikrini yerleştirmek.
3- İnsanları bu
ve benzeri şeylerle oyalayıp asıl hedeften saptırmak ve foöylece bâtıl
düzenlerin devamını sağlamak.
4- Toplumları
oyalamak.
5- Egemen
güçlerin sömürüsünü kamufle etmek.
6- Yahudiye
pazar kurdurup mallarını sattırmak.
7- Böyle gün,
gece ve haftaları vesile ederek İslâm'ı menfi yönde propaganda
etmek.
Biz müslümanlar olarak böyle bir gün icadını
reddederiz. Bünyemize kesinlikle kabul etmeyiz. Cemiyetimize yerleştirmek
isteyenlerin hidayeti için duâ ederiz. Hidâyete ermiyeceklerse kahrı perişan
olmalarını Mülkün Sahibi Allah (c.c.)'dan taleb ederiz. [206]
397- Babalar Günü»
Biz müsiümanlarm arasına sokulan batı adetlerinden
biri de «babalar günündür. «Anneler gününden sonra bir de babalar için gün
tahsisi sonradan, ihdas edilmiş bir bid'attir. Diğer özel gün ve ge_ çelerde
olduğu .gibi, belli çevrelerin edinmek istedikleri menfaatleri elde etmek
gayesiyle bir de «babalar günü» hurafesi uydurulmuştur.
Böyle «babalar günü» denilen özel bir günün de, biz
müsîü mani arla uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur. Kim ki, (buna rağbet
ederse o müşrik batı top-' lumuna uymuş olur. Mahşer günü o uyduğu toplumla
beraber haşrolaçaktır. Peygamber Cs.a.v.) Efendimizin :
«— Kim bir topluma benzerse onlarla
beraber haşrol&caktir» haberi herkesçe malumdur.
Biz müslümanlar, ana-babaya özel günlerde değil bir ömür
boyu hürmet ve hizmet ederiz. Onları kır_ manın ve kızdırmanın neticesinde
hayatımızın allak -bullak olacağına inanırız. Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i
Şeriflerde kıymeti bildirilen anajbabalarla ilgili hususlara titizlikle riayet
ederiz. Çünkü dinimizde Allah (c.c.)'a iman ve itaattan sonra ana-babaya hürmet
emredilmiştir. Bizler öyle bir inanca sahibiz ki, ana -babamıza itaatamiz ve
(hizmetimiz oranında kendimizi mutlu hissederiz.
Batı hayat tarzında insanlık yıkıldığından ana _ babanın
değeri yoktur. Bazı duyguları tafcmin için günler ihdas etmişlerdir. Onların
yaşantıları gereği kendilerinin böyle günlere ihtiyaçları vardır. Lâkin
bizimle böyle özel günlerin hiçbir alâkası ve ilgisi yoktur. Müslümanlar
olarak, müşrik ıbatı toplumunun hiçbir yaşantısını kabul etmemek
müslümanlığımızm gereklerindendir. Aksi takdirde cehenneme doğru yuvar-, lanmış
oluruz.
Hasılı, «Babalar günü» de biz müsiümanlarm bünyesine
uymayan bir ıbatı adetidir. İğrenç batının bir yüzünü ifade eder. Müslümanlar
olarak böyle bir güne katılmamız, onda (babamıza hediyeler almamız, onu
kutlamamız, kutlayanlara destek olmamız katiy-yen caiz değildir. Bunun ne tür
bir neticeye sebep olduğunu bundan önceki «anneler günü» konusunu işlerken
zikrettiğimizden dolayı bu mevzuyu burada kesiyoruz. Cenab-ı Hakk Ümmet-i
Muhammedi batının her çirkinliğinden korusun ve kurtarsın... Hep birlikte
gayretimiz ve dualarımız bu yönde olsun, in-şaallah... [207]
398 — «Dünya Kadınlar Günü»
Her nev'i mürailiklerin, yapmacıkların ve ba-yalıkların
hüküm sürdüğü günümüz hayat tarzı içinde faziletler yerini istismar, sömürü ve
kötülük ile de^ ğiştirince, insanlık bir takım sun'i ve sahte değerler arkasına
gizlenmiştir.
Bîtfbuçuk asırdır milletimiz üzerinde müthiş bir
zorlama, etkileme ve değerlerine aykırı bir kültür yapısı oluşturma gayret ve
çabaları hüküm sürmektedir.- Tanzimattan beri müessir olarak devam eden ahlâk
tahrifatı mânevi çözülmeler 'göstermiştir. Bu nedenle toplumumuz materyalist ve
egoist sistemlerin kaynak olduğu 'buhranlar anaforuna tutulmuştur.
Kadının, evi dışına, yuvası haricine çekilerek ille-de
dışarıda çalışması gerektiğinin savunulduğu, iffetsizliğin, ahlâksızlığın
medeniyet 'göstergesi sayıldığı cemiyetimizde bugün 'böylesi rezillikler îslâmi,
insani ve ahlâki meziyetlere egemen duruma getirilmiştir.
Batı kültürünü dünya kültürü haline getirebilmek için-
memleketimizde ûe büyük çalışmalar yapılmaktadır. Bunun için batılının
amelleri, âdetleri sosyal muhtevalı olaylar dizisine dahil edilerek bunların
çağdaş bir zorunluluk olduğu kanaati oluşturulmaktadır. Bu ve toenzeri
sebeplerle batılıları dahi aşan kepazelikler bizde tatbikata konulmaktadır:
Noel yortuları, yılbaşı kepazelikleri, diğer özel gün ve geceler buna bir
misaldir.
Nesillerinin maymun olduğunu iddia edenler, kadını,
anayı, yaşlıyı, yetimi, güçsüzü... düşünmek şöyle dursun; «insan hakları»
teranesine rağmen kadına hayvan kadar bile kıymet vermemelerine rağmen, bir
de:
«Dünya kadınlar günü» «Dünya çocuklar yılı» «Yaşlılar
haftası» «Sakatlar haftası» «Babalar günü» Anneler günü»
gibi günler, haftalar, aylar ve yıllar ihdas edip, sah.
te anma ve kutlama faaliyetleri ile havanda su döverek iş yapma görünümüne
bürünmeleri, tek kelime ile düzmecedir. Bu ihdas ettikleri özel günler,
geceler menfur emellerine daha kolay ve daha hızlı varma taktiğinden başka bir
şey değildir.
Bunlar kadını:
© Kasapta satılan etten farksız hale
getirdiler,
© Defile, moda, reklâm, para, şöhret gibi çağdaş
metodlarla orta malı haline getirdiler,
© Özgürlük, eşitlik, kadın hakları aldatmacasıy-la
ahlâksızlığın vesikalısına varıncaya kadar yaptırdılar,
• Onu ortak mal haline getirip bu haline de meslek
adını verdiler.
© Sokakları ev, parkları yatak odasına dönüştürecek
kadar aile değerini ayaklar altına aldılar,
@ Kadını «evinin hanımı» olmaktan çıkarıp so-kağm kadını
haline getirdiler.
• Nüfus plânlaması adı altmda ana karnındaki çocukların
yaşamasına dahi izin vermeyerek anayı da yavruyu da hiçe saydılar,
® Kadını nesebi gayr-i sahih bir nesil için
kullandılar...
Sonra da, bu zalimler insan havarisi kesildiler. Son
yıllarda zulümlerini özel gün, hafta, ay ve senelerle kamufle etmeğe
başladılar.
Şunu 'herkes bilsin ki, insanca yaşanacak bir hayat
düzeni, insanlığa talib olanların İslama talib olmasıyla yaşanabilir. İslâm'dan
uzak hayatın sebep olduğu buhranın karanlığında İslâm'dan gayrı görünen her
ışık aldatan bir seraptan başka bir şey değildir.
Şu halde, Kur'an ve Sünnet gerçeklerine inanan mü'minler
olarak istismarcıların icad ettikleri sun'i ve deni gün ve haftalara
aklanmamamız gerekir, işte bu sun'i günlerden biri de «Dünya kadınlar günündür.
Kur'an ifadelerinde yüceleşen, Peygamber (s.a.vj Efendimizin dilinde
billurlaşan, merhamet, çile, sabır, şefkat, sevgi ve fedakârlık abidesi
müslüman kadınlar için İslâm, öyle tek bir günü değil; yaşanacak bütün günleri
müslüman kadınlar günü olarak vasıflandırır.
Dünyanın en nurlu kadını olan müslüman kadın,
yavrularını aylarca karnında, yıllarca kucağında ve ömürleri boyunca da
kalblerinde türlü meşakkatlerle taşırlar. İşte bu ıkadın anadır. Bu kadın ölümü
pahasına da olsa rahimdeki çocuğunu kürtaj denilen melanetle öldürtmez. Bu
kadının duası müstecaptır. Hoşnutluğu Cennet'e girme sebebidir.
Analara isyan etmenin, kalb kırıcı hareketleri ona reva
görmenin insanlığın omuzlarını çökerteceğini unutmamak lâzımdır.
İşte, zamanımızda, bâtıl ideolojilerin yerin bin Kat
dibine batırdıkları, ibâdetsiz, duâsız, ahlâksız ve iffetsiz bir hâl ile «ana»
mefhumundan uzaklaştırdıkları kadın, doruklardan uçurumlara düşünülürken; 14
asır evvel, ayaklarının altına Cennet eşiği sıfatı verilerek en ulvi mevkiye
eriştirilen kadın «ana» olarak İslâm'ın paha biçilmez çehizleriyle teçhiz
edilip, yüceltilmiştir. Köle düzenlerin ahlâksızlığı içinde insan-lıklarıyla
beraber herşeylerini kaybeden Avrupa Hıristiyan kafalı çağdaş İslâm düşmanları
birgün bu gerçeği idrak edeceklerdir, biiznillah...
Hasılı, «Dünya kadınlar günü» ve «Kadınlar yılı» köle
düzenlerin kadını köleleştirmelerini göz ardı etmek îçin ortaya attıkları bir
çeşit kamufle aracıdır. Biz müslümanız... Bize. göre şerefli müslüman kadın için
ömür boyu ona hürmet ve hizmet ıgünüdür. Çünkü O, Allah'ın erkek müslümanlara
bir emânetidir. Emânete ihanet münafıklıktandır. Bu sebeple biz kadını böyle
bilir böyle hürmet ederiz.. [208]
399 — «Cumhuriyetle Birlikte Kadın Kafesten Kurtarıldı.»
• İslâmı yeni nesillere ters-yüz gösterebilmek için
dünyanın neresinde ve hangi kılıkta olursa olsun kafirler yoğun bir gayret
içindedirler. Bunlar birçok şeyleri vesile ederek «Cumhuriyetle birlikte kadın
kafesten kurtarıldı» sözünü sakız gibi çiğner dururlar. Güya İslâm kadınların
hakkını almış da bu nadanlar alman hakları alıp kadına iade etmişler. Hep böyle
söyler bu kepazeler.
Oysa Türkiye'de kadınlar hergün biraz daha do-zacı
artırılarak herşeyiyle sömürülüyor. Hem de sadece bu ülkenin insanlarınca
değil. Türkiyeli kadın Ba-tılılarca, Amerikalılarca sömürülüyor.
İsterseniz içim kan ağlıyarak sizlere bazı
hatırlatmalarda bulunayım :
Türkiye'de bazıları «Cumhuriyet Bayramı» hazırlıklarını
görkemle kutlamak için hazırlanıyorlardı. Bu «bayram»m kutlandığı günlerde (Ekim
— 1990 da) Amerika'nın Saratoga uçak gemisinin İstanbul'a gelip, Kumkapı
açıklarına demir -atması ve içinde taşıdığı 5 bin 100 kişi ile Belknap
kruvazöründe bulunan 2 bin 100 askerin karaya çıkarak, İstanbul sokaklarına
dağılmaları, ardından da Türk kadınlarıyla gönlümüzce eğlenmeğe
geldik, diye beyanatta bulunmaları bu ülke kadınlarının cumhuriyetle birlikte
hangi kafesten çıkarılıp hangi kafese konulduklarını gösteriyordu.
Yıl 1969... Amerika'nın 6.'inci Filo'su İstanbul'u
ziyaret ediyordu. 1946'da Missouri Zırhlısının Dolmabah-çe açıklarına
demirlemesiyle Türk-Amerikan dostluğu [209]
alenen başlatılıyordu. Yani her oyun kuralına uygun olarak tedrici oynanıyordu.
Bu oyunun perde arkasındaki yüzünü gören üniversite gençliği 1969'-da 6'mcı
Filo'ya tepki gösterdi.
— 6'mcı Filo'ya hayır... Go home... Yanke
evine dön...» sloganları altında Amerikan askerlerini karaya
çıkarmadı. Çıkmak isteyenleri taş ve sopalarla tekrar denize kovaladı. «Türk
kadınına sarkıntılık eden» [210]
Amerikan askerleri taş ve sopalarla geriye çevrildi.
Yıl 1990... Bu defa Kumkapı açıklarına demirleyen
Saratoga Uçak Gemisi!., eşliğinde Belknap kruvazörü de bulunuyor... Her
ikisinin toplam 7 bin 200 Amerikalı var...' NATO'mın Kararlılık Gösterisi 90
Tatbikatı'ndan sonra İstanbul'a yorgunluk gidermeye gelmişlerdi...
Bu defa; ne taş atılıyor kendilerine, ne de sopa ile
dövülüyorlar... «Go haine... Evine dön» diyen de yok!.. Çıkıyorlar karaya,
dağılıyorlar İstanbul sokaklarına... İİk hedef Beyoğlu... Çiçek Pasajı'nda su
gibi içki içiyorlar, bar, pavyon ve diskoteklerde sabahlıyorlar, Dansöz
Efruz'un kıvrak danslarını seyrediyorlar, Dolarları bastırıp, istedikleri
kadınla yatıyorlar... İçiyorlar.,,. İçiyorlar ve «alkol komasi»na
girip, rezaletler çıkarıyorlar... Kimi hastaneye, kimi
karakollara...
20 yıl önce... 20 yıl sonra!.. Türk toplumu, nereden
nereye?... Gösteri yapan, eline taş ve sopalar alıp «Türk Kadınına
sarkıntılık eden» Amerikalı askerleri kovalıyacak üniversiteli
öğrenciler de yok, artık... «Kadını kafesten kurtardık» diyenlerin Türk
toplumunu getirdikleri nokta bu işte... «Para ver de ne yaparsan yap»
zihniyeti. 1969'da «Türk kadınına sarkıntılık edeceği» ihtimali üzerine
Amerikan askerlerini geldiği denize kovan Türk milleti, 1990'da bir
taraftan «cumhuriyetsin ilânını kutluyor bir taraftan da Amerikan askerlerine
dolar karşılığı —bir fahişe de olsa— Türk kadını ikram ediyor. Hem de geleceğini
onların "vereceği «dolarca göre plânlıyor. Vay milletim vay... Yine aynı
günlerde Körfez krizi bahane edilerek Arabistan topraklarına yerleştirilen
280.000 Amerikan askerinin morallerinin düzeltilmesi için Türkiye'ye tatile
getirilecekleri bunlardan evli olanların Antalya'ya bekar olanlarının da
İstanbul ve İzmir'e «misafir» (!) edileceği haberi .gazetelerin birinci
sahifesinden veriliyordu. Conilere kimler nasıl ikram edilecekti? Bunu ilkokul
birinci sınıfa giden çocuklar bile artık biliyor. Bilmiyen yok ama kimseden çık
da çıkmıyor.
Kadm haklarını savunan dernekler, çağdaş yaşamı
destekleyen kuruluşlar... Neredesiniz? «Kadım kafes arkasına atmak istiyorlar»
diye bağıranlar, lâiklik elden gidiyor diye zinde kuvvetleri göreve çağıranlar,
neredesiniz? Kadın soyuluyor, sonra da bir «paraba-T>ası»nm koynuna
konuluyor. Kerhaneler, pavyonlar yetmiyormuş gibi bir de «dolar» aşkına yabancı
ülke askerlerine «ikram» ediliyor. Defileler yurt sathına yaygınlaştırılıp
kadınlar buralarda aleni pazarlanıyor. Kadm cinsi inek gibi sağılıyor.
Neredesiniz ey feministler? Sizin kadm hakları dediğiniz bu muydu?
îkide-bir kadın haklarını savunan, mitingler,
yürüyüşler düzenleyenlerden çıt çıkmıyor. Hiçbiri ortaya çıkıp da :
«— Kadın bir mal değildir. Siz nasıl olur da kadını
yerli-yabancı kem vücutlara ikram eder gibi peşkeş çekersiniz. Kadm teşhir metaı
da değildir. Kadm satılır mı? Kadına para karşılığı sahip olmak adiliğin de
ötesinde domuzluğun daniskasıdır...» demiyorlar. Ne Amerika'nın kabuklu
askerlerine, ne de saati bir milyon liraya, kadının podyumlara çıkarılmasına
tepki gösterilmiyor. Hani kadm haklarını savunuyorlardı, hani kadının
aşağılanmasına, kadının onurunun çiğnenmesine karşıydılar? Hayır bunlar
-kadının namuslu olmasına karşıdırlar. Bunlar meşru nikaha karşıdırlar. Bunlar
kadının sadece kocasının karısı, çocuğunun anası olmasına karşıdırlar. Bunlar
kadının ayağının altına cennet va'dettiği İslâm'a karşıdırlar. Bu canları
cehenneme gidesiceleri iyi tanımak lâzım.
Türk toplumunu hergün biraz daha hızlandırarak
yozlaştıran «dolar» ile «ırz»ı trampa eden lanet olasıca. lara artık dur
denilmelidir. Dikkatlerin hep başka yönlere çekilmesi sebebiyle belki hiçkimse
farkına varamıyor ama, fuhuş sektörü ile, defile furyası ile, sanatçı geçinen
yosmaların erotik pozlarıyla Türk toplumu bir yerlere götürülüyor. Kimliği
kaybettirilmek isteniyor. Kültür istilasına maruz bırakılıyor.
Asıl korkulması gereken hususlardan biri de kültür
boşluğu ve kimlik krizidir. Türk toplumu şimdi maalesef t>u durumdadır.
Kültür sömürgesi yurdun her yanını sarmış, dimağı kimi yerde bulandırmış, kimi
yerde ise yoketmiştir. Beyni yıkanmış, şartlanmış insanlar kim
olduğunu, ne yaptığını, yaptığı ile kime hizmet ettiğini bilemiyor, gittiği
yanlış yolun bir çıkmaz sokağa saplanacağını kes tir emiyor... Uçurumun
kenarında olduğunu 'bilmiyor, düşeceği bataklığın güllük gülistanlık olacağını
zannediyor...
İşte Türk toplumu şu anda bu «kimlik krizi»ni yaşıyor...
Ve artık Türk toplumunu yenebilmek için silah kullanmaya 'hiç gerek yok...
Defileler, mayolar, altsızlar - üstsüzler, genelevler, podyumlar, sinema ve
televizyon çoktaaan dize getirmiş Türk toplumunu.
Evet! Türk toplumu kimlik krizinin de ötesinde,
çözülmeye, yok olmaya doğru 'hıozüa ilerliyor ve bu yöndeki haberler gazete
sahifeîerine hemen hemen her gün yansıyor.
Şimdi Türk toplumunu bu hâle kimler nasıl getirdi.
Hızlandırılmış çöküşü kimler yönlendiriyor? Bu utanılacak ortamı kim hazırladı?
Bundan kim utansın?
Para karşılığı Amerikan askerleriyle yatan kadınlar mı,
«kadın haklarına sahip çıkacağız» diye caka satanlar mı, sanatçı kılıklı
kadınların ayaklarına şampanya dökenler mi, podyuma çıkıp vücutlarını ortaya
döküp, gerdan bükenler mi?.. Lüks uğruna cinayet işleyenler mi, 'bütün bu
rezillik ve kepazeliklere karşı çıkanları «Gerici, yobaz, çağdışı...» diye
fişleyenler mi?.. Kimde utanacak yüz varsa utansın da belki silkinme meydana
gelir.
Hasılı, «Cumhuriyetle birlikte kadın kafesten
kur-tanldi» sözü söylenildiğinin aksine gerçekten hür olan kadın kafese
sokulmuştur. Hem de bütün kadınlık hakları iptal edilerek. [211]
400 - «Türkler İslâmı Diğer Milletler Gibi Kîlıç Zoruyla Değil İstiyerek Kabul Etmişlerdir.[212]
® Dünyanın hiçbir yerinde ne herhangi bir devlet, ne
bir ırk, ne bir cemiyet, ne bir toplum ve ne de herhangi bir fert kılıç zoruyla
veya başka bir baskıyla müslüman olmuş değildir. Herkes istiyerek tamamen kendi
arzusuyla İslâmı seçmiş ve müslüman olmuştur. Bunun aksini söyliyenler
kesinlikle yalan söylüyorlar. İddialarım istoat edecek hiçbir delilleri
yoktur.
İşte tarih ortada: Arabistan 22 yılda İslâmlaşır-ken
İran on yıl içersinde İslâm'ı kabul etti.
Buna karşılık 642'de Nihavend savaşı ile müslü-manlara
sınır komşu olan Türk'ler 960'da Karahanlı-lar'm topluca İslam'a girişiyle
müslüman olurlar ki, bu 318 yıl gibi uzun bir zaman sonucunda gerçekleşir. Bu
kısacık izahtan da anlaşıldığı gibi, hiç bir kavim kılıç zoruyla müslüman
olmamıştır. Herkes kendi arzusuyla İslâm'ı kabul etmiş böylece müslüman
olmuşlardır.
Türkler ile Arapların ilk temasları, İslâm'ın vahyinden
önce Sasani'ler aracılığıyla başlamışsa da, müslümanlarla Türklerin doğrudan
doğruya temasları Horasan'ın fethiyle başlamış ve Maveraünnehrin fethi
esnasında çetin savaşlar şeklinde gelişmiştir. [213]
Müslümanlarla Türkler İki Bölgede Savaştılar:
1-
Maveraünnehir bölgesi: İlk Müsîüman-Türk savaşları 653'de el-Aîtmaf bin
Gays'm Belh şehrini almasıyla başlar, Hz. Ali Kerramaîlahu Veçhe ile Mua-viye
radiyaılahu anhin mücadelesi nedeniyle fetihlerde durgunluk olur, ancak 661'de
de Muaviye (r.aJ'nin hakimiyeti ele geçirmesiyle yeniden Türkistan'a akınlar
yapılır. Horasan Valisi Ubeydullah bin Ziyad (r.a.) 674'de 24.000 kişilik bir
ordu ile Ceyhun'u geçer. İslâm ordusu önce Baykent'i kuşatır, sonra Buhara'ya.
yürür. Buhara Dihkanları haraç vermeyi kabul eder ve Dihkanlar yerinde
bırakılır. Bir yıl sonra Hz. Osman Radiyallahu anhm oğlu Said Radiyallahu anh
Semerkant'ı kuşatır, sert çarpışmalar olur ve Semer-kant da haraca bağlanır. [214]
Fakat ,tüm bu akmlar daha çok, Türk saldırılarını durdurma ve düşmana göz dağı
verme niteliğinde idi.
Aşağı Türkistan'ın fethi 705 yılında Horasan Valiliğine
atanan Müslüman komutan Kuteyfee bin Müslim (r.a.)'in başarılı savaşları ile
gerçekleşir. Nitekim bozulan düzeni sağlayan Kuteybe (r.a.) Baykent'i kuşatır.
Bütün direnmelere rağmen Baykent kenti müs~ lümanlarm eline 706 yılında geçer.
Kuteybe (r.a.) 707 yılında da Buhara yakınında 200 bin savaşçıyla Türklerin
saldırısına uğrar, Kuteybe (r.a.) güçlükle Türkleri yenerek bu saldırıdan
kurtulur. [215]
Ancak, Kuteybe (r.a.) büyük kuşatma ve ağır kayıplardan sonra 4'üncü defa ve
kesin olarak Buhara'yı fetheder ve haklı olarak Maveraünnehir'in Fatihi unvanını
kazanır. [216]
Kuteybe (r.a.) -Buhara'yı feth ettiği zaman, şehirdeki Budha heykelinin
kaldırılmasını emreder. Halk Budha'nm gazaba geleceği korkusuyla titreşir. Bu
koca heykelin altından sadece iri kıyım farelerin kaçışmaları, halkı hayal
kırıklığına uğratır. [217]
Öte taraftan Türgiş Kağanı Su-lu ile müslüman-larm
valisi Cüneyd arasında 731 yılında çetin savaşlar yapılır. Bu savaşlarla ilgili
Battal Gazi Destanı gibi, bir de Cüneyd Gazi Destanı vardır. Bu destanda da,
İslâm-Türk savaşları anlatılır. [218]
Bu savaşların birinde Maveraünnehir deki Şaab mevkiinde yapılan savaşta,
Türkler müslümanlan pusuya düşürerek 10.000 İslâm askerini şehid ederler. [219]
Emevi halifesi Hişan (724-743) Türgiş Kağanı Su _ lu'yu
müslüman yapmak için elçi yollar. Kağan mös1 lüman olmayı reddederek şöyle der
:
«— Türkler-doktorluk, terzilik ve kunduracılık yapan
insanlar değildir. Müslüman olur sizinle barış ya_ pıp yağma haklarından
vazgeçersek, nereden yiyecek buluruz?» [220]
Kağanın niçin müslürnan olmadığı düşündürücüdür.
İlginçtir ki, asırlar sonra, Oğuz yabgusunun hizmetinde çalışan Selçuk,
askerleriyle kaçarak Cendkenti yakınlarına gelecek ve askerlerine şöyle hitab
edecektir:
«— Biz bu memleket halkının dinini (İslâm'ı) kabul
etmezsek tek başımıza yaşamağa mahkum kalacağız.» diyecek ve müslüman
olacaklardır. [221]
Tür-giş Kağanının tersine, Seiçuk'un niçin müslüman olduğu da dikkat
çekicidir.
İlginçtir ki, Çin hükümdarı, Hun akınlarını durdurmak
için 2450 km. uzunluğunda meşhur Çin sed_ dini yaptırdığı gibi [222]
Müslümanlarda «Türk saldırılarına karşı kendilerini savunmak için 12 fersah [223]
boyunda 12 fersah genişliğinde Buhara suru (783-788), Taşkent bölgesinde de 12
km. uzunluğunda bir sur yaptırırlar, yıl 776'da.
Yine Abbasi valileri, Türk saldırılarına karşı
Sey-hun-Ceyhun bölgesinde bin kadar Ribat inşa ederler. 1 Ribatlar, sınırlarda
askeri amaçlarla yapılmış, berkitilmiş yerlerdir. Gaziler İslâm uğruna savaşmak
için bu ricatlarda barınırlardı. İçlerinde yatılacak yer, am'bar, mescid ve
hamamlar bulunan ribatlar, sınırlarda savunma sistemi görevini görürlerdi.[224]
2- Kafkaslar Bölgesindeki Savaşlar:
İlk Îslâm-Hazar savaşları 642'de başlar 723 yılında
Hazarlar, Mercü'l-Hicare denilen yerde bir İslâm fırkasının çoğunu şehid
ederler. [225]
İsiâm-Hazar savaşlarının en önemlisi 737 yılında
Muhammed ıbin Mervan'm Hazar başkenti İtil'i kuşatması ile başlar; Hazar Kağanı
Ural dağlarına doğru kaçar. îslâm ordusu 40 bin kişilik Hazar ordusunu
yenilgiye uğratır. Neticede Kağan sözde İslâm'ı kabul eder. Ancak, Kağan bir
yıl sonra irtidat ederek yahu-diliğe girer [226]
Son Îslâm-Hazar savaşı 799'da Hazar Hakanının Kür şehri dolaylarında,
kadm-çocuk, genç -ihtiyar ayırımı yapmadan büyük katliamlarda bulunması
sebebiyle (başlar. [227]
Bu tarihten sonra ilişkiler, de düzelme başlıyacaktır.
İşte, kısaca İslâm-Türk Savaşlarını izah etmeye
çalıştık. Şimdi, bazılarının «Bazı milletler İslâm'ı kılıç zoruyla, Türklerin
ise istiyerek kabul ettikleri» tarzındaki iddialarının gerçek dışı olduğunu
anlıyabiliriz. Yukarıdan beri izah ettiğimiz savaşlar Türklerin İslâm Dinine
karşı uzun zaman direndiğini göstermez mi?
Denilir ki, Emevilerin ırkçı politikası nedeniyle
Türkler, İslâm'a girmek istemediler. Böyle bir îddia_ nın da geçersizliği
ortadadır. Pireye kızıp yorgam yakmak misalinde olduğu gibi. Kaldı ki, Abbasi
halifeliği döneminde de 750 yılından sonraki dönemde de istenilen derecede
Türkistan'da İslâmiyet gelişmez;. 751 yılında yapılan Talaş Savaşı ile her ne
kadar İslâm Türkistan'da yayılmışsa da, genelde arzu edilen olmamıştır.
Bilindiği gibi Çin'in Batı Türkistan'ı boyunduruğu altına aknak istemesi
üzerine Türkler; Çin'e karşı müslümanilardan yardım ister. Salih bin Ziyad
komutasında bir İslâm ordusu Türklere yardıma gönde-rildr. Talas'ta yapılan
kanlı bir savaşta, müsîümanlar Çin ordusunu büyük bir yenilgiye uğratır.[228]
Talaş Savaşı ile İslâm ordusu, Türkleri Çin
boyunduruğundan kurtarmış ve Çin'in tarihi plânını bir kez daha suya
düşürmüştür. İslâm ve Türk tarihi bakımından önemli olduğu kadar, Talaş savaşı
siyasi, dini ve kültürel yönden de önemlidir. Bu derece önemli bir savaştan
okullarda okutulan ders kitaplarında sadece iki satır ile bahsedilmekte ve
geçiştirilmektedir. [229]
Müslümanlar, Tarihi Türk düşmanı Çin'i Talaş'1 ta büyük
bir yenilgiye uğrattığı halde, 751'den iki asır sonra, 960'da Karahanlılar toplu
olarak İslâm'a girmişlerdir. [230]
Hasılı, İslâm'ı menfi propaganda etmeyi hastalık haline
getiren kem düşünceli kimselerin iddialarını haklı çıkaracak ellerinde hiçbir
delilleri yoktur. Böy-îeleri iki cihanda rezil olmaya kendilerini mahkum
etmişlerdir. Konumuz ile ilgili hususta da tarihi gerçekler bunları rezil
etmiştir. Rabbimizden bunlar için hidayet taleb ediyoruz... [231]
401- İslâmî Terör
Terör: Korku salmak, yıldırmak, dehşet saçmak
mânâlarına gelir.
Terör, İslâm Dininin temel prensipleriyle (bağdaşmaz.
İslâm hukuku terörün kapsadığı fiilleri, 14 asır önceden beri suç saymıştır.
Aynı zamanda bu fiilleri işleyenleri de cezalandırmıştır.
Son yıllarda Türkiye'de yeni bir tabir ortaya
atılmıştır : «İslâmî terör» Nadanlar İslâm'da terörün olmadığını bilemiyecek
kadar zırzır cahillerdir. «İsla-mi terör» tabirinin ilk bakışta üç yönden yanlış
olduğunu herkes anhyabilir:
1- İslâm'da
terör yoktur.
2- Muhteva
olarak gerçek dışıdır.
3- % 95'i
müslüman olduğunu ikrar eden halkımızı rencide eden bir sıfattır.
Az bir İslâmi bilgiye sahip olanlar bile bilirler ki,
terör ifade eden fiiller ile İslâm Dininin emir ve yasakları biribirine zıttır.
Yani insan öldürmek, soygun, gasb, kundaklamak vesaire gibi fiiller İslâm'da
kesinlikle yasaklanmıştır. Bu fiilleri icra edenler canları ve_ ya organlarıyla
suçlarının cezasını öderler. Bu fiiller ancak kapitalist ve komünist ülkelerde
yapanların yanma kâr kalır. Mazlumun hakkının, zâlimden alınması mevzuunda çok
hassas davranan îslâm Dinine bu terör denilen illet isnad edilemez.
Dikkat edilirse terör ve anarşinin 'başladığı 1968
yıllarından bu yana, suç teşkil eden fiillerine «İslâmi» sıfatını takacağımız
hiçbir fâüe kesinlikle rastlanmamıştır. Zira mahkemelerin kararlarına esas
olmuş de*-liller ve bu delillerin mahkeme kararlarında ifadesini bulan
neticeleri bunu teyid ediyor. Demek oluyor ki, şimdiye kadar hiçbir İmam-Hatip
Lisesi, İlahiyat Fakültesi ve Kur'an Kursu talebesi terör fiillerinin faili
olarak ne yakalandı ve ne de mahkum oldu. Böyle bir şey yok. Şu kanaate
varıyoruz: Bu tâbir ataist-lerin uydurduğu bir vehimdir.
Şu ihtimal de akla gelebilir.- «İslâmî terör» tabirini,
Müslümanların, İslâm dini hükümlerini tatbik etmek için, din adına, dinî
hükümlere uymayan kimselere ceza vermek şeklindeki davranışları sebebiyle
kullanmış olabilirler.
Böyle bir tafoir de yanlıştır: Çünkü, İslâm hukukunun
cezaî hükümlerini tatbik edecek kimseler, şahıslar değil, mahkemelerdir. Yani
bir ülkede İslâm hükümleri tatbik edilmiş olsa bile, şahıslar, şahıslara ceza
verip, onu infaz edecek değildir. Bu cezanın verilmesi ve onun infazı yine
İslam dini hükümlerine göre tayin edilmiş mahkemeler tarafından ifa
edilecektir. Aksi hâlde, kaos ve anarşi olur.
Kaldı iki memleketimizde ceza hukuku sahasında 'böyle
bir durum zaten söz konusu değildir. Bu sebeple de bir kısım terör ve anarşi
fiillerine «İslâmî terör» tabirini kullanmak haksız, yersiz ve
insafsızlıktır.
Hasılı, «İslamî terör» ta/biri, Müslüman halkımızı
derinden rencide edecek, gayrı îslâmî ve haksız bir tabirdir.
Türkçeye 'bu tabir uymaz ve Müslüman halkımızın diline de yerleşeceğini hiç
sanmıyoruz.
En az 7 asırdır Müslüman olan Türkler ile, 1969 yılından
beri îslâm Konferansı Teşkilâtına faal olarak katılan, milletlerarası îslâmî
teşkilâtlara resmen üye olan ve îslâm Kalkınma Bankası'nm kurucu ve asil üyesi
olan ve îslâm Devletleri Ticarî Ekonomik İşbirliği Daimi Komitesi fÎSEDAK) 'nin
başkanlığının da yapıldığı memleketimizde Müslüman halkımızın vicdanında
«İslâmî terör» tabiri tasvip görmeyecektir. [232]
402 — «Hoca Nikâhı»
• Bu konuyu kitabımızın birinci cildinde 203 no-iu
sahife de «Resmi nikah - İmam nikahı» başlığı altında da ele almıştık. Ancak
bir çok kişinin dini nikaha «hoca nikahı» demesi sebebiyle bu
isimlendirmenin de yanlışlığını ortaya koymak için konuyu 'bu isimle
burada tekrar ele aldık:
Türkiye'de yaşayan müslümanlar, korkunç bir kültür
istilasına uğramıştır. Öyle ki, ibâdetlerle rezaletleri biribirinden
ayıramıyacak kadar kendini kaybeden insanımız, kimlik kontrolünü de yitirmek
üzeredir. Bunun böyle olduğunun alâmetlerinden biri de nikâh hususundaki
lâkayidiliktir. Oysa nikâh, hem imâna taalluk eder, hem de ibâdet hükmündedir.
Cennette birçok ibâdet kalkacağı halde nikâh ile imân orada da devam
edecektir.[233]
Böyle olmasına rağmen, Türkiye'de müslümanlar nikâh
konusunun cahilidirler. Herkes düğününü, der, neğini, «nikâh» dedikleri şeyin
«resmisini» yapıyor son anda usulden kabul ederek bir de «Hoca nikâhı»
yaptırayım diyerek mahalle camisinin hocasına müracaat ediyor.
Bu insanlara nikâhın mahiyetini çok iyi
anlatmak lâzım: Kadın ve erkeğin biribirinden istifade etmesini
helâl kılan şer'i akide nikâh denir.
Genel olarak T.C. hudutları içinde yaşıyanlarm tamamı
denecek kadar büyük bir bölümü nikâhı iki kısımda anlamaktadır:
1- Resmi
nikâh.
2- Resmi
olmayan nikâh. [234]
İslâm Dinine göre nkâh «resmi» ve «gayr-i
resmi»
diye ikiye ayrılamaz. Nikâh İslâmı bir istilahtır; hem
ibâdet hem de muamelâttır. Maalesef, memleketimiz, de İslâmi nikâha «Hoca
nikâhı» gibi acaib bir isim verilmiştir. Böyle bir isim kesinlikle yanlıştır.
Bununla birlikte «Nikâh masası, nikâh dairesi, nikâh memuru, resmi nikâh...»
gibi kavramlar lâikliği esas alan ve resmen «medeni kanun» denilen kanunla
birlikte dilimize girmiştir.
Hasılı, İslâmi nikâhın «hoca nikâhı» gibi acaib bir
isimle ifade edilmesi, tamamen yanlıştır. Hem müs-lüman konuşurken ve yazarken
İslâmi istilahlara riâyet etmek ve bu istilâhları titizlikle korumak
zorundadır. [235]
403 - «İç Giyim Haftası
• Küfür milleti kadını daima elinde hazır bir silah
olarak kullanmıştır. «Kadına hürriyet* sözünü sloğanlaştırarak kadınları
köleleştiren bu zihniyet bugün dünyayı kan gölüne çevirmiştir. Maalesef
memleketimiz de bu sakim zihniyetin kontrolü altındadır.
Resmi kuruluşlardan tutun da gazetelere, dergilere
varıncaya kadar birçok müessese tarafından memleketimizde her yıl yüzlerce
defileler düzenlenmektedir. Bu defileler öyle bir raddeye gelmiştir ki,
bakarsınız kışm ortasında yaz kıyafeti, yazın boğucu sıcağında kâfirlerin kış
kıyafetleri teşhir edilir. Yıl. da birkaç kez İstanbul, Ankara, İzmir ve
Bursa'da yerli ve idhal mankenler «Podyum çıkartması» adını verdikleri
rezaletlerini sergilerler. «İç giyim haftası» adı altında düzenlenen
defilelerde, vücutlarının beşte dördünü teşhir eden mankenler «iç çamaşır» dan
ziyâde kendi vücutlarını sergiliyor ve kendilerini izleyenleri tahrik
ediyorlar. Bu defileler, tam bir «Erotik şov»a dönüşmüştür. Aynı zamanda bu
defilelerde «kadınlar» paz arlanmaktadır.
Türk kadınının haklarını korumak hesabıyla ortaya çıkan
«Türk Kadınım Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı»nm «İzmirli Papatyalar» ı da
diğerleri gibi zaman zaman düzenledikleri defilelerde bir hayli par-se
toplamaktadırlar.
Toplumu bu tür hareketler yozlaşmaya götürmektedir.
Bazılarınca fuhuş sektörü ile, defile furyası ile, sanatçı geçinen yosmaların
erotik pozları ile Türk toplumu bir yerlere götürülmek isteniyor. İkaz
ediyoruz: «Kültür sömürgeciliği» bir milleti yıkar. Toplumumuzu bu oyuna
getirmek isteyenler var. «Kimliğini koruyan» toplum, bütün zorlukları aşmasını
bilir, yeniden derlenip toparlanabilir ve bağrına çöreklenmiş düşmanı
yenebilir.
Bir zamanlar atom bombası ile mağlup edilen Japonya
savaşın ikiye böldüğü Almanya, bunun en güzel örnekleridir.
Hürriyetleri zorla ellerinden alınmış Macaristan,
Çekoslovakya, Azerbaycan, Kazakistan, Afganistan ve Filistin... Ve diğer
bağımsızlık savaşı veren milletler... Bunların hepsi şimdi, birer birer ayağa
kalkabiliyor, «İntifada» yaşıyorsa, sahip bulundukları inanç ve kültürlerine
sahip çıkmakla bu mücadeleyi sürdürüyor ve başarıyorlar.
Asıl korkulması gereken kültür boşluğu, kimlik
kirizidir... Türk toplumu şimdi bu durumdadır... Kültür sömürgeciliği
toplumumuzun temellerini sarsıyor. Bunun tedbirlerini almıyan herkes bu vatanın
düşmanıdır.
Toplumumuzun yıkılması hazırlıklarını sürdürenler
kadını ellerinde maşa olarak kullanmaktadırlar. Kadın üzerinde oynanmıyan hiçbir
oyun kalmamıştır.
Kadın haklarını savunan dernekler, çağdaş yaşamı
destekleyen kuruluşlar... Neredesiniz?... «Kadını kafes arkasına atmak
istiyorlar» diye bağıranlar, lâiklik elden gidiyor diye zinde kuvvetleri göreve
çağıranlar, neredesiniz?... Kadın soyuluyor, sonra da bir «pa-rababası»nın
koynuna konuluyor... Defileler yurt geneline yayılıyor, kadın bir inek gibi
sağılıyor... Neredesiniz ey feministler?... Sizin kadın hakları dediğini bu
muydu?..»
Evet, ikide bir kadın haklarını savunan, mitingler,.
yürüyüşler tertip eden hanımefendilerden çıt çıkmıyor... Hiçbiri ortaya çıkıp
da, «Kadın bir mal değildir... Kadın bir teşhir metaı değildir... Kadının
onuru para ile satılmaz... Para karşılığı kadına sahip olmak, adiliğin de
ötesinde hayvanlığın daniskasıdır...» demiyordu... Ne Amerika'nın kabuklu
askerlerine, ne de saati bir milyon liraya, kadının podyumlara çıkarılmasına
tepki gösterilmiyordu... Hani, kadın haklarını savunuyorlardı, 'hani kadının
aşağılanmasına,, kadının onurunun çiğnenmesine karşıydılar?.. Maalesef kadın
hakları koruyuculuğu ayağıyla ortaya çıkan kadın dernekleri kadınların
onurlarının çiğnenmesi için zemin hazırlıyorlar. Türkiye'de bunun için de, sahne
arkasında, podyum sonrasında, film pazarlığının ardında ne gibi iğrenç oyunlar
döndüğü, kadının nasıl pazarlanıp satıldığı, «sanatçı» hüviyeti verilerek,
^kadının fiyatının nasıl yükseltildiği, cazip kıyafetlerle, onların nasıl
«modern fahişe» haline getirildiği bilindiği halde, bir tek «kadın haklarını
savunduğunu iddia eden» kuruluştan tepki gelmemesi dikkat çekicidir.
Türkiye'de toplum kimlik krizinin de ötesinde,
çözülmeye, yok olmaya doğru hızla ilerliyor ve bu yöndeki haberler gazete
sayfalarına hemen hemen her-gün yansıyor.
Hasılı, «iç giyim haftaları» düzenliyerek kadınları
sömüren, onlardan en iğrenç, yollarla faydalanan hergelelere kimse ses
çıkarmadığı gibi bazı kadın dernekleri bu şom ağızlılara yardımcı olmaktadır.
Toplumu yıkıma götüren bu zalimleri ve bunlara göz yumanları al aşağı edecek
foir nesle milletimizin ne kadar da çok ihtiyacı var değil mi? [236]
404 — «Geceleri Tırnak Kesilmez.»
Tırnaklar canlı vücudunun önemli âletlerin-dendir.
Tırnakların yaratılış hikmetlerine has vazifeleri vardır. Tırnaklar olmasa
vücudu kaşımaya imkân yoktur. Bu bakımdan tırnakların bakımını dikkatli ve
titiz yapmak lâzımdır.
Tırnaklara bakim onların temizliğidir, uzayan
kısımlarının kesilmesidir. Tırnakların uzayan kısımlarını kesmek sünnettir.
Tırnakları kesmek için gece-gün-düz olması farketmez. Yani gece de gündüz de
tırnaklar kesilebilir. Bazıları «geceleri tırnak kesilmez» demişler. Bu sözün
hiç bir ilmi dayanağı yoktur. Hef halde bu söz halk arasında evlerin mum ile
ışıklan-dırıldığı zamanlarda söylenmiş olabilir. Benim aklıma gelen şu: O
zamanlar çocuklar uzayan tırnaklarını rastgele bir bıçakla keserlermiş. Onların
ellerini kesmelerinden endişe eden biri onları bundan vaz geçirmek için
«geceleri tırnak kesilmez» deyivermiş. O söz sonra etrafa da yayılıvermiştir,
Allah-u âlem.
Ne dinde ve ne de tıpda uzayan tırnakların geceleri
kesilmemesi hakkında bir kayıt yoktur. Ancak, uzayan tırnaklar ne zaman
kesilirse kesilsin kesilirken âdabına uygun olarak kesilmelidir.
Sokakta tırnak kesilmez.
Kesilen tırnaklar ayak altına atılmaz.
Tırnakların yakılması da caiz değildir.
Bazılarını görürsünüz eline alır bıçağını veya tır. nak
makasını yolda giderken, sokakta otururken ve hatta bir mecliste konuşurken
başlar tırnaklarını kesmeğe. Bu çok iğrenç ıbir edebsizliktir,
terbiyesizliktir.
Herkesin gözü önünde tırnak kesilmez. Bu âdaba
aykırıdır. Uzayan tırnaklar, müsait zamanda tenhaya çekilip bir kağıt ya da bez
üzerinde etrafa sıçratmadan kesilir.
Cum'a günü tırnak kesmek müstehaptır.
Kesilen tırnakları oraya buraya rastgele atmayıp toprağa
gömmeli veya onları başka usullerle de olsa imha etmelidir. Bu mevzuda Zübeyr
el-Mâzini (r.a.) rivâyetiyle sabit olan (bir Hadis-i Şerifte RasûH Ekrem
Cs.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Parmaklarınızın ucunda uzayan tırnaklarınızı kesiniz.
Kestiğiniz tırnak parçalarını öteye-beriye saçıp atmayınız. Kestiğiniz
tırnakları toprağa gömünüz. Eğer o tırnak parçalarını rastgele atarsanız,
belki o tırnak parçaları yenilecek ve içilecek şeylerin ie.ine düşer de, hem
kendinize, hem de başkalarına zarar vermiş olursunuz. Bununla 'beraber
adernoğlu-nun vücudundan ayrılan her parçayı gömüp muhafaza etmeniz gerekir.»
[237]
Bu Hadis-i Şeriften çıkan ikinci bir hüküm de kesilen
tırnakların yakılmaması gerektiğidir. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin tavsiyesi,
kesilen tırnakların kabilse gömülme sidir.
Tırnaklan kesmekte ihmalkârlık, etmek caiz değildir.
Hanefi mezhebi fakihlerinden İbn-i Âbidin der ki:
«Bir kimse tırnaklarını, dikkatsizlik ve ihmal yüzünden
vaktinde kesmiyerek uzatırsa, o kimse geçinmek hususunda rızık darlığına düşer.
Feyiz ve bereketten mahrum kalır.» [238]
Asrımızda, bazı «müslümanıon» diyen kadınların kafir
kadınlara özenerek onlar gibi tırnaklarını uzattıkları görülmektedir. Bizim
inancımızda bunun yeri yoktur. Kâfir kadınların sıfatı olan uzun tırnaklar
«müslümanım» diyenlerde de görülüyorsa böyle kadınlar mahşerde kafir kadınların
ortasında kalacaklar, onlar gibi (haşr olacaklardır. Uzatılan ve ojelenen
tırnaklar insanın yaratılışına aykırıdır. Allah'a isyanın birer belgesi
hükmündedir.
Tırnaklar nasıl kesilecek? sorusuna cevabı îmam-ı Gazali
şu cevabı veriyor:
«Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) mübarek ellerinin tırnak,
larmı kesmeğe sağ elinin şehâdet parmağmdan başlamış ortanca parmağından devam
ederek sağ elin küçük parmağından sol elin küçük parmağına geçmiş, sol elin baş
parmağında sonuçlandırarak sağ elin kalmış olan baş parmağında
bitirmiştir.»
Ayak parmaklarını keserken sağ ayağın küçük parmağından
başlayıp sol ayağın serçe parmağında tırnak kesimini sonuçlandırmalıdır.[239]
Hasılı, «Geceleri tırnaklar kesilmez» sözünün hiç bir
dayanağı yoktur. Temizliğin zamanı yoktur. Gerektiği her zamanda yapılır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin : «Temizlik İmandandır» buyurduğu
malumdur. [240]
405 — «Yavrum Çok Yemek Yirsen Çabuk Büyürsün.»
• Bazı anneler çocuklarına daima şunu telkin ederler: «—
Yavrum çok yemek yirsen çabuk büyürsün.» Bir an evvel büyümek, büyükler gibi
serbest 'hareket etmek çocukların en büyük arzularıdır. Çok yimenin çabuk
büyüteceği telkiniyle yetişen çocuk ne bulursa abur-cubur yinıeği tabiat haline
getirecektir. Daha sonra ambar karınlı şişko vücutlu acaib bir mahluk haline
gelecektir.
Yimek-içmek adablarını bilmiyen ebeveynler çocuklarını
müslümanca yetiştiremezler. Nesiler İslâm'dan mahrum büyüyünce acaib bir toplum
meydana gelir. Tımarhanelerin, 'hastahanelerin ve hapishanelerin hınca hınç
dolu olmasının sebebi insanların İslâ-mı ıgöz ardı etmelerindendir. Bütün
sıkıntıların temelinde -bu vardır.
Anneler çocuklarına çok yemek yimenin gereğini telkin
edeceklerine sünnet üzere yimenin faydalarını anlatmalıdırlar. Bunun nasıl
olacağını bizzat göstermelidirler.
Eiz bu meseleyi bu kitabımızda 361 sıra numarayla ele
aldığımız «Acıktık ayaküstü birşeyler atıştırahm» başlığı altında izah ettik.
Bunlar tatbikata konulursa hayırlı neticeler elde edilir.
Hasılı, çocuklara çok yemek yimenin çabuk büyüteceğini,
telkin etmek son derece yanlıştır. Onların midelerine daha küçük yaşta ikide bir
yiyecek tıkıştırmak sağlıklarım tehdit eder. Dinen de caiz değildir. Asîolan
onları yemek konusunda da ölçülü alıştırmaktır. Eğer iştahsızlıkları varsa
sebepleri araştırılır, tedavi cihetine gidilir. Yoksa zorla yemek yidir-nıek
onları bazı şeylerle tehdit etmek istenmiyen neticelere sebebiyet verir. Bunu
iyi hesap etmek lâzımdır... [241]
406- «Allah, Başına Taş Atar.
® Çocuklar yanlış bir iş yaptıklarında onlara bu
yanlışlığı tekrarlamamaları için bazıları «Allah, başına taş atar bir daha
yapma ha!» derler. Böyle bir ikâz tarzı çocuk terbiyesinde son derece yanlıştır.
Bu, çocukların Allah (c.c.)'yü yanlış tanımalarına sebep olur. Böyle
telkinlerle büyüyen çocuklar, Allah (c.c.)'-yü sadece cezalandıran bir varlık
olarak tanırlar. Bu ömür boyu böyle devam edebilir.
Çocuk terbiyesinin İslâm'da çok büyük önemi vardır.
Onun için evlenmeden önce kadına da erkeğe de bununla ilgili bilgileri öğrenmek
farz-ı ayn ilimler arasında zikredilmiştir. Bu ihmal edildiğinde bir nes~" lin
bozulması söz konusudur. Zamanımızda insanların serkeşliklerinin sebebi bu
ilmin öğrenilmesinin ihmal edilmesidir. Emperyalist kafirlerin kültürüne
yapışıp öz kültürümüzden ayrılmamız bu milleti içinde bulunduğu korkunç
neticeye götürmüştür. Çünkü, kültürü o milletin can damarıdır. Bu damar
kurutulunca o millet millet olma özelliğini kaybeder. Milletimiz müslüm andır,
İslâm kültürüyle asırlardır mecz olmuştur. Onu kaybetmesi herşeyini kaybetmesi
demek olur. Bundan dolayı çok dikkatli ve çok titiz olmak
zorundayız.
Biz bu konuyu başlıkta zikrettiğimiz söze yakın bir sözü
ele alarak kitabımızın bu cildinde 354 numaralı sırasında ve sahife 5'de izaha
çalıştık. Konuyu burada kesiyor 354 numaralı sözün izahının tekrar okumasının
faydalı olacağını hatırlatıyoruz.
Hasılı bizler ve evlâtlarımız kâmil birer mü'min olursak
toplum kemâl ehli kişilerden teşekkül eden bir millet olur. İşte bu İslâm
milletinin vasfıdır. Her mü'min bu vasıflarla muttasıf olmakla mükelleftir. [242]
407 — «Âlimler Çok Kitap Okuduklarından Dolayı Sakal Tıraşı Olmaya Vakit Bulamadıklarından Sakal Bırakmışlardır.[243]
Müslümanların, İslâm'ın esaslarına gıcıklığıy-la hem de
aşırı derecede ıgıcıklığıyla tanıdığı; sakal, bıyık ve mütesettir kadınların
örtüsüne; bilhassa baş örtüsüne ifrid Kenan. Evren'in başlıkta zikrettiğimiz
sözü, 6 yaşındaki ilkokul talebesini bile güldürecek kadar komiktir. İnsan bu
ve benzeri sözleri duyunca Türkiye'yi kimlerin nasıl idare ettiklerini hayretle
ve ibretle daha iyi anlıyor.
. " Düşünün... Başlıkta zikrettiğimiz sözleri neneler
torunlarına anlattıkları masallarda söylemiyorlar. Bu sözleri bu devletin on yıl
gibi bir süreyle başı olan kişi sarfediyor. Ne masal, ne hikâyedir
söylenilenler, evet söylenilenler sadece cüce birer hurafedir. Bunları duyan
birinin, bu milletin nasıl ayakta durduğuna hayret etmemesi mümkün
değil.
Neymiş! «Âlimler çok kitap okuduklarından sakal tıraşı
olmaya vakit bulamadıklarından sakal bırakmışlar» mış. Aman ne buluş, rekorlar
kitabına geçirirler mi bilemeyiz. Dağdaki çoban duysa bu sözü güler billahi,
işte bu söz Türkiye'yi kimlerin yönettiğinin göstergesidir. Vah zavallı milletim
vah vah, hem de ne vah vah.
Söz buraya kadar gelmişken ıbu sözlerin geçtiği «nutuk»
un bazı yerlerini hazfederek sütunlarımıza alalım. İbret olsun için aldığımız bu
sözleri firaset ehlinin nazarlarına sunuyoruz. Kenan Evren sakal, bı_ yık ve
başörtüsü konusunda kendine özgü cümle yapılarıyla açıklamalarda bulunuyor
:
Konuşan: Kenan Evren, T.C. 7'inci
Cumhurbaşkanı.
Tarih : 15 Ocak 1983 Yer : İstanbul
Gazeteciler Cemiyeti.
«Şimdi sakal olsun mu, olmasın mı, bıyık işte şekilli
mi olsun, istediği gibi mi olsun diye, mevzulara giriyorum. Bu kamu kuruluşları
için çıkartılmış bir yönetmelik. Ve Başbakan çıkartmış. Bir seneden de fazla
oldu zannediyorum. Efendim, ne olur sakallı olursa hiçbir şey olmaz. Fakat kamu
kuruluşları içerisinde kimi sakallı, kimi sakalını başka türlü bırakmış,
efendim bıyığı aşağıya kadar uzatmış biliyorsunuz. Bunların ne manaya
geldiğini, vaktiyle birbirlerini böyle tanırlardı; bıyıklarıyla tanırlardı.
.
Bunları istemedik.
Dedik ki, devlet memurudur, ben Atatürk devrini bilirim.
Şapka inkılâbı yapıldığı zaman bütün memurlara melon şapka alma mecburiyeti
konmuştu. Rahmetli babam, sakallı olmasına rağmen (ki o da keserdi, az
bırakırdı, çünkü o zaman da yasaktı) melon şapka aldı, kravat taktı. Yoktu o
zamana kaçlar. (...)
Sakala müsaade edelim, yarın birisi çıksa dese ki, ben
şalvarla geleceğim, hayır gelemezsin. Niye siz sakala müsaade ediyorsunuz, iben
de pantolon giymeyeceğim. İşte o Güneydoğu Bölgesi'nde bir kıyafet vardır;
şalvar, ben de onla geleceğim dese ona da mı müsaade edelim? Ben fes .giyeceğim
başıma dese. Yahut fese benzer takkeli geleceğim dese.
Biliyorsunuz, Kur'ân Kurslarına giden kızlar için ve
İlahiyat Fakültesi veya İmanı Hatip Liseleri'ne giden kız talebeler için de bir
yasak getirildi. «Başörtüyle gelemezsiniz, giremezsiniz» dedik. Kararlıydık,
çünkü verdiğimiz, verirken bir kararı iyice düşünüyoruz, bunun neticesi ne olur
diye, kararı ne olursa olsun geriye almayacağız diye. Çünkü dinimizde böyle
birşey yok.
Evet başını örtecektir. Örtecektir ama, Kur'ân-ı Kerim
okurken örter. Sakala müsaade etmek demek, bunların başlarını örtmelerine de
müsaade etmek de-mektr. Bir taraftan diyecekler ki, sakala müsaade ediyorsun
bizim başörtülerimizi çıkarıyorsunuz. Kamu görevlisi olmayanlar için <bir şey
dememiz mümkün değil. îster kravat takar, ister balıkçı yakalı şey giyer, ister
sakal bırakır, bıyığını bir metre bırakanlar var. Hatta müsabaka yapıyorlar,
gazetelerde çıkıyor. (...)
Efendim, işte âlimler de bakın şeymiş, sakallıymış.
Acaba sakallı olduğundan dolayı mı âlim oldu, yoksa vakit bulamıyor tıraş
olmaya, çok kitap okuyor, onun için mi sakal bıraktı bilemiyoruz. Eğer sakal
bırakmakla insan âlim olacaksa, ben de bırakayım, bana da âlim desinler, mümkün
değil.» [244]
Tekrar hatırlatıyoruz: Okuduğunuz bu yazıdaki sözler
T.C.'nin 7'inci Cumhurbaşkanı Kenan Evren'e aittir. O da birgün kendisinden
öncekiler gibi lâyık olduğu yere gidecek. Lâkin o zaman etrafındaki
korumalarını orada bulamıyacak. Yaptıklarının hesabını bir türlü inanamadığı
İslâm'ın kanunlarına göre verecek. Dünyayı nasıl terk edeceğini biz de merak
ediyoruz doğrusu...
Hasılı, «âlimler çok kitap okuduklarından sakal tıraşı
olmaya vakit bulamadıklarından sakal bırakmışlardır» sözü kedileri bile
güldürecek kadar saçma ve budalaca söylenmiş bir sözdür. [245]
408 — «Ben Allah İle 30 Yıllık Kontrant Yaptım, Daha En Az Otuz Yıl Yaşayacağım»
TC.'nin ençok konuşan konuştukça da saçma_ layan
«Cumhurbaşkanlarından biri de 7'incisi Kenan Evren'dir. İslâmi yaşantı, sakal,
başörtüsü, çarşaf ve Kur'an'a olan gıcıklığıyla tanınan bu zatın «nutuklarından
aldığıinız alıntıları yorumlarıyla beraber in-şaaîlah kitabımızın 4'üncü
cildinde neşredeceğiz.
Yaptığı ihtilâlden sonra kaptığı Cumhurbaşkanlığı
koltuğundan zorunlu ayrılışımdan itibaren olağanüstü korumaya alındığı
Marmaris'teki köşküne çekilen Kenan Evren ıbir toplantı vesilesiyle başlığa
aldığımız sözleri bir hanım hayranının sorusu üzerine açıkladı. Bahsi geçen
toplantı ve sarfedilen söz günlük gazetelerden itkisine şöyle aksetti: [246]
Marmaris'te bir tıp kongresi yapıldı. Evren'in dostu
olan Mustafa Deliveli'nin Lidya Oteli'nde 160 doktor biraraya
geldiler.
Lidya Oteli'nin önemli reklam unsurlarından biri
Evren'in evine koımşu olması. Sayın Evren, başka gruplarla olduğu gibi, bu defa
da tıp kongresine katılan doktorlar ve eşleriyle beraber yemek yedi, on-larm
resim çektirme tekliflerini kabul etti, sohbetlerine katıldı. Dostu
Deliveli'nin hatırını kırmayarak...
Doktor eşlerinden ibiri, sohbet esnasında, 'dinç
görüntüsü'nden hareketle, 72 yaşındaki Evren'e şu iltifatta bulundu: «Paşam
sanki hiç yaşlanmamışsmız. Marmaris havası iyi mi geliyor?»
Kenan Evren iltifattan hoşlanarak şu cevabı verdi :
«Evet haklısınız. Marmaris'in oksijeni bol havası bana gerçekten yaradı. Bunda
hemen her sabah yaptığım en az beş kilometrelik yürüyüşün de etkisi-var. Daha
uzun yıllar yaşamak istiyorum. Uzun yaşam bizde irsi. Anneannem 99 yaşında,
babaannem 93 yaşında ölmüş. Hem biz işi garantiye aldık. Lidya Otel'in sahibi
arkadaşım Mustafa Deliveli ve ben Allah ile 30 yıllık kontrat yaptık. Hiç Ölmeye
niyetim yok, daha en az 30 yıl yaşayacağım.»
Belki uyduruyorum, kosıkoca eski cumhurbaşkanı, eski
genelkurmay başkanı, imam çocuğu Kenan Evren böylesine ters sözleri sarf
etmemiştir düşüncesine kapılanlar olur diye işte kaynağımı da yazıyorum: Bu
konuşmayı îzmir'de çıkan Yeni Asır'm Marmaris muhabiri gazetesine bildirmiş,
onlar da bu konuşmayı 31.10.1990 çarşamıba günü yayınladılar...
«Ben Allah ile 30 yıllık kontrat yaptım...» sözüyle
Allah (c.c.).ve O'nun koyduğu hükümlerle alay edil-, mektedir. Allah (c.c.) ve
hükümleri hafife alınmaktadır. Kısacası !bu sözde Allah (c.c.)'a meydan okuma
vardır. Böbürlenme, kibirlenme, eldeki imkânlara güvenme, ibana kimse bir şey
yapamaz gibi yalancı pehlivanlık vardır.
Kenan Evren bu sözleri söyliyenlerin ne ilkidir, ne de
sonuncusu olacaktır. Tarihi irdelediğimizde niceleri Allah (c.c.)'a karşı
terbiyesizliğin en denişini yaparak meydan okumuşlar ama sonunda çok ibreta-miz
bir şekilde .mürt olmuşlardır. Topal bir sineğin alınan bütün tedbirlere rağmen
anahitar deliğinden girip fravunlardan birini nasıl geberttiğini bir
hatırla-sanıza. Müteveffa Celâl Bayar da her yılki yaş kutlamalarında devlet
korumasına güvenerek «ölmiyece-ğim» diyordu. İnsan kılığından çıkarak gidişi ne
kadar da ibretadim oldu. Devleti işgal ederek İslâm'a ve müs-îümanlara yapmadık
koymamıştı. Şimdi ne kaldı kendisinden. Yine İslâm igalib geldi. Kökünü
kurutmak istediği gençlik yine de çığ gibi büyüdü, elhamdülillah.
Şimdi de Kenan Evren etrafındaki korumalara güvenerek
«Ben ölmiyeceğim» diye meydan okuyor. Bakalım bunun başarabilecek mi? Ölüm
meleği gelip kendisine verilen mühletin bittiğini haber verince direnebilecek
mi bakalım. Ömer Hayyam (Allah c.c. ondan razı olsun) ne güzel ifade
ediyor:
«Nicelen geldi. Neler istediler. Sonunda dünyayı Bırakıp
gittiler. Sen hiç gitmiyecek Gibisin, değil mi? O gidenler de, Senin gibi
idiler...»
Gitmiyecek gibi olmak fayda etmiyor taibi. İsteyen de
istemiyen de zamanı gelince gidecek... Bir başka şair de diyor ki :
«Ne kadar pehlivan olsan yine seni yenen olur Ne kadar
bey-paşa olsan nişanın iki taş olur.»
Bazıları ölmemeği niçin istiyorlar acaba! Bu soruyu
Emevi halifelerinden Süleyman bin Abdülmelik zamanın büyük alimlerimden Ebu
Hazim'e sorar. Der ki:
— Ölümü neden sevmiyoruz? Ebu Hazini der ki:
— Siz dünyayı tamiredip ahireti harap ediyorsunuz.
Mamureyi bırakıp harabeye gitmek elbette gücünüze gider.
İşte olay budur. Demek ki, dünya hayatındaki serkeşliğin
sebebi, ahiret inancının yok oluşudur. Ahi-rete inanan, onun hakkında sağlam
bilgiye sahip olan kimse bu derece kayıtsız yaşıyamaz. Yine şairin deği-ği
gibi:
«Dünya değirmendir döner, Bütün mahluk ona biner. Yağı
biten kandil söner
Sönmemeğe çaren mi var?
Düşünmezsin hiç ölmeği Terk etmezsin çök gülmeyi .Yakası
yok ak gömleği Giymem eğe çaren mi var?».
Bugüne kadar bunun çaresini bulan olmamıştır.
Bu demektir ki, bundan sonra da olmıyacaktır.
Cenab-ı Haikk Kur'an-ı Keri'de haber veriyor:
«Yeryüzünde olan her canlı fanidir». [247]
«Her ümmet için takdir edilen bir ecel
vardır.
«Hiçjbir ümmet, ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onu
geciktirebilir.» [249]
«Allah'ın izni olmadıkça kimseye ölmek yoktur. Ölüm
zamanı Allah'ın ilminde kararlaşmış bir yazıdır.» [250]
Hasılı, «Ben Allah ile kontrant yaptım, Ölmiyece-1 ğim»
demek Allah (c.c.)'ı ve hükümlerini alaya almak demektir. Doğmak insanın kendi
elinde olmadığı gibi ölmek de hiç kimsenin insiyatifinde değildir. Mü'minlerin
inancı budur.- înanonıyanlara gelince:. Canları, cehenneme. [251]
409 — «Sakal Keçide De Var».
• Sakal konusunu bu isimle yayınlanan kitabımızın
l'inci cildinin 150'nci sahfesinde ele almıştık. Şimdi aynı konuyu bir başka
açıdan ele alacağız.
Kalbinde maraz olanlar çeşitli* vesiler uydurarak hep
müslüımanlarm kisvelerine saldırmayı marifet saymışlardır. Ancak, bunların
saldırıları kendileri hesabına hep hüsranla neticelenmiştir. Bundan sonra da
olacak olan ibudur.
Kaynaklarda zikredildiği üzere sakal, mütevatir bir
sünnettir. Hanefi fukahası: «Erkeklerin sakallarını tıraş etmelerinin
haramiliği üzerinde ittifak etmişlerdir.» [252]
Rasûl-i Ekrem ds.a.vj'in, Sahabe-i Kiram (r.a.)'m, bütün müctehid imamların
(Rh.A. ve Evli, ya-i Kiram (K.S)'m sakal hususundaki titizliği kaynaklarda
zikredilmekte ve görülmektedir. Zaruret ol-
İmadan sakalı tıraş etmek dört mezhebin müctehid
imamlarının kavillerine göre haramdır. Kemaleddin İbni Hümaon (Rh.A.)
Fethü'l-Kadir isimli eserinde, sakalı tıraş etmenin İran'lı mecusilerle Hind
yahudileri-
jnin âdeti olduğunu kaydediyor. [253]
Sakal konusunda şu eserlerin incelenmesini gejrekli
görüyoruz :
• Merhum Ahmed Davudoğlu hocamızın Sahih-i i Müslim
Terceme ve-Şerhi'nin 872-875. sahif esinde ulemanın sakal ile ilgili beyanlarını
güzel bir üslub ile nakletmiştir, Allah Rahmet etsin...
® îbni Abidin, Reddü'l-Muhtar c/5, Sh: 260 ve
devamı.
® Kemaleddin îbni Hümam, Fethü'l-Kadir c/2, Sh: 270 ve
devamı.
© Ali Rıza Demircan. İslâm'da bâtıla benzemenin 'hükmü,
isimli eseri.
® Tecrid-i Sarih Tere. c/12, Sh: 99 ve
devamı.
Müslümanlar sakal konusunda titiz olmak zorundadırlar.
Halkın arasında dolaşan sakal aleyhine söylenen sözlerin tamamı uydurmadır.
İşte bunlardan biri de başlık yaptığımız «Sakal keçide de var»
sözüdür.
Yaşanan bir olayı naklederek bu meseleyi bitirelim.
Hoca efendinin biri bir toplantıda şu hatırasını anlatmıştı:
«Bir ilçede müftülük yapıyordum. Sakalımı kesme, meye
karar verdim ve böylece sakalı bırakmış oldum. On-onbeş gün sonra daire
müdürleriyle bir toplantımız oldu. Herkes beni sakallı görünce başladılar ileri
-geri sakal hakkında ahkam kesmeye. Ben de onlara sakalın gereğini anlatmaya
çalışıyordum. Ama benim söylediklerime hiç itibar etmiyorlardı. Söyledikleri
kafamın tasını tam attırdıki bu anda kaymakam hey
«— Müftü bey sakal keçide de var» demesin mi! Öbürleri
de ıbu söze «doğru ya» deyince taşı gediğine koyma zamanın geldiğini düşündüm.
Bunlara şu cevabı verdim :
— İyi doğru söylüyorsunuz. Evet, keçide sakal var amma
eşşeklerde sakal yok, dedim.
Benim bu sözüm üzerine karşımdakilerin lâfı boğazına
tıkıldı, kıpkırmızı kesildiler. Ortalık bir an sessizliğe büründü. İçlerinden
biri şu itirafta bulunmak zorunda kaldı:
— Vallahi biz bunu hak ettik. Peygamberin sakalını alay
konusu edenin sonu hep bu olur. Sonra toplantının gündemine geçildi. Bir daha
da kimse sakal kelimesini ağzına alamadı.»
Biz bu cevabı çok takdir ettik. Umarım siz
okuyucularımın da bu cevap takdirlerinize şayan,olmuştur.
Hasılı, sakal mütevatir bir sünnettir. Aleyhinde söz
.söylemek ancak kâfirlere mahsustur. Hoca efendinin de beyan ettiği gibi, en
hafif tabiriyle eşekliktir. Daha ne diyelim? [254]
410 — Moral Gecesi.
• Bazı çevreler ve müesseseler memleketimizde moral
geceleri ve günleri diye mel' anetlerini sergileyen merasimler düzenlerler.
Tamamen Allah'a isyanın icra edildiği bu adet idağer ıgünah galerileri gibi
bize ba_ tıdan gelmiştir. Zararı çok faydası hiç yoktur.
Moral geceleri spor kulüpleri başta olmak üzere bir çok
kurum ve müesseselerde sık sık icra edildiği igibi maalesef memleketlerin temel
taşı olan askeriyelerde de kısa aralıklarla tekrar edilen 'bir isyankârlıktır!
Bilindiği gibi Irak'ın Kuveyt'i işgalini behane ederek ortadoğuya yerleştirilen
yarım milyon civarındaki askerinin «moral verme» adıyla peyderpey Türkiye'ye
getirip «Türk kadınlarıyla resmen fuhuş yaptırıldığı malumdur. Türk askerinin
ve polisinin koruması altında «Türk kadınlarının ikram edildiği «Amerikalı
conilere moral verilerek» tekrar Ortadoğuya «gönderildikleri gazete, dergi
sahifelerine ve televizyon ekranlarına kadar yansıdığını bilmiy enimiz
yoktur.
«Moral gecelerinin bizim ordu birimlerimizde de
düzenlendiği zaman zaman gazetelerde bilhassa boyalı basında haberler arasında
yer alır. Askerlik dönemimizde zaman zaman böyle geceler düzenlenir buralara
katılan arkadaşlarımız arasında bu geceler gün_ lerce konuşulurdu.
Bize göre «moral geceleri» son derece tehlikeli,
Müslüman Türk Milletinin ahlâkına' uymayan icraatlardan biridir. Zararı çok
faydası yoktur. «Moral geceleri» düzenlemekle hiçbir asker cangaverlik
gösteremez. Aksine korkaklasın Nefsine düşkünleşir. Vatan için Ölmenin
enayilik olduğuna inanır. Ben ölecem benden sonrakiler karılarla kızlarla
yaşayacaklar diye düşünür böylece düşmandan kaçar. Ben canımı başkaları için
veremem, der.
Bu vatanın evlâtlarını gerek askeriyede gerek sivilde
haçlıların istilasından korumada canını feda ettirecek cangaver yapmak lâzım.
Bu «moral geceleri»yle gerçekleşmez. Okullara ve askeriyeye şehidlik dersleri
koymak gerekir. Bu insanlara şehidliği sevdirmek ]âzımdır. Şe'hidliğin kıymetini
bilmeyen insanlar kolay kolay din, vatan ve namuslarını koruma cesaretini
gösteremezler. Uşak ruhlu olurlar. Vatanın selâmeti millete şehidliği
sevdirmekle mümkündür. Tarihe >bakın az sayıdaki müslümanlar kendilerinden
kat kat fazla küfür ordularıyla yaptıkları savaşta galip gelmişlerdir. Sebebi
şehâdet şerbetini içme aşkıdır. Çünkü bizim inancımıza göre peygamberlik
mertebesinden sonra şehidlik mertebesi gelir. Eskiden ecdadımız dua
ederken:
— Allah'ım, bana şehidliği nasip et, diye dua
ederlermiş. Bunlar şehidliğin ne demek olduğunu bilen bir toplumdu. Öyle bir
toplumun başkalarına yem olması düşünülebilir mi? Bu mümkün
değildir.
Muvaffakiyetin sırrı üç şeydedir:
1- Ter damlası:
Ter damlası mübarektir. İnsana rahatlık verir, onu huzura kavuşturur. Şartı
Allah tc.c.) için olacak.
2- Gözyaşı
damlası: Rahmet yağmuru gibi, gönülleri yeşertir, cehennem ateşini söndürür.
Şartı Allah (c.c.) için akıtılacak.
3- Kan
damlası: Bu da mübarektir. Misk gibidir. Genç nesillerin sulanmasına, yeni
mücahidlerin ilâhi boya ile boyanmasına,, filizlenip hızla gelişmelerine sebep
olur. İnsana can, kan, cesaret, şecaat, heyecan... verir. Şartı Allah (c.c.)
için akıtılacak. Yani terini, gözyaşını, kanını Allah'ın rızasını kazanmak
için akıtabilen kazanıyor. Buna şehadet şuuru denir. Bu topsiuma bu şuuru
kazandırmak lâzımdır.
Tirmizi Hazretlerinin rivayetine göre Sahabe-i Kiram
diyor ki:
«Peygamber (s.a.v.) Efendimiz foize şehidliğin
mertebelerini 7 madde halinde şöylece anlattı:
1- Şehidin
bütün günahları af olunur. Kul hakkı müstesna.
2- Şehid
olurken insan cennetteki makamını görür.
3- Kaibir azabı
onun için yoktur.
4- Korkuların
en şiddetlisi olan kıyametin gürültüsü korkusundan şehid emin olur.
5- Şehid
olanın başına ahirette yakuttan bir makam tacı konulacak; bu tâctan şehdd
olduğu anlaşılacak.
6- Hurilerden
72 tanesi ile evlendirilecek.
7-
Yakınlarından en az 70 kişiye şefaat edecek.» İşte (bu mükâfaatlari bilen kişi
şeîıâdete ermenin
özlemiyle yaşar. Zafer, bu hasreti duyabüenlerin hak.
kidir. Bu topluma bunları öğretmek lâzım. Bunların öğretilebilmesi için de
okullara mutlaka şehidlik dersinin konulması şarttır. Yoksa melanetlerin
sergilendiği «moral geceleri» ile kimse vatanını koruyamaz. Zaten korumayı da
düşünmez. Bilindiği gibi «moral
gecesi» tertip edilen toplantılarda
dansözler oynatıp, kadm-erkek çengilere müstehcen şarkı-türkü söyletir, ler.
İçki içip Allah'a isyan ederler. Bizim dinimizde, örfümüzde an'anelerimizde
kadın oynatmak yoktur. Kimsenin şerefiyle oynamak da yoktur. Bu âdet iğrenç
batılının iğrenç adetlerinden biridir.
Hâsılı, «Moral gecesi» adı altında bir sürü
nıel'-
anetlerin işlendiği gece ve günler tertip etmekle
hiçbir ibaşarı elde edilemez. Vatanını seven hiçbir memleket evlâdının ıböyle
'bir şeye tevessül etmesi düşünülemez. Zaten bu tür davranışlar moral takviyesi
vermesi bir tarafa aksine insanın mevcut moralini de bozar. Askerin-sivilin kim
olursa olsun kahramanlık göstermesi isteniyorsa yapılacak şey ona şehidliği
sevdirmektir. Şehidliğin kadrini bilen bu vatanı korur. Onun için en kısa
zamanda okullara şehidlik dersi konulmalıdır. Ehil kimselere bu ders
verdirtilip millete şehidlik öğretilmelidir. Ecdada lâyık olmanın yolu da
fbudur. [255]
411 — «Hayat Müşterektir.»
Toplumumuzda egemen güçler kadını evinden çıkarıp sokağa
çekebilmek için «Hayat müşterektir» yaygarasını koparmışlardır. Bazı şeyleri
yaptıkları reklâm ve propagandalarla topluma asil ihtiyaçlardan, mış gibi kabul
ettiren 'bunlar nihayet kadını evinden koparıp sömürü tezgahlarına hammadde
olarak sürmüşlerdir. Sakızlaştırmalardır. Kapitalist ekonominin gereği israfta
yarışanlar kadının ev ekonomisine katkısı olur zannıyla «hayat müşterektir»
vehmine kapılarak kadını analıktan koparıp fabrika ve büro işçiliğine
çekmişlerdir. Kadına tatbik ettikleri zulmü sezdirmemek için de «Kadın-erkek
eşitliği» safsatasını ortaya atmışlardır.
Azgın bir canavar gibi yıkıp yömüren israfa evin
erkeğinin kazancı yetişeni ey ince gelire katkısı olur vehmiyie kadın evin
dışında çalışıp para kazanma.
ya (!) yönlendirilmiştir. Kadının böyle bir tavrını
meşru gösterebilmek için de «hayat müşterektir» sözünü uydurup
bayraklaştırmışlardır.
«Hayat müşterektir» sloganıyla evinden koparılan
anneler; çocuklarını ya kreşlere veya Maşukalarına bırakmak zorunda
kalmaktadırlar. Böyle kadınlar çocuklarını anne şefkatine, merhametine ve anne
kucağına hasret bırakmaktadırlar. Tek idealleri kazanmak olan ve
gözlerini dünyevi hırs bürüyen pek çokları kadını değil annelik, kadınlık
vazifelerini bile yapaimya-cak işlerde çalışmaya zorlamaktadırlar.
«Kadın-erkek eşitliği» avutmacasıyla kadınlar çeşitli
sahalara sürülmekte ve erkeklerden de daha da ucuza çalıştırıldıkları için
sömürü tezgiyahlarının ekmeğine yağ sürülmektedir. Bütün sıkıntılardan ve
hastalıklardan kurtulmanın yegâne çaresi; İslâm'a teslim olmaktır. Nesil
emniyetinin ve eğitiminin, geleceğe sahip çıkacak salih nesillerin
yetiştirilmesi için de kadınların evlerine, asli görevlerine dönmeleri
gerekmektedir. Herşeyi mülbaih gören, Allah (c.c.l'm emir ve yasaklarını hiçe
sayan ideolojiler ve bu ideolojilere imân eden kimseler müslümanlara örnek ve
delil olamazlar. Kısacası, millet olarak aslımıza dönmek
zorundayız.
Tarihte en şerefli nıevkiye bizi millet olarak çıkaran
inanç esasımıza tekrar sarıldığımızda yine aynı mevkiyi kazanacağımıza şüphe
yoktur. Bunun izah yolarından biri de şöyle bir sorunun cevabını vermekle
koaylaşır.
«Ailenin geçimini sağlamak kimin görevidir?» sorusuna
«nafaka nedir?» sorusuyla anlaşılabilirlik kazandırılabilir :
İnsanın normal bir hayat için muhtaç olduğu hususlara
sarfettiği yiyecek, içecek, mesken vesaire gibi şeyler nafaka mefhumu içinde yer
almaktadır.[256]
Aile hayatının devamı, sıhhati ve düzeni için bu işin ibir sorumlusunun
bulunması gerekir. îslânı Dini ailenin nafakasının yükümlülüğünü kocaya
yüklemiştir. Yani hanımın ve çocukların nafakası koca üzerine vacibtir. [257]
Hatta kadın zengin [bile olsa nafakası kocasına aittir. [258]
«Biribirleri için elbise oldukları» [259]
beyan edilen eşlerin biribirlerinin hukukuna riâyet et_ meleri şarttır.
Elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi, herbiri diğerini
örten eşler; biri-birlerini haram olan şeylerden alılkoyarlar. İffetlerini
muhafaza ederler. Günahlardan korurlar. [260]
Biribirlerinin ayrılmaz parçaları olarak görülen
fcarı-kocanın evliliği sevgiyi ve merhameti [261]
tabii olarak beraberinde getirecektir.
Kur'an-ı Kerim'de Rabb'ıımız buyuruyor ki •
«Kadınlar için erkekler üzerinde, erkeklerin kadın, lar
üzerinde hakları vardır.» [262]
«Kadınlarla maruf veçhile (aklın normal kabul edip,
şeriatın hoş gördüğü şekilde) geçinin». [263]
Âyetlerden anlaşıldığı gibi yatak ve infak hususunda
insaflı, söz ve sohbette tatlı ve güler yüzlü olmayı [264]
Rabb'ımız kadınların kocalarına emretmektedir.
«Annelerin maruf veçhile yiyeceği, giyeceği çocuğun
babasına aittir.» [265]
Âyeti gereğince de, hanımın kâfi derecede yiyeceği, ifrat ve tefritten uzak
kalmak şartıyla giyeceği de kadınm kocası üzerine tereddüp haklarındandır. [266]
Her müslüman erkek geçimini sağlamak, rızkını helâl
yoldan temin etmek kazancını hayır yolunda harcamak ve «veren el» durumuna
gelebilmekle görevlidir. Çünkü müslüman «Kazancını nereden, nasıl kazandın ve
nereye nasıl harcadın» [267]
sualinin muhatabı olacaktır.
Temb elliğinden veya keyfi israfından dolayı ailesi
efradını ihmal edenler büyük günah işlemektedirler. Kadının kocası üzerindeki
haklarından biri de hanımına yediğinden yedirmesi giydiğinden giydirmesi-dir.[268]
Sanki dünyada ebedi kalacaklarmış gibi süse, lükse,
sükseye, modaya, eğlenceye düşkünlükler, pek-çok aile yuvasını tarumar edip
yıkmıştır. Aile mefhu- * munu yok etmek için kurulan tuzaklar, insanın sadece
ımidesine hitabeden onu da doyuramıyan, tek düşünceleri; «karnı tok, sırtı pek»
vatandaş olan ve insanın mânevi yönünü tamamen ihmal eden ideolojiler
insanlığın bu halinin ,baş sorumluyudurlar. Bunlara aldanmamak lâzımdır. Çünkü
müslüman, çocuğunun, ailesinin sadece midesini değil; kafa ve kalbini de İslâm
ile doldurmak ve doyurmak zorundadır.
Hasılı, «Hayat müşterektir» lâflarını sakız ederek
kadını yuvasından ayırıp kem gözlülere ve kem kalb. lilere fabrikalarda
işcinsekreter olarak hizmet ettir_ mek kadına yapılan en büyük ihanettir.
Kadınlar bu yaygaracılara inanır da kendilerinden birşey kaybetmediklerini
sanıyorlarsa, böylelerinin kaybedecek bir-şeyleri kalmamış demektir. [269]
412 — «Allah'ım Bîr Çuval Altın Yolla Hammal Parasını Da Ayrı Bırak.»
• Bilindiği gibi mü'min Allah-u Taalâ'ya imân eden ve
hayatını ibu imânın gereklerine göre tanzim .eden insandır. Allah-u Taalâ'ya
direk veya dolaylı yolla istihzaya varan, her söz ve davranış çoğu zaman
imân-küfür çizgisinde oynar. Allah (c.c.) lâfzı normal bir söz değildir. Bu
isim, zahiren pis olan bir mekânda anılamıyacağı gibi, muhtevası itibariyle pis
olma hükmü taşıyan bir mekânda da anılamaz. Ne tuvalette anılabilir, ne de bir
eğlence yerinde anılabilir.
Kur'an-ı Kerim'de Allah (c.c.) ismi anıldığı zaman
kalbleri titreyen mü'minler olmamız emredilmek-ıtedir. Günlük hayatın basit
seyri içersinde lâubalilL ğin tezahürü cümleler arasında Allah (c.c.) adını
anmak, en azından ciddiyetsizlik, imân gerçeğini kav-rayamamaktır.
Kaldı ki, başlıkta zikrettiğimiz söz bu noktayı da aşmış
Allah-u Taalâ'nm kudret ve azametini idrak edememiş insanlara ait bir sözdür.
Tahakkuku asla mümkün olmayan (bir şeyden söz ediliyor bu cümlede. Elbette bu
imkânsızlık beşer için geçerlidir. Al-laih-u Taalâ için bir çuval altın yanında
çuvalı da altın yapmak mümkündür. Çünkü mülkün sahibi O'dur. Herşey O'nun
kudretin dedir.
Mü'min onca zahmetlerle yaptığı ibâdetlerini lüzumsuz
bir sözle suya düşüremez. Bilhassa günümüzde insanların hayatrhep gırgır oldu.
Öyle ki, yaşamak gırgırdan ibaret bir hâl aldı. Eğieneceksek imânımızla,
âhiretimizle ilgili olmayan çok şey bulabiliriz. Bunu meşru ölçüler içinde
yapabiliriz. Ölçüyü taşırma-dıkça herhangi bir vebal de yoktur.
Kesinlikle herkes 'bilsin ki, Allah-u Taalâ'ya ve O'na
taalluk eden şeyler ancak zikir edasıyla anılma-lıdır. Bir şaka için, :bir
etrafındaki insanları güldürmek için cehennemde kalmak çılgınlıktır
doğrusu.
Hâsılı, tekerleme mahiyetinde olan başlıkta
zikrettiğimiz sözün akıllı bir mü'minin ağzından çıkması düşünülemez. Bu
ifadeyi ancak Allah-u Taalâ'nm kudret ve azametini idrak edememiş kimseler
kullanabilirler. Komiklik olsun için söyleniyorsa, değer mi etrafımızdaki
insanları güldürmek için cehennemde kalmaya. Doğrusu bu korkunç bir ahmaklık
olur. Ahmaklık mü'minlere yakışmayan (bir sıfattır. [270]
413 — Temsil Ve Oyunlarda Söylenen Sözlerin İslâmi Hükmü Nedir?
Son yıllarda müslümanlar, İslâm tarihinden birçok
bölümleri sahnelerde canlandırmaya başladılar. Hatta sahnelendirilen gerçekler
teyb ve video bantlarına alınarak hayli yayıgmlaştırıldı.
Bunların konusu, İslâm Tarihinde ve özellikle
Ra-sûlüllah (s.a.v.) Efendimiz ve Hulâfe-i Raşidin döneminde cereyan eden
olaylar teşkil ediyor. Temsil ve oyunlarda görev alan bazı oyuncular, rollerinin
gereği olarak, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukbe bin E.bu Mu-ayt, Ümeyye bin Halef,
Utibe bin Rabia... gibi aşırı müşrikleri canlandırıyor ve onların ağzı ile, bir
müs-lüman tarafından söylenmeyecek, inkâr ve küfür sözlerini de
söylüyor.
İnanarak değil, oynanan rolün gereği olarak küfür ve
inkâr ifade eden sözleri söylemenin hükmü nedir? Rol gereği olarak söylenen bu
tür sözleri söyleyenler dinden çıkıp küfüre düşerler mi? sorularına cevap
bulmaya çalışalım. Bu sorulara verilecek cevap meselenin hükmünü ortaya
koyacaktır:
CEVAP: Bilindiği üzere, mecbur bırakan ciddi bir baskı
altında olmadıkça, bir kimsenin küfür ve inkâr ifade eden sözler söylemesi
küfrünü yani İslâm sınırları dışına çıkmasını gerektirir. Çünkü, imanın kalb ile
tasdik ve dil ile ikrar olmak üzere, biri aslî, diğeri zait iki rüknü vardır.
Aslî rükün olan kalbin tasdiki, hiçbir mazeretle sakıt olma, aksi halde kişi
küfre düşer. Zait rükün olan dil ile ikrardan ise, ancak ciddi bir baskı
(ikrah-ı mülci) karşısında vazgeçilebilir.
Kur'ân-ı Kerim'de:
«Kalbi iman ile mutmain olduğu halde, inkâra zorlananlar
müstesna, her kim Allah'ın inkâr edip gönlünü küfre açarsa, böylelerine
Allah'tan bir gazap ve büyük ibir azap vardır» [271]
'buyrulmaktadır. Nitekim fıkıh ve kelam kitaplarında da, bir müslümamn ciddi
bir ibaskı altında olmadıkça, —kalbi iman ile mutmain olsa bile,— inanarak
değil, hafife alarak, küfrü gerektiren bir sözü isteyerek söylemesinin, onu
küfre düşüreceği ifade olunmaktadır. [272]
Ancak, piyes ve temsillerde, oynanan rolün gereği
olarak, bu tür sözlerin söylenmesinin küfrü gerektireceği söylenemez. Çünkü
temsil ve oyunlarda, söylenen sözler, aktörün ikendi sözleri olmayıp, rolünü
aldığı kişiye ait sözlerin nakl ve hikaye edilmesinden ibarettir. Ayrıca bu
sözler, fıkıh ve kelam kitaplarında, küfre düşmeye illet olarak gösterilen dini
hükümleri hafife almak, istihfaf ve istihkar etmek maksadıyla da
söylenmemektedir. Bu itibarla, baskı altında olmasa da, oynadığı rolün gereği
olarak, bir kafirin küfrü gerektiren sözlerini nakl ve hikaye eden kişi, bu
rolü dolayısıyle küfre düşmüş olmaz. Çünkü söyledikleri kendi 'sözü olmadığı
gibi, dini istihfaf ve istihkar için söylemiş de değildir. Sadece kafirlerin
söz ve davranışlarını nakl ve hikaye etmiştir. Nitekim ilgili kitaplarda ve
Kur'an-ı Kerim'de de kafirlerin söz ve davranışları nakl ve hikaye
edilmektedir.[273]
Bilindiği üzere, iman ve küfür, lüzûmî değil,
ilti-zamidir. Yani 'bilerek ve isteyerek, kasıtlı şekilde olur. Müslüman olma
niyyet ye kasdı olmaksızın, toir gayr-i müslim şehâdet kelimesini
söyleyivermekle müslüman olmayacağı gibi; söylediği sözle dinden çıkma (yani in^
kâr ve küfür) niyyet ve maksadı olmadıkça, herhangi bir sebeple ağzından küfür
sözü (yani zahiren küfrü gerektiren >bir söz) çıkıverme'kle de bir müslüman
dinden çıkmış ve küfre düşmüş olmaz. Şüphesiz bir maslahat bulunmadıkça, bir
müslümanın bu tür sözleri söylemesi ve imanı ile bağdaşmayan yakışıksız
davranışlar içinde olması da uygun olmaz. [274]
414- El Öpmekle Ağız Aşınmaz.
• Allah (c.c.)"'a ve Rasûlü (s.a.v.)'e imân eden ve
İslâm'ı hayat nizâmı olarak kabul eden her mü1-minin hedefi yürüyen bir Kur'an,
yaşayan bir İslâm olmaktır.
Mü'min Allah (c.c.)'m nuruyla bakar. Kendisini Allah
(c.c.)'m şeriatıyla sınırlamıştır. Bu sebeple de, zillete ve zilletin yolunu
açan her fiile tepki ile bakar. Ne el öper ne de bel büker. Mü'minin beli
sadece Allah (c.c.) için bükülür. Alnı, yalınız Allah (c.c.) için toprağa değer.
Onun el öpmekle belki ağzı aşınmaz amma, imânının zedeleneceği endişesi taşır.
îmânı için var olan bir insana, o imânın söz konusu olduğu ıbir yerde her zaman
ve mekânda tedbirlidir.
İslâm dini, el öpülecek yerleri ve eli öpülecek
kimseleri belirlemiştir. Eli öpülecekler arasında, yağcılık yapılması
gerekenler, insanların önlerinde zelil olmaları için yollar arayanlar yoktur.
Ancak anne-baba, ilmi ile amel eden âlimler ve âdil sultanın elini öpmeye
ruhsat vermiştir İslâm âlimleri.
Başlıkta zikrettiğimiz «El öpmekle ağız
aşınmaz»
ifadesi yağcılığa ve yaltakçılığa mantık kılıfı
geçirmeye yarar sadece. Mü'min ise mantığı ile değil şeriatı ile yaşar. Gerçi
selim bir akıl da, yağcılığı ve yaltakçılığı değil onurlu bir hayatı. tavsiye
eder. .
Hâsılı, ellerinin, öpülmesine ruhsat verilenlerin elini
öperiz. Yağcılık ve yaltakçılık yapmayı köpeklik addederiz. Bu ikisinin
arasındaki farka da dikkat çekeriz.
Bundan sonraki bahsi bu münâsebetle «eZ Öpme» konusuna
ayırıp işledik. Faydalı olacağını umuyoruz...
[275]
415 — «El Öpmek»
• İslâmiyet, müslümanların kaynaşmasını^ biri-birlerine
karşı sevgi ve saygıda yarışmalarını emreder. İslâm dini, cemaat dinidir.
Cemaatin özelliği, insanlarının biribirlerine karşı ta'zim ve hürmetkar
davranmalarıdır. Çünkü, sevgi ve muhabbet ancak böylece gerçekleşir.[276]
telâm prensiplerine göre, şer'i ölçüler içinde öpmek
sevgi, saygı ve hürmetin nişanesidir. Öpmenin İslâm'daki yeri sünnet ile
sabittir. Öpmenin cevazı hakkında bir çok Hadis-i Şerif varid olmuştur. Yalınız
bu cevazın mahalli, takbil ikram ve ihtiram için olmalıdır. Şehvet gayesi için
olursa bu caiz değildir. Şehvet ile öpmek yalınız zevç ile zevce hakkında
helaldir. [277]
Öpmenin Mahiyeti:
Öpmek sevgi, bağlılık, saygı belirtmek üzere dudaklarım
başkasının dudaklarına, yanağına, eline veya ya herhangi bir şeye bastırmaktır.
[278]
Hükmi yönden, öpmeyi beş kısımda mütalâa etmek
mümkündür:
1- Küfür olan
öpme.
2- Haram olan
öpme.
3- Mekruh olan
öpme.
4- Sünnet olan
öpme.
5- Sevap olan
öpme.
Şimdi burada bu ıbeş başlık altında toplanabilen
hükümleri özetleyerek açıklamaya çalışalım:
1- Küfür
olan öpme:
Bu, âlimlerin ve toplumda ileri gelenlerin önünde ibâdet
ve ta'zim kastı ile yeri öpmektir. [279]
2- Haram olan
öpme:
Alimlerin ve (büyüklerin önünde selâmlamak kas-tryla
yeri öpmektir.[280]
Şehvetlenme korkusu olmasa bile yabancı kadınların
yüzlerine ve ellerine dokunmak ve öpmek haramdır. Dokunmanın hükmü
bakmanınkinden daha katıdır. [281]
3 — Mekruh olan öpme:
Mekruh olan öpmeyi üç ana noktada mütalâa etmek
mümkündür:
a- Âlim veya
âdil idareci olimyan, îslânıa hür. metkârlık etmeyenlerin elini öpmek bil-icma
mekruhtur. [282]
b - Bazı
müslümanlar hürmet ettikleri zatm elni öpmek istiyorlar o öptürmüyor kendi elini
öpüp alnına koyuyor. Bu tahrimen mekruhtur.[283]
c —• Karşılaşma veya ayrılma anında bir erkeğin diğer
erkeğin elini, ağzını veya herhangi bir azasını öpmesi tahrimen mekruhtur.
Kadının kadını da aynı. şekilde öpmesi tahrimen mekruhtur.[284]
4 — Sünnet olan öpme:
Âlimin ve adil sultanın elini öpmek sünnettir.
El-ihtiyar adlı fıkıh kitabında deniyor ki:
«Âlimin ve adil sultanın elini öpmekte bir beis yoktur.
Zira Sahabe-i Kiram (Radiyallahu anhum ec~ main hazeratı, Rasûlüllah Sallallahu
Aleyhi Vesellem Efendimizin ellerini ve başını öpüyorlardı. Süfyan bin
Uyeyne:
«— Âlimin ve âdil sultanın elini öpmek sünnettir»
deyince, Abdullah ıbin Mübarek kalkıp onun başım öpmüştür.[285]
5 — Sevap olan öpme:
Küçük çocuğun alnından öpmek sevaptır. Çünkü bunda
çocuğa şefkat vardır. Arkadaşlarının veya başkalarının küçük çocuklarını öpmek
de aynı şekildedir.[286]
Yaptığımız bu sıralamadan sonra ayrıca caiz olan öpmeler
de vardır. Hanefi âlimlerinden Fakih Ebul'leys Semerkandi bu caiz olan öpmeleri
Camius-Sağir Şerhi'nde şöyle izah eder:
1- Kufole4
Tahıyye: [287]
Bazı mü'minlerin saygı duydukları kimselerin el üstünü
öpmesidir.
2- Kuble-i
Şefkat:
Çocuğun anasmubabasını öpmesidir.
3- Kuble-i Rahmet:
Ana-babamn kendi çocuğunun yanağını öpmesi-
4- Kuble-i
Şehvet: .
Zevcin zevcesinin ağzını öpmesidir.
5- Kuble-i
Meveddet:
Kız ve erkek kardeşlerin biribirlerinin yanaklarını
öpmeleridir.
6 - Kuble-i
Diyanet:
Haceru'l-Esved'i ve Kabe'nin eşiğini öpmek, diyanet
öpmesi diye isimlendirilir. [288]
Ayrıca:
© Kur'ân-ı Kerim'i öpmek caizdir. Çünkü
Hz.
Ömer (r.a.) her sabah Kur'an-ı Kerim'i alıp öpüyor ve
şöyle diyordu:
«— Bu^Ralbb'imin ahdidir. Rabb'imin (Azze Ve Celle)
beyanıdır.»
Hz. Osıman (r.a.) de Mushaf'ı öpüyor ve yüzüne
sürüyordu.
• Ekmeği öpmek bid'at çiğnemek mekruhtur.
[289]
• Dünyalık elde etmek için el öpmek mekruhtur. Bu
kişiler ister şeyh, ister âlim, ister âbid, ister hükümdar olsunlar
farketmez.
® Ayak öpmeye gelince; her ne kadar ayak öpmek çirkin
gibi görünüyorsa da, Sahabe-i Kiram'dan (Radiyallahu Anhüm Ecmain) rivayet
edilen hadisler arasında az da olsa ayak öpmeden bahsedilmektedir. Çok muttaki
insanların ibiribirlerinin ayaklarını —istismar konusu etmeden— öpüvermelerine
bir-şey diyemeyiz.
• Bir erkeğin diğer bir erkeğin yüzünü öpmesi
mekruhtur. Kadın kadına yüzden öpüşmeleri de mekruhtur. [290]
Hasılı, öpmenin hangi çeşidi olursa olsun ölçüsü
İslâm'da belirlenmiştir. Biz müslümanlar ölçüye uygun olanlarını yeri ve zamanı
gelince yapar; olmayanlarım da her yer ve zamanda reddederiz. Bu bizim müslüm
anlığım izin gereğidir... [291]
416 — «Şansım Olsaydı Anam Kız Doğururdu.»
• Gerek insan hayatı ve ıgerekse kâinattaki diğer
varlıkların tamamı başıfooş değil, Allah-u Taalâ'-nm,yazmış olduğu değişmez,
sabit ve mükemmel bir kader parelelinde yürüyor. Herşey istisnasız Allah
(c.c.)'nün kaderi iledir. İmân esaslarımızdan beşincisi kadere imân etmektir.
Mü'min insan Allah'ın takdir ettiği kadere kayıtsız-şartsız rıza gösteren
insandır.
Canlıların cinsiyetini de Allah (c.c.) belirlemiştir. Ne
doğduğu topraklar, ne de ulus, dil, renk ve ne de erkekiik-dişüik ihtiyari yada
şansa kalmış şeyler değildir. Yaratılırken kimsenin önüne seçenekler
getirilmemiştir. İnsanlar için getirilen tek seçenek belli bir zaman sonra imân
veya küfür şıklarından birini seçme olayıdır. Şüphesiz bu seçememe olayında
anne de vardır. Anneler dilediklerini değil, Allah'ın takdir ettiğini ve
yarattığını doğururlar. Yani bir anne adayı «ben erkek» veya «kız istiyorum»,
«istemediğimin olmasını istemiyorum» demek hakkına sahip değildir. Onun
söyliyeceği söz «hayırlısını istiyorum» ifadesi olmalıdır.
Benim bir tanıdığım vardı. İlk çocuğuna hanımı hamile
olduğu zaman hep :
«— İllâ da erkek çocuğu istiyorum. Kız olursa keserim»
diyordu. Bu sözleri için çok ikazlarda bulun, duk. Tevibe etmesini istedik. O,
inat etti. Sözünde İsrar etti, İkide bir aynı sözleri tekrar ederdi.
Allah (c.c.)'in takdiri bu ya, hayırlısı da böyle imiş
doğan çocuk kız olarak dünyaya geldi. Adam ne karısının yanma ne de eve günlerce
uğramadı. Onu kesmedi ama, evlât diye yüzüne bakıp bağrına da basmadı. Derken
zaman geçti, yedi sene içinde Allah (c.c.) ona tam dört tane erkek çocuk verdi.
Hepisi bü-yüdüler. Evlendiler. Kendisi bir ara felç oldu. Hamımda daha önce
vefat etmişti. Adam ele bakımlı hale gelince ortada kaldı. Erkek çocukları dönüp
yüzüne bile bakmadılar. Onun o halinden iğreniyorlardı. Neticede o bir tek kızı
babasına sahip çıktı. O baktı. Yedirdi, içirdi, yıkadı, pakladı. Bir gün bile
babasından tiksinmedi.
Demek hayırlısı bu imiş. Allah (c.c), sen misin benim
takdirime rıza göstermiyen; - albakalım sana dört erkek evlat, çek cezalarını...
deyiverdi. Demek ki, hayırlısını istemek lâzım. Bunu biz bilemeyiz. Allah
(c.c.)'nün takdir ettiği hayırlı olanıdır. Herşeyi bilen ancak O'dur.
Meseleye başka bir açıdan bakacak olursak şu gerçeği de
yakalamış oluruz : «İyilik», «mutluluk» gibi nesneler kadınlığa ve erkekliğe
bağlı değildir. İnsanın kendi fiileri ve uygulamaları, konuştuğu, dinledi-'ği
şeylerle yüklenen hayatı mutlu yada mutsuz bir hayatı yaşamasını gerektiriyor.
Ne kadın erkeğe göre daha şanslıdır, ne de erkek kadına göre daha
şanslıdır.
Ancak, meseleye batı kafa yapısı ile bakıldığında
yirminci asırda kadınlar erkeklere göre daha şanslı gibidirler. Reklâmlarda ve
diğer rezaletlerde şansları şimdilik —yahudiler öyle uygun gördükçe— daha açık_ *ür.
Lâkin bu aldatmaca bir açıklıktır. Buna şanslılık değil ahmaklık
denir.
Ar, namus, haya, şeref ve edeb tanıyanlar ve insanın
eşref-i mahlukat olduğuna inananlar için iş kadınlık yada erkeklikte değil,
Allah (c.c.)'a kul olmaktadır. İnsanların en iyisi, en şanslısı Allah (c.c.)'a
en iyi kul olabilenlerdir.
Hâsılı, kişi şansını erkek veya kız olmakta değil,
kendisini Allah (c.c.)'a kul olabildiği oranda şanslı kabul etmelidir.
Meselenin özü de budur... [292]
417 — Hanımların «Kabul Günleri Tertip Etmelerinin Mahiyeti.
Gayr-i İslâmi hayat tarzına sahip ömür ser. mayelerini
bozuk para gibi harcıyan gaflet ehli kadınlar taifesinin vakitlerini nerelerde
ve ne şekilde harcadıkları, televizyon ve fuhuş albümü gazetelerin yayınlarıyla
merak konusu olmaJktan çıkmıştır. Gazete, dergi sâhifeleri ile televizyon
ekranları berbat lıa-yat yaşıyanlann hikâyeleri ile varlıklarını sürdürüyor. lar
maalesef.
Bugün ismine sosyete denilen taifenin balolar,
kokteyller, doğum günü-yaşgünü partileri, defileler, konserler, tiyatrolar,
operalar, dış seyehatlar, kuaför sa-lonları-güzellik salonları, saunalar...
vesaire gibi bunların her biri vakit dolduran meşgaleleridir.
Feminist kadınların da vakitleri ise dernek
toplantılarında, «kadın haklan, kadm-erkefc eşitliği» mevzulu panellerde, açık
oturumlarda ve sokak yürüyüş-lerindeki çığırtkanlıklarla heder olup
gitmekte.
İmanın lezzetini tadamamış gaflet ehli kadınlar
grubunun, bir de etliye sütlüye karışmadan hergün süslü-püslü giyinip sokak
sokak dolaşan kısmı vardır ki, bunların da zengin, orta halli ve dar gelirli
olanları vardır. Bu grubun müşterek tutkuları da «kabul günleri»
dir.
Gaflet ehli sınıfın içindeki zenginler zümresi bol
dedi-kodulu «günülerinde poker, konken vesaire gibi kumarlar
oynarlar. Orta hallileri, bir hayli zorlıyan gösterişli ikramlarla ve aralarında
topladıkları paralarla «altın ve gümüş günleri» tertip ederler. Dar ge-.
lirlileri ise, gafletin verdiği sersemlikle üst tabaka hanımlarına ayak
uydurmaya kalkıp giyim ve ikram yarışma katılırlar. Böylece, 'bir daha ele
geçmiyecek kıymetli vakitler, gösteriş yüklü böylesi «gün»lerde heder olup
gider.
Bunların dışında bir de, İslâmı hayat nizamı kabul
etmiş müslüman hanımlar var. Ahirete şuurlu olarak inanmış ve ömür
sermayelerinin her ânının ahiret için «bir azık» olduğu inancını taşıyan
müslüman hanımlar vakit nimetinin kadrini ve kıymetini bilerek hareket etmekte
ve hayatlarını buna göre tanzim etmektedirler. Allah ve Rasûlünün övdüğü
kadınlar işte bu grup kadmlarımızdır. Rabfo'ım, 'bunların sayılarını
artırsın...
Bir de, îslâmi emirlere zaman zaman riâyet etmekte
gevşek davranan îslâmi eğitim görmemişliğinden dolayı nefsinin esaretinden henüz
kurtulamamış bir kısım müslüman hanımlar vardır ki, bunları «vakit israfı»
yönünden müsrif olsalar da, onları gaflet ehli kadınlar grubuna dahil edemeyiz.
Çünkü müslüman kadın vaktini lüzumsuz şeylerle de geçirse, o daima masumane bir
tarzda evinin içinde ve helâl dairesinde yaşar.
Söz buraya kadar gelmişken müslüman kadınların
vakitlerini daha iyi nasıl değerlendirebilecekleri hususuna da temas edelim. Bu
konuda söyliyebilecek-lerimizi maddeler halinde şöylece özetlemek mümkündür
:
1- Müslüman
kadın kendisine farz-ı ayn olan ilimleri öğrenmelidir. Bu konuda mesafe
katedebümek için hergün yeni bir mes'ele öğrenme gayreti içinde
olmak lâzımdır. Öğrenilmesi icab eden hususlar mad-, deleştirilerek sıralamaya
tabi tutulursa' bu insanda çalışma azmi verir, lüzumsuz şeylerle meşguliyeti
önler.
2- Öğrenilen
herşeyi mutlaka tatbikata koymalıdır. Amele dönüşmeyen bilgiden fayda elde
edilmez. .
3- Müslüman
'kadın çocuklarını yarınlara hazır-lıyacak bilgi ve beceriyi elde edecek.
Çocuklarıyla planlı-proğramlı öğretim ve eğitim yapacak.
4- Müslüman
kadın .gerek evinde gerekse ziyarete gittiği yerlerde sünnet üzere hareket
edecek. Gösterişten, riyadan, sun'i söz ve davranışlardan daima kaçınacak..
Hedefi Allah'ın rızası olacak.
5- Müslüman
kadın dindar ve saliha olacak. Bunun nasıl olunabileceğini bilecek ki,
olabilsin. Öncelikle bu öğretilecek ve öğrenilecek...
Konu buraya gelmişken bir hanım yazarımızın makalesinden
bir kısmını buraya aktarmak istiyorum. Hanım yazarımız konumuzla ilgili
makalesinde diyor ki:
Hanımlarımız arasında sür'atle yaygınlaşmakta olup,
tiryakilik derecesine varan bir alışkanlıktan bahsetmek istiyorum.
Henüz çocuk sayılacak yaştan başlayarak, gencecik
kızlarımızdan tutun, çoluk çocuk sahibi hanımlarımıza, hatta 50-60 ve daha
ileri yaşlardaki büyükannelere kadar, hemen.her yaşta hanımlarımızın
ekserisinin ellerinde ya bir çift örgü şişi veya işine göre ince veya kaim bir
tığ vardır. Örmeye yarıyan bu âletler, keşke hanımlarımızın becerikli ellerinde
ve maharetli parmakları arasında zaruri ihtiyaçlar için işletilse, üstelik
mahz-ı hayr olur. Her şeyin, bahusus giyim eşyalarının ateş bahası olduğu bir
zamanda aile fertlerinin kışlık hırka, kazak, yelek vs, gibi
ihtiyaçlarını çok ucuza maletmek ayrıca «Kadınlık hüneri» olarak
değerlendirilir ve haklı takdirlerin celbine de vesile olur.
Ne var ki, bizim bahsini etmek istediğimiz husus,
maalesef, bunun çok dışında olup, oldukça düşündürücü bir mâhiyet arz
etmektedir.
Bugün gerek gelinlik kızlarımızın çeyiz sandıklarına,
gerekse ev hanımlarının ev süslemelerine göz attığımızda
hayrete düşmemek mümkün değildir.'
Yün, orlon ve dantel ipliklerinden akla hayale gelmeyen
neler örülmemiş ki...
Lüzumsuz addedilen şeyler hakkında kullanılan : «Her şey
bitti, leğen örtüsü kusur kaklı!» şeklinde pek manâlı bir atasözümüz vardır.
Eskiden oldukça mübalâğalı bulup «Olacak şey mi?» gibilerden güldüğümüz bu sözü
bugün yadırgamaz olduk... Zira ev eşyalarından ütüye, tüpgaza, fırına,
çaydanlığa, el süpürgesine, elektrikli süpürgeye, gaz lambasına vs. en akla
gelmeyecek şeylere el örgüsü süslü püslü kılıflar geçirildiği bir zamanda
çamaşır leğenine kılıf şeklinde örtü örtülmesini garip karşılamamak
gerekir.
Geçenlerde bunlardan bir tanesini daha duydum ve
kulaklarıma inanamadım: OKLAVA KILIFI!.. Evet evet, şu bildiğimiz hamur
oklavası... Cazip renkli yünlerden örülen kılıfın üzerine, yine yünden renk renk
çiçekler örülüp serpiştiriliyor ve oklava, bu cicili bicili kılıf içine
konularak hem çeyiz götüren arabayı, hem de duvarına asıldığı mutfağı
süslüyormuş...
Nasıl?..
Bu durumda çamaşır leğeni örtüyü hem de en süslü
püslüsünden haketmiş olmuyor
Ya büfelerin vitrindeki çay bardaklarına
geçirilmiş dantel örgü kılıflar?.. Ya dantel çay tabağı örtüleri?..
Hele hele «dantel» denilince, çeşitlerini yazmaktan,
kalem tükenir, dil usanır. Ama yıllarını dantel ümüc-leriyle tüketen genç kız ve
hanımlarımızın, ne sabırları tükenir, ne de gönülleri usanır, belki milyonlarca
kere ilmik atmaktan...
Her nasılsa bulunduğum bir hanımlar toplantısında,
50-55 civarında yaşlıca bir hanımın elinde örmekle meşgul olduğu son derece
büyük' bir dantel örtü dikkatimi çekmiş ve ördüğünün ne olduğunu sormuştum.
Karyola örtüsü olduğunu, üstelik henüz 4-5 yaşlarındaki kız. torununun çeyizi
için ördüğünü öğrenin, ce hanımlarımızın içinde bulundukları bu hale acımak
-mı, gülmek mi, yoksa ağlamak mı icâbettiğini kestiremedim.
Allah'ın (c.c.) en büyük nimetlerinden birisi olan o
canım, o kıymetli vakitleri ve «Kadm-erkek her Müs-lümana ilim farzdır!» hadis-i
şerifi' mucibince farz-ı ayn olan dinî ilimleri öğrenmek için halkedilmiş o «göz
nurlarım» böylesine faidesiz, boş ve gösterişten başka bir şeye yaramayan
malâyanî şeylere harcamak kadar abes ve manen ve:bâlli birşey
düşünülemez.
Baştan beri görmüş olduğumuz gibi «vakit nimeti» nin
kıymetini idrakten mahrum genç kız ve hanımlarımızın bu halleri, köklü bir
İslârnî eğitim görmeyiş-lerinden, yani doğrudan doğruya eğitimsizlikten
kaynaklanmaktadır.
Zira esaslı bir İslâmî eğitimden geçen bir Müslüman
hanımı ve kızı, iner şeyden evvel kudsî İslâm dâvasının ehemmiyetini kavramış,
bu dâvaya hizmetin, üzerine düşen dinî bir vecibe olduğuna inanmış, hâsılı
dâvanın şuuruna ermiş bulunmaktadır.
O, önce kulluk noktasında yüce Hâîîk'ma karşı
ibâdetlerini hakkıyla yerine getirmek, bununla birlikte anasına, babasına,
eşine, çocuklarına ve yuvasına karşı mes'ul bulunduğu bütün vazifeleri en iyi
şekilde ifa edebilmek, bunlardan başka ayrıca kendi çapında ernr-i bil ma'ruf
veya diğer İslâm! hizmetlerde bulunabilmek için —evvelce de belirttiğimiz gibi—
vakit içinde vakitlere muhtaçtır.
Aileleri tarafından sağlam bir İslâmî eğitim almamış,
kendi kendilerini yetiştirme yoluna da başvurmamış genç kız ve hanımlarımız
ise, elbette yukarda zikrettiğimiz İslâmî şuurdan mahrum kalacak ve ekserisi
İslâmî anlayışımıza zıd düşen bir yığm câhili gelenek, görenek ve yeni çıkan
saçma modaların elinde zavallı birer oyuncak olmaktan öteye gidemeyeceklerdir.
Üstelik bu hanımlarımız, hepsi birer dünya süsü, öğünme ve gösteriş yarışı olan
bu el emeği göz nuru nesnelerin, yarın âhirette kendilerine hiçbir faide
sağlamayacağım ve orada ancak sâlih amellerin kurtuluş sebebi olduğunu dahi
idrak edsmiyece'klerdir. En akıl almaz eşyalara dahi öl emeği kılıflar
geçirmekte, örtüler örtmekte pek mahir olanlar, o büyük ıgünde «vakitlerim
neyle geçirdikleri» sorgulamasında, dünyadayken, pek müihimsemedikleri
suçlarına ne yazık ki ne bir kılıf, ne de bir örtü
uyduramayacaklardır.
Hâsılı mes'eleye hangi yönden bakarsak bakalım, mevzu
daima dönüp dolaşıp «îslâmî eğitim ve şuur-lanma» hususuna dayanmakta.. Öyle ise
ne yapıp yapıp, !bu eğitim ve şuurdan mahrum kalmış genç kız ve hanımlarımız,
tez elden ellerindeki dünyalık fuzûli meşgaleleri bir yana atmalı ve dinî bir
gayretle kendilerini dünya ve âhirette manen yüceltecek eğitim seferberliğine
girişmelidirler. Bu işin mutlaka mektep ve medrese tahsiliyle olabileceğini
zannedip, «Ben tek başıma, ne yapabilirim ki?» endişesi ile ümitsizliğe
de düşmemelidirler. Zira her genç kız veya hanım, muallim elinde yetişme şans ve
imkânına sahip olmayabilir. Bu durumda şunu çok iyi bilmelidirler ki, —îslâmî
kültür ve şuuruna itimad edilen şahısların' tavsiye edeceği— faideli ve müsbet
kitaplar, kendileri için en mükemmel ibir muallim hükmündedir.
Böylece evini bir mektep ve medrese, kitabını muallim,
kendisini de talebe haline getiren Müslüman genç kız ve hanımlarımız, zamanla
aile yuvalarını, çevrelerini ve nihayet bütün bir cemiyeti birer fazilet
meş'alesi olarak aydınlatacak, her biri o mübarek ve nûr-efşan sâliha
hatunlardan olacaklardır. [293]
Hasılı, «kabul günleri» adı altında gayr-i İslâmi
davranışları yapma yarışma girmek aklı başında hiçbir kadına yakışmaz. Hele
hele müslüman bir kadının böyle bir çirkinliğe düşebileceği asla ve kafa
düşünülemez. Biz burada olması ve olmaması gerekenleri özetliyerek izaha
çalıştık. Şüphesiz ki tevfik ve hidâyet mülkün sahibi Allah -(c.cj'dandır. [294]
418- «Kadının Dokuz Nefsi, Erkeğin Bir Nefsi Vardır.
Evvelâ Kur'an erkeğin kadından üstün yara-. tıldığım
haber veriyor. Bu açıdan kadının üstünlüğü veya güçlülüğü gibi bir şey
tartışılamaz. Eğer bu söz ile şehvet kastediliyorsa, Allah-u Taalâ bir erkeğe
dört kadınlı olmaya müsade ederken bir kadına ikinci kocayı asla münâsib
görmemiştir.
Verilen bu rakamlarla kadının şehvetine daha fazla
düşkünlüğü ifade edilmek isteniyorsa, bu ifa_ dede düşüklük vardır. Bu argo bir
tâbir olup ancak imân terbiyesi görmemiş kimselerin sözü olabilir. Evet,
Kur'an-ı Kerim şehvete bağlı konularda kadını asıî görür; ancak, bu dokuza .bir
gibi (bir ifade değildir. Kur'an-ı Kerim, [295]
zina ederi kadın ve erkeğin cezasını anlatırken önce kadını, hırsızları
zikrederken de önce erkeği anmakla herhalde buna işaret ediliyor.
«Kadının dokuz nefsi, erkeğin bir nefsi var» sözüyle
kadının şehvetine düşkünlüğü sebebiyle nefsine ve şeytana uymasına mazeret
'gösteriliyorsa, bunun için böyle bir mazerete şeytanca bir felsefe deriz.
Şeytani felsefeler hep böyle iğrençtir. İğrençlikler ancak iğrenç kişilerin
harcıdır. Biz inü'minler böyle bir duruma düşmekten Allah (c.c.)'a
sığınırız.
Hâsılı, şeytani felsefeler şeytani tiynetli insanların
ürünüdür. Mü'minlerin sözleri de özleri gibi dost-doğrudur. Biz bu evsafta
olmaya gayret edelim. [296]
419 — «Nabza Göre Şerbet Ver»
• Kimseyi kırmayan herkesle iyi geçinen insan, ların
toplum içindeki yerleri şüphesiz onların lehine olması (bakımından diğerlerine
göre daha olumludur. Ancak, «Nabza göre...» sözü daha ziyade, belli bir işi,
gücü veya makamı olanların, her geleni memnun, ederek mevki ve makamlarını
korudukları ya da pekiştirdikleri bir durum için söylenmiştir. Allah-u
Taâ-lâ'nın şiddetle lanetlediği münafıklar da bu işi yapıyorlar zaten, [297]
Herkesin karşısında değişik konuşan bir insan
haddizatında bilinmeyen, düşünceleri meçhul bir tiptir. O herkesin adamıdır.
Birinden alarak öbürüne vererek ortadan geçimini sağlar. İslâm bu işi akide
noktasından sürdürenleri «münafıklar» diye adlandırmıştır. Tehlikeli olması
bakımından onlar kâfirlerden daha beter tiplerdir.
Mü'min herkese göre değil, Hakk'a göre konuşur. Ne zaman
ne de mekân ve ne de şartlar mü'minin ağzından çıkan sözleri, eylemleri
değiştiremez. Mü'min güneş gibidir. Asırlar, mevsimler onu yönlendiremez. O
asırları ve mevsimleri yönlendirir.
Ah şu asırda her nabza uyan eleştik ağızlı ve yapılı
tiplerden kurtulmaya, ölçüsü Hakk olan, ölçüsüyle hayatını değiştirmeyen
tiplere kısacası Allah (c.c.V-m istediği mü'minlere ne ka'dar
muhtacız.
Yalınız, bununla beraber fıkhi bir hüküm olarak şu
hususun bilinmesine de ihtiyaç vardır:
Bir zulmü önlemek ve ıbu önlemede başka bir çare
bulunmadığı durumlarda, vesaire gibi hallerde «müdahane» (=kişilere sevdikleri
sözlerle muamele etme) fukahanm ruhsat dahilinde gördüğü konulardandır. Yeter
ki, bu, tabiatmdaki ödleklik ve pasiflikten kaynaklanmasın...[298]
Hâsılı, menfaat için insanların durumlarına ve
tavırlarına göre konuşmak ve davranmak münafıklığın, kişiliksizliğin ve
beceriksizliğin tâ kendisidir: Mü'mi-nim diyenlerin bu derece süflileşmeleri
düşünülemez; Böyleleri kalblerinde maraz olanlardır. Şerli olanlar da bu
tiplerdir. Cenab-ı Hakk, böylelerine hidayet ihsan edip ümmeti bu tiplerden
korusun ve kurtarsın... ÂMÎN... [299]
420 — «Bu İşi Yaparken İmânım Gevredi»
İmân, Allah (c.c.)'a ve O'nun emrettiği mânâda inanmaya
denir. Dünyevi konularda imân, direk söz konusu değildir. Meselâ, bir insan
.günlük bir ihtiyacını giderirken, şu kadar sıkıntıya düştüğünü ve imânının
bile neredeyse zorlandığını ifâde edebilmek için «...imânım gevredi.»
diyemez.
Kuşkusuz mü'miıı bir insanın Allah (c.c.)'a olan imânını
kastederek «bu işi yaparken imânım gevredi»
diye bir ifadede bulunamaz. Belki de, bu sözü
söyli-yenler içinde, anlamını idrak ederek böyle söyliyenler yok denecek kadar
azdır. Ancak, iman sahibi herkes ^bir sözü neticesi itibariyle değerlendirmek
zorundadır. Zira, her söylenilen sözün, yapılan her amelin ve hattâ duyulan her
şeyin hesabı verilecektir. Sonunda muhasebesi olan işte dikkatli olmak
akıllılığın gereğidir.
Hâsılı, «bu işi yaparken imânım gevredi» sözü
sorumsuzca söylenilen, söyliyenin neticesini hesap etmeden söylediği bir
sözdür. Hülasa, insan hesap gününü unutmamakla görevlidir. [300]
421 — «Allah Akıl Dağıtırken Sen Nerede İdin»
İnsanın, yaratılmasında ve dünya hayatı ile ilgili
kaderinin tayininde bir katkısı yoktur. Bu aynı zamanda ihtiyarı bir konu da
değildir. İnsanın üzerindeki nimetlerin tamamı kendisine Rabb'inin bir
lut-fudur, Ne görme organı, ne akıl, ne zeka ve ne de baş_ ka bir nimet 'bizim
isteğimiz doğrultusunda bize sunulmadı. Allah-u Taalâ nasıl diledi ise öyle
takdir etmiştir. Eğer böyle olmasaydı hiçbir insan herhalde diğerinden biraz
da olsa azma razı edilemezdi.
Akıl da şüphesiz Allah (c.c.)'nün kullarına lütuf,
larından en önemlilerinden biridir denilebilecek bir nimettir. Öyleki şer'r
teklifler ona bağlanmıştır. Aklı olmayan hesaptan muaf tutulacaktır.
Ancak, akıl insanları kendi iradeleri ile alıp
kullandıkları bir şey değildir. Akıl, diğerleri gibi Allah-u Taalâ'nm verdiği
bir nimettir. Bu nimet hiçbir zaman birinin çocuklara şeker dağıtır gibi
dağıttığı bir şey değildir. O hiçbir zaman dağıtılmadı. Allah (c.c.)'nün
dilediği gibi takdir ettiği bir nimettir.
«Allah akü dağıtırken sen nerede idin» sözünde Allah-u
Taalâ'nm bir işine karşı beğenmemezlik, en azından
görmemezlikten gelme vardır. Mü'min Allah (c.c.) lafzının geçtiği bir cümleyi
cehennemdeki yerini hatırlatacak şekilde kullanamaz. Bir hayat boyu yapılan
ibâdetler, hasenatlar lüzumsuz bir söz uğruna feda edilemez. Şüphesiz mü'min
hesap gününü asla unutmaz. Bütün gayreti de varlığı da o gün için-,
dir.
Hâsılı, akıl Allah (c.c.)'nün kuluna dilediği kadarıyla
takdir ettiği bir nimettir. O hiçbir zaman dağıtılmamıştır. Allah (c.c.)
mahlukatmdan hiçbirine de benzemez. Dağıtmak ile takdir etmeği biribirine
karıştırmamak lâzımdır. Meselenin esası da budur, Allah-u âlem. [301]
422 — «Ne Şeytanı Gör Ne De Sala Vat Getir»
• Bu söz problemli işlere yanaşmam ayı, rahatı ve huzuru
kaçırabilecek işlerden kaçınmayı öğütlü-yor. Halk arasında bu sözden kastedilen
şey; mevcut kötü bir olaya veya şahsa senin müdahalen olmasın; böylece rahatın
bozulmaz imajı veren bir mesajdır.
Halk nezdinde kullanılan bu mânâsı ile incelendi, ğinde
bu söz, mü'min için sakıncalıdır.
Çünkü, mü'min bir yandan kendisi ile ilgili konularda
her türlü tedbiri almak ve şerre karşı her an tedikte olmak zorunda olduğu gibi,
diğer bir yazıdan da şerri eliyle, diliyle veya en azından kalbi ile def etmek
zorundadır. Peygamber Sallallâhu Aleyhi Ve-selîem Efendimiz :
«Sizden biri bir münker [302]
görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü
yetmezse kalbi ile buğuz etsin; bu ise imânın en zayıfıdır.» [303]
buyurmuştur.
Bu durumda, nerede şeriatın hoş görmediği bir şey varsa,
şüphesiz şeytan oradadır. Mü'min de orada olacak ve o münkeri eli ile, dili ile
ya da kalbi ile değiştirecektir. Ödlek, hayatın zorluklarından kaçınan, saray
çocuğu gibi bir mü'min İslâm'ın emirlerini yaşatmak şöyle dursun yaşamaktan
bile âciz kalır. Zira kötülük ve şer daima var olacaktır. Meydan kötülüğe
terkedüemez. Mü'minlerin eli, mevcut kötülüğü yok etmek üzere daima hazırdır.
Öyle ki, şeytanı görmek pahasına bile olsa...
Hâsılı, mü'min daima şer ile mücâdele edecek, şeytanın
her faaliyetine .gücü yettiğince engel olacaktır. Rahatım kaçar endişesiyle
şeytani faaliyetlere göz yumanlar ibilerek veya bilmiyerek şeytana yardımcı
olurlar, Salâvat'a gelince. Bu Peygamber Efendimize selâm vermek veya
göndermektir. Mü'min herşeyi vesile ederek salâvat getirmek zorundadır. Bu öyle
bir aşkdır ki, Peygamber (s.a.v.) sevgisiyle orantılıdır. Hulâsa biz, şeytani
oyunları 'bozalım ve salâvat getirmek için vesileler bulalım... [304]
423- Kıyamet Hacıdan, Hocadan Kopacak»
• Dinimiz İslâmiyet, Allah (c.c.)'nün kulları
içerisinde, günahlarına muafiyet tanınan ayrıcalıklı bir zümre tanımıyor.
Bilâkis ilim ve imkanların artması ile beraber mesuliyeti de artan bir anlayış
getirmiştir. Allah (c.c.)'dan çok korkan ve o korkuyu fiilen yaşayan en iyi
kuldur. Bundan başka ölçüde konamaz.
Diğer bir yandan, İslâmiyet «hacı - hoca» kavramlarını
getirmemiştir. Sadece «âlim» denen bir zümreden söz eder kaynaklarımız. Namaz
kılan bir mü'mi-nin lâkabı nasıl ki: «Musalli filan», zekât verenin de «Müzekki
filan» olmuyorsa, hacc emrini yerine getirenin de ismine «Hacı» vasfım
getirmeyi istemedi dinimiz, îki elin parmaklarından daha fazla hacc yaptığı
saibit olan İmam Azam Rahmetullahi aleyh hazretlerinin adı «hacı» lâkabı ile
anılmıyor meselâ. As-Ihab-ı Kiram Radiyallahu anhüm hazeratınm içinde de foöyle
anılan biri yoktur. Vasfın mevsuftan fazla itibar gördüğü gariplik dönemlerinin
nefisleri avut-, ma metodlarmdan biridir bu adlandırmalar.
Durum bu olunca ayrıcalığı tanınmamış birilerinin
ayıplarını büyütme anlamında «kıyamet hacıdan, hocadan kopacak» demek en azından
boşboğazlıktır. Kıyametin niçin ve nezaman kopacağını ancak Allah-u
Taalâlbilir. Rasûl-i Ekrem Cs.a.v.) Efendimiz kıyametin
şerliler üzerine kopacağını haber vermiştir.
Ancak, İslâm Dinini açıkça hedef gösteremiyen-ler, onun
temelleri ile oynuyorlar. Mü'minleri de bu oyunda oynatmaları o oyundan da
beter.
Hâsılı, İslâm'da «#ıacı-jhoca» diye ayrıcalıklı bir
sınıf yoktur. Olmayan bir sınıf hakkında ileri geri konuşmak en hafif tabiriyle
yalakalık ve boşmağaz-lıktır. Ümmeti böyle bir duruma düşmekten Cenab-ı Hakk
korusun ve kurtarsın... [305]
424 — «Zalim Felek»
• «Felek» gökyüzü veya gökyüzündeki gezegenlerin her
birinin seyrine verilen isimdir.
Ancak, halk arasında bu ifadeler «kader» mânâsına da
kullanıldığı oluyor. Meselâ: «Zalim felek» sözünde muhtemel kasıt budur.
Neticede çıkan mânâ: «Zalim kader» olur ki: Böyle bir sözün mü'minin ağzında
getirdiği vehameti bilmek insanın tüylerini diken diken yapar. Çünkü kader,
Allah'ın takdiridir. Allah'ın takdir ettiği hiç zulüm olur mu?
Şeriatte kader: Vücuda gelecek şeyleri ve o şeylerin ne
zaman, nerede, ne gibi evsaf ve hususiyetlerle meydana geleceğini Allah
(c.c.)'nün takdir ve tahdit etmesidir. Takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince
birer icad etmesine de kaza denir. Kader Cenab-ı Hakk'-m ilim îrâde sıfatına;
Kaza da Tekvin sıfatına racidir.
Kader meselesi İslâmm ince meselelerinden biridir.
Bunun için tevhid inancının iyi bilinmesi gerekir. Allah'ın İlim, Adalet ve
Hikmet vasıfları anlaşılmadıkça, kader meselesi anlatılamaz,
anlaşılamaz.
İnsan doğum ile ölüm arasında çeşitli acılara duçar
olabilir. Musibetler insanı şaşırtabilir. Şiddetli sevinçler, ferahlamalar,
tatlı başarılar ve bahtiyarlıklar da insanı şaşırtıp perişan edebilir. Bunların
imtihan sonucu olduğu bilinirse insan şaşırıp perişan olmaz.
Hiçbir gamlıya Allah ve peygamberinin sözlerinden daha
şifalı, daha teselli edici bir deva ve teselli sebebi yoktur. Kur'an-ı Kerim'de
haber veriliyor ki:
«Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah'ı anmak ile
mutmain olurlar.»[306]
İnsanın başına gelen musibetlerde müslüman ilâhi
takdiri düşünüp teselli bulur. Zira başa gelen belâ_ lar ya vazifelerimizi ihmal
ettiğimizdendir veya önceki hata ve günahlarımıza keffarettir. İlâhi bir ikaz
da olabilir. Nasıl ki, başkasının tarlasına giren koyunları çoban bir taş
atarak çevirmeye çalışır. Bunun gibi gaflette yanlış yönlere yönelen kullarını
Allah (c.c.) ikaz taşları nev'inden musibetlerle, doğru yola dönmelerini ihtar
eder. İmânı olanlar bunun farkına varıp kendilerine çeki düzen verirler. Burada
kader insanı teselli eder. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz dualarında Allah
(c.c.)'den istediği beş şeyden biri de «Kadere rıza» dır[307]
Hâsılı, «zalim felek» sözünden kasıt «kader» dir. Bu son
derece yanlıştır. Allah (c.c.)'yü töhmet altında bırakmak olur. Bunun
neticesini düşünmek bile insanı silkeler. Ya söyliyenin hali nice olur? [308]
425 — «Gözden Uzak Olan Gönülden De Irak Olur.»
• Kaynaşmanın, sevişmenin tek sebebi beraberlik ya da
maddi bağlar değildir.
Beraberliği gerektiren akrabalık îbağı ise, şeriatımız
«Sila-i Rahim» adı ile belli sürelerde beraber olmayı imâni bir konu olarak ele
alır. «Sila-i Rahim»i şu veya bu sebeplerle ifa etmeyen bir mü'min kâmil bir
mü'min değildir.
Eğer sebep din kardeşliği ise, beraberlik için yine göz
önünde bulunmak gerekmez. Aynı kıbleye yö-neiindikçe beraber olmayı gerektiren
onca sebep vardır. Meselâ, ideal birliği, ziyaretleşme, telefonlaşma,
mektuplaşma, gidip-gelenlerden haber, selâm gönderme, üzüntülü ve sevinçli
anlarında yanında bulunma vesaire gibi...
Gerçi şu ıbir hakikattir ki, asrın getirdiklerine köle
olan insanlar için gözünün önünde bile bulunsa, en umulmaz kişi tarafından bile
unutulmak, terkediL inek bir -gerçektir. Meselâ, bir televizyon kendinden başka
herkesi unutturan bir yabancı değilmi? Aylarca hatta yıllara biribirinden ayrı
iki dost bir akşam birinin evinde bir araya gelseler ve o evde televizyon açık
olsa bu iki dost neşredilen reklâmlar vesair proğramlara dalacaklar biribirini
unutup hal-hatır bile soramıyac aklardır. Demek ki, asrın hastalıklarına
yakalandıktan sonra unutmak için illâki gözden ırak olmaya da gerek yok.
Yanyana duranlar da biribirle-rini unutabiliyorlar.
Bütün meseleler, İslâm gerçeğini görmemezlikten
gelmekten kaynaklanıyor. Müslümanım diyenler inandıkları dinin esaslarını
yaşamanın zevkine erebilse-lerdi herkes biribirine müslümanca yanaşabilecekti.
Sıkıntının kaynağı bu.
Hâsılı, aynı kıbleye yönelen insanlar için beraber
olmayı gerektiren çok sebepler vardır. Bu sebeplere riâyet edildiğinde gönüller
bir arada olur. Cisnıani varlık olacak ayrı yerlerde olmak unutulmak sebebi
olmaz. Şüphesiz ki, bu, İslâm'ın yaşandığında doyulmaz prensip ve emirlerine
bağlanmakla gerçekleşir. Yoksa sadece gözden ırak olanlar değil yan yana
olanlar da maddi bağlarla biribirlerine yanaşmışlarsa bu menfaat söz konusu
olunca da bi-ribüierdni unutuverirler. Onun için mes'eleyi iyi kavramak
lâzımdır... [309]
426- Yüzünü Gören Cennetlik
Uzun bir zaman görülmeyen yada az görülebilen veya
kendi içine kapanık kimselere, onu görmenin zorluğu ifade edilmek için «yüzünü
gören cennetlik» deniyor. Çoğu kişi de bu ifadeyi kullanıyor.
Bu sözde iki tehlike vardır:
1- Bir insanı
görmek cennete girmek için yeter sebep kabul ediliyor ki, bu hiçbir zaman makul
değildir.
2- Öbür
taraftan da cennete girmek çok zor bir olay olarak takdim ediliyor. Bu da
yanlıştır.
Cennet, şunu veya bunu görmekle girilen bir yer
değildir. Cennet mefhumunu böyle bir uslufota kullanmak sakıncalı olur. Neyi
nerede ve ne zaman kullanılacağını çok iyi 'bilmek lâzım. Aksi halde vahim
neticeler ortaya çıkabilir. Böyle bir tehlikeyi kimse göze alamaz.
Hâsılı, çok seyrek görülen kimselere «Yüzünü gören
cennetliktir» sözü yerine «Nerelerdesin hiç görün-
müyorsun çok özledik» gibi ifadelerle duygular dile
getirilirse çok daha iyi olur. Konuştuklarımızın ve yaptıklarımızın İsîâmi
ölçülere uyup uymadığını çok dikkatlice kontrole aîmak lâzım. Başımızın
selâmeti de bir noktada buna bağlıdır değil mi?
[310]
427- «Allah İşi Karışmazsa Bu İşi' Yapacağım.»
• Mü'min bir insanın yapacağı işi Allah (c.c.)'a -havale
ederek yapacağını söylemesi gerekir ki, bunun Kur'an-ı Kerim'deki şekli
«İNŞAALLAH»tır. İnşaal-lah'ı konuşmalarımızda kullanmamız bizden istenir. Kehf
Sûresinde Cenab-ı Hakk Peygamtoerini bu konuda uyarmıştır da. Buyurulmuştur
ki:
«Herhangi bir şey hakkında sakın : Ben bunu ya-rın
mutlaka yapacağım, deme.
Ancak, Allah dilerse yaparım, de. Bir şeyi unut_ tuğun
zaman Rabb'ini an ve : Umarım Rabb'im beni bundan daha doğrusuna daha iyisine
iletir, de.» [311]
Biiznillah (Allah'ın izniyle) veya İnşaallah (Allah
dilerse) şu işi yapacağım demek edebtir. Kur'an'da mü'minlere bu terbiye
verilmiştir. Kur'an'm öğrettiği bu olduğuna göre başka bir çeşidinden sakmmak
gerekir.
Ne varki,'yukarıdaki ifadede bu izahını yaptığımız bir
mâna kastedilmiş olsa bile bir kabalık ve sert çıkış seziliyor hemen. Eğer ters
bir anlamda kullanılmış ise daha vahim bir netice getirir. Şöyle ki, Allah
(c.c.)'nün karışmadığı, bilmediği görmediği bir iş mi varki de «Allah
işi karışmazsa...» deniyor. Meselenin ciddiyeti işte buradadır. Öyle ise
yapacaklarımızda, yaptıklarımızda günaha mucip olmayan her şeyde «ÎNŞAALLAH»
demeyi ihmâl etmiyelim. Bu bizim müs-lüm anlığımızın
gereklerindendir.
Hâsılı, herşeyin -bir edebi vardır. Vaadlerimizdeki
adâbları da Kur'an'm bize verdiği terbiye doğrultu, sunda yerine getirmekle
mükellefiz. Bunu anlıyabili-yorsak (bir hayli mesafe kadetmişiz demektir. [312]
428 — «O Günah Bu Günah Geriye Ne Kadı.»
• Allah-u Taalâ kulları için zorluk değil kolaylık
diliyor. [313]
O'nun hiç bir emri kulunu kahretmek, ezmek için değildir. Zaten, hiç kimse
kaldıramıyacağı bir yükle sorumlu tutulmamıştır. Kur'an-ı Kerim'de :
«Biz herkesi gücünün yettiği ile mes'ûl tutarız..»
buyurulduğu malumdur.[314]
Allah (c.c.) ve Rasülü (s.a.v.)'nün günah olarak
bildirdiği ne varsa hepisi insanın mutlu bir hayat yaşaması için engel olan
şeylerdir. Ne var ki, nefisler v.e şeytan günahları insana süslü ve güzel
gösterir, însan da şeytanın güzel gösterdiği şeyleri selim bir akılla
düşünmeyince güzel görebilir. İşte bu durumda onların yasaklanmasını kendisine
bir baskı gibi görür. Tıpkı «buzların üstünde oynamasına izin verilmeyen bir
çocuğun tepkisi gibi. Bu konuya Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de dikkatimizi
özellikle çekmek, tedir[315]
İşi gücü günahlarla olan biri için herşeyin yasak olduğu
sanılan fbir din anlayışı söz konusudur. Halbuki dünyada asıl olan iyi şeylerin
mubah, kötü şeylerin haram olduğudur. Aslında dünya ve içindekiler mü'minlerin
istifadesi için yaratılmıştır.
Günahlar-sevaplar, helâller-har anılar ve mü'minlerin
istifadesi için yaratılanlar; ayrıca, bunların mahiyeti konusunda Kur'an-ı
Kerim'de zikredilen âyetlerden bir kaçının yerini zikrediyoruz.
Okuyucularımıza bu âyetlerin kapsadıkları mânâyı tefsir kitaplarından tedkik
etmelerini bilhassa tavsiye ediyoruz. Âyetlerin sûre adlarıyla birlikte
numaraları şunlardır: A'raf Sûresi, âyet: 32-33; Nahl Sûresi, âyet: 115; Bakara
Sûresi, âyet: 173, 275; Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 93; En'am Sûresi, âyet:
119.
Hâsılı, biz mü'minler Allah ve Rasûlünün günah olarak
büdirdiklerinin günah olduğuna, sevap olarak bildirdiklerinin de sevap olduğuna
imân eder o inançla uygulamasını yaparız. «O günah bu günah geriye ne kaldı»
diyerek haramlar içinde boğulup, helâlleri hiçe sayan nadanlara ancak acır
hidayetleri için duâ ederiz. Böyle çirkin bir sözü de rnü'minin ne yaşantısına
ne de ağzına yakıştıramayız. Bize imân ve güzel amel zevkini ihsan eden
Rabb'imize hamd, O'nun şanlı Peygamberine selâmlar ederiz. [316]
429 — «Komşunun Tavuğu Komşuya Kaz Karısı Kız Göbünür.»
Âlemlere rahmet olan iki cihâh güneşi Hz. Muhammed
(s.a.v.) Efendimiz ümmetine dünya işlerinde kendilerinden daha düşük olanlara
bakmalarını tavsiye etmiştir. Diğer insanların malında ve ellerindeki
imkânlarında gözü olan 'bir insan kendisinden çok şeyler umulabilecek tehlikeli
bir gözün sahibidir. Allah-u Taalâ Kur'an-ı Kerim'de, kendilerine imtihan için
mal verilenlere meyi edilmemesi hususunda uyarıldığımızı, göz ardı edemeyiz. [317]
Bu hatırlatmadan sonra gelelim başlıkta zikrettiğimiz
söze: «Komşunun tavuğu komşuya kaz karısı küz görünür» sözünde iki,tehlike aynı
anda söz konusu ediliyor:
Birincisi başkasının malında temahı olan hasud. bir
insanın kabarmış iştahı.
İkincisi de, kendisine -bakması bile haram olan evli bir
kadını nikahlanmaya müsait gören ırz, namus, haya tanımaz birilerinin sözünün
özetidir. Mü'min ise, insanların elinden, dilinden emin olduğu kimsedir.
Bilhassa ırza taalluk eden şeylerde şaka bile çirkindir, fahiştir; Allah
(c.c.)'nün konuşulmasını istemediği şeydir. Kur'an-ı Kerim'de:
Demek oluyor ki, Cenab-ı Hakk, kötü fiil bir yana
kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana konulmasını istemez. Allah'ın
yapılmasını istemediğini, söylenilmesini sevmediğini mü'nıin nasıl yapabilir
veya söz olarak sarfedebilir? Bu ne cürettir? Böyle bir (hâl affı çok zor olan
bir terbiyesizlik olur.
Aslında cemiyetler, çok hassastır. Bu hassasiyetleri
ile mütenasip içtimai adablara çok ihtiyacı vardır. Nice sözler vardır ki,
kulaktan kulağa dolaşır da, sonu hesap edilmez. Sonunda bunların akıbeti facia
olur.
Kötülük, insanlar arasındaki ülfet ve muhabbeti yok
eder. İhsan, önce kötülükten ve kötü sözlerden nefret eder. Fakat o kötülük
tekrar tekrar anlatılır veya tekrar tekrar vuku bulursa, ilk nefret hissi yavaş
yavaş hafiflemeye başlar. İnsan, âdeta kötülüğe alışır duruma gelir; bir nev'i
sever o kötülüğü. Her zaman işitilen ve hatta bizzat .görülen kötülükler,
zamanla insan ruhunda hiçbir heyecan ve direnme gücü bırakmaz.
Bütün bunlar, iyi insanlara da tesirler yapar.
Kötülükleri etrafa yaymaktan dilleri alıkoyan manialar yıkılır. İnsanları kötü
fiilleri irtikâb etmekten engelleyen duygu ve âdetler yok olur. Kötülükler
tabiileşir. Artık lisanlar, hiç sıkıntı duymadan kötülüklerin tekrarı ve kötü
sözlerin izharıyla meşgul olur...
İnsan, melekle hayvan arasında ikinci mertebede
yaratılmış, her iki mertebedeki sıfatlarla donatılmıştır. Bu bakımdan
peygamberler dışında hemen hemen her insanın içinden bir takım kötülükler
geçebilir. Dinin insanın ruhu ve kalbi üzerindeki en kâmil mânâdaki tesiri
düşünce ve niyetleri berraklaştırmak, iyilik ve hayırlara ağırlık
kazandırmaktır. Ne var ki, kişi; içinden geçen kötülükleri sözlü ve fiili
olanına intikal ettirmedikçe pek günahkâr sayılmaz. Ancak, bu tür düşüncelerin
devamı, insanı çoğu zaman füyuzat-ı ilâhiyenin bazı tecelli ve cilvelerinden
mahrum edebilir.
İslârnın getirdiği yüksek anlamdaki edeb ve terbiye
ölçülerinden biri de açıktan kötü söz söylememek, aklı imân ile birleştirip
içimizden geçen fenalıkları dışa vurmadan belirsiz hâle getirmektir.
Unutmayalım ki, Rabb'imiz LAÎLAHE İLLALLAH... diyen -bir dilin bu kelimeye
yakışmayan sözlerle kirletilmesine razı değildir. İşte, din terbiyesi insanda
bu güzelliği meydana çıkarır. Kur'an bu terbiyeyi getirmiştir. [320]
Hâsılı, insanların, elinden, dilinden emin olduğu
mü'minlerde temahkârlık, hasudlük ve ırz, namus, haya tanımam azlık
sıfatlarımın olmaması gerekir. Zira bunlar kişi ile Rabfb 'isinin aralarının
açılmasına birer sebeptir. Mü'minin Raibb'isi ile arasının açılmasını
düşünmesine bile ihtimal vermiyoruz. Allah (c.c.)'nün konuşulmasını istemediği
şeyi kul hangi hakla söyleyebilir? [321]
430- Dünya Tükenir Yalan Tükenmez»
«Dünya tükenir yalan tükenmez» sözü, «Konuş
konuşabildiğin kadar yalancılık için hesaba çekilmek yoktur» gibi ruhsat
dağıtan bir uslûb ile söylenmiş bir sözdür. Halbuki, yalan haramdır. Cenab-ı
Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'de kesinlikle yasakladığı bir husustur. Allah [c.c.J'nün
kesinlikle yasakladığını işlemeye kimler cür'et edebilir?
Bu- sorunun cevabı şudur: Allah'ın yasakladıklarını
işlemeye kâfirler cür'et eder, münafıklar cür'et eder, bir de imân gerçeğini
kavrayamamış bu lezzete erememiş günah işlemenin insanda meydana getireceği
tahribatı düşünemiyen mü'minler cür'et edebilir. Bu ne büyük bir
aldanıştır.
Yalan gerçeği gizlemek demektir. İbni Ârabî Hazretleri
yalanın bırakacağı tesirleri dörde ayırır:
1- Allah'a
karşı yalan söylemek.
2 - Peygambere
karşı yalan söylemek.
3- İnsanlara
karşı yalan söylemek.
4 - Muamelâtta
yalan söylemek [322]
Zamanımızda insanlar bulundukları ortamı o derece değiştirdiler ki, artık yalan
söylemenin açıkgözlüJük olduğuna inanıyor herkes. Televizyon ve yayın
organlarında işlenilen tema şudur
Yalan söylemek, aldatmak, atlatmak, yemin etmek,
dolandırmak... zekâ oyunları, zekâlı olmanın alâmetleri olarak tanıtılıyor.
Artık «İyi adam yok, saf adam var; kötü adam yok açıkgöz adam var.»
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bingün satbah namazını
kılınca ashabına yönünü döndü. O gece gördüğü rüyasını anlatmaya başladı.
Buyurdu ki:
«Bu gece rüyamda insan suretinde birisi geldi. Bana
yürü dedi. Onunla birlikte gittim. Öyle bir man. zara ile karşılaştım ki,
gördüğümün dehşetinden ürperdim.
İki adam gördüm birisi yere uzanmış, diğeri ayak_ ta
elinde kerpeten, yatan adamın bir yanağından çekiyor ve kulak hizasına kadar
yırtıyordu. Tekrar öbür yanağına dönüyor, onu da kulak hizasına kadar
yırtıyordu. Bu zaman esnasında öbür yanağı düzeliyor-du. Adam yine
yırtıyordu.
Yanımdaki beni götüren zâta sordum:
— Bu manzara nedir? Dedi ki:
— Bu adam yalancıydı. Allah (c.c.) onu böyle
cezalandırıyor. [323]
Bir vesile ile Peygamber (s.a.v.) Efendimize sordular
:
— İnsanı cehenneme götüren amel nedir Yâ
Ra-sûlallah?
Buyurdu ki:
— Yalandır. [324]
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«Yalan fucûra götürür. Fucûr da ateşe sürükler.' iKişi
yalan konuşur da nihayet Alla!h katında yalancılardan yazılır.»[325]
«Sizden sonra gelecek bir kavim var. Bunlarda yalan
yaygındır. Kendilerine güvenilmez, zira, ihanet ederler. Söz verip yerine
getirmezler.» [326]
İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye, Şifau'1-AHl adlı eserinde
şöyle bir olayı nakleder:
Bir karınca yuvasından dışarı çıkmıştı. Yolun üzerinde
bir çekirge ölüsüne rastladı. Onu yuvasına götürmek için çok uğraştı. Fakat
buna gücü yetmedi. Yuvasına geri döndü ve biraz sonra diğer karıncalarla
birlikte geldiler. Çekirgeyi yardımlaşarak götüreceklerdi.
Bu olayı gören zat, çekirgeyi onlar [gelmeden onların
görmiyecekleri bir yere kaldırdı. İlk gelen karınca çekirgeyi bıraktığı yerde
şöyle bir dolaştı fakat bulamadı. Bunun üzerine bıraktılar gittiler. O zat,
karıncalar gidince çekirgeyi yine eski yerine bıraktı. O ilk gelen karınca
tekrar geldi. Götürmek için çapala-dı, fakat gücü yetmedi, götüremedi. Gitti,
arkadaşlarını tekrar getirdi. Aynı zat, onlar gelmeden çekirgeyi tekrar
kaldırmıştı. Geldiler. İlk karınca çekirgeyi yine aradı fakat yine bulamadı.
Tekrar dönüp gittiler.
Bu hadise 'birkaç defa daha tekerrür etti. Nihayet son
defasında bütün karıncalar o karıncayı ortalarına aldılar, etrafında halka
oldular. Her biri bir uzuunu kopararak kendilerini aldattığını zannettikleri
arkadaşlarını parça parça ettiler. Böylece onu cezalandırdılar. Bu olay
kendisine anlatılan zat dedi ki, Cenab-ı Hakk karıncaları o şekilde yaratmıştır
ki, onlar yalancılığın büyük bir kötülük olduğuna ve bu kötülüğü işleyenlerin
cezalandırılması ıgerektiğine inanırlar.
Demek oluyor ki, ister ciddi ister şaka yollu olsun
yalan söylemek asla caiz değildir. Ancak, kötülüğe sebep olmayan mübalağa ifade
eden sözler vardır ki, bunlar yalan sayılmaz. Meselâ: «— Senden falan şeyi yüz
defa istedim vermedin» sözü mübalâğa içindir ve günah da değildir.
Bilindiği gibi yalan söylemeye ruhsat verilen yerler de
vardır. Ukbe kızı Ümmü Gülsün Radiyallahu anha'dan rivayet edildiğine göre
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«İnsanlar arasını islâh için yalan söyleyip hayırlı
haber eriştiren yahut hayır söyliyen kimse yalancı sayılmaz.» [327]
Bu Hadis-i Şerif konusunda İmamı Gazali diyor
ki:
«Bu hadis, insanların arasını islâh etmenin vacib
olduğuna delâlet eder. Çünkü, aslında yalan söylememek vâcibtir. Bir vacübi
ancak kendinden daha kuvvetli bir başka vacib sakıt eder. O halde insanların
arasını islâ'h için yalan söylemek, bu mevzuda doğruluktan daha önemlidir.» [328]
İslâm'da ehemmiyetine ıbinaen üç yerde yalan söylemeğe
müsade edilmiştir:
1- İnsanların
arasını islâh için.
2- Harbte
düşmanı aldatmak için. [329]
3- Karı-koca
arasını bulmak için. [330]
Bu konuda şunu diyebiliriz: Bütün mesele insanların
şahsiyetli bir hayat yaşamaları İslâm'ı ölçü olarak almaları halinde mümkündür.
Meselelerin özeti budur.
Hâsılı, «dünya tükenir yalan tükenmez» sözü şüphesiz
yalancılığı tabiat haline getirenler içindir. Mü'-minler için ruhsat verilen
hallerin dışında söyliyebile-cekleri tek bir yalan dahi yoktur.
Bazıları diıyorlar ki:
[331]
431 — «Dünyada Rahat Yaşamak İsteyen Her Şeyi Hoş Görmeli.»
• Başlık olarak aldığımız söz son derece yalan ve yanlış
ifadelerden biridir. Bunun doğrusu:
«Dünyada da ahirette de rahat yaşamak istiyorsan Allah
ve Resulünün hoş gördüğünü hoş gör, çirkin gördüğünü de çirkin gör.» şeklinde
bir ifade tarzıdır. Çünkü saadet ve selâmet bunun neticesindedir.
Hiçbir mü'min kendi «rahat»ını düşünerek Allah'ın hoş
görmediğini hoş göremez. Zaten Allah'm hoş görmediğinde rahat da yoktur. Kimse
bize dokunmasın diye zinanm yapılmasına, kumarın oynanmasına, içkinin
içilmesine, faizin alınıp verilmesine, namazın terkedilmesine, Ramazan ayında
aleni yenilip içilmesine çıplaklığın yaygınlaştırılmasına hülasa Allah'ın haram
kıldıklarının helâllaştırılanasına, emrettiklerinin de engellenmesine göz
yumamaz. Böyle bir ortamda mü'min nasıl olur da rahat edebilir? Böyle bir
mü'-minin varlığını düşünmek bile insanı ürpertiyor.
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şu Hadis-i Şerifini
duymayanımız var mı?
«Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle def ediniz.
Elinizle def edemiyorsanız dilinizle def ediniz. DiIinizle de def edemiyorsanız
o kötülüğü işleyene fauğz. ediniz; bu sonuncusu imânın en zayıf olanıdır.» [332]
Şimdi nasıl olur da bir müslüman rahatım kaçmasın diye
«bunca kötülüklere ıgöz yumaJbilir?. Böyle müslüman olur mu? Müslıümanin bir
görevi de emr-i bilma'ruf [333]
ve ne:hy-i ani'l-münfcer [334]
yapmaktır. İnsanlara iyiliği bildirmeyen çirkinliğin rezaletinden alıkoymayan
kişinin dindeki sıfatı «Dilsiz şeytandır.»
«Herşeyi hoş görme» telkini mü'minlere emr-i bilma'ruf
ve nehy-i ani'l^münkeri unutturmak için ortaya atı'Imış bir safsatadır. «İşim
iyi, evim var, kazancım dolgun, namazımı da kılıyorum. Kimsenin etlisine
sütlüsüne karışmam. Bana dokunmayan yılan yaşayabildiği kadar yaşasın...»
diyenler bu ümmetin melunlarıdırlar. Bunlar dinimize düşmandan daha tehlikeli
düşmanlardır.
Müslümanm namazı da, diğer ibâdetleri de ölüsü de dirisi
de malı da canı da imkânları da alemlerin RaJbb'i olan Allah (c.c.) içindir. [335]
Allah'ın dini için kullanılmayan her imkân sahibi için cehenneme girme vesilesi
olur. Bunu idrak eden herkes «herşeyi hoş görme» felsefesini ayağıyla tepeler.
Mü'min asıl görevlerinden biri de (budur.
İslâm'ı yaşamak görevini, tebliğini, cihad vazifesini
kabul etmiyen kimse konumu ne olursa olsun kâfirdir. Onlar için ebedi cehennem
vardır, İşte başlıkta zikredilen söz insanları ibu noktaya götürmek gayesiyle
söylenmiş ıbir sözdür.. Şeytan başta olmak üzere her düşmana karşı her rnü'minin
uyanık olmak zorunluluğu vardır. Gaflet ve aldanış herşeyi
mahveder.
Mü'minfer imkânlarını Hakk'ın hayata hakimiyeti için
kullanmakla vazifelendirilmişlerdir. Şahsi menfaatini düşünenler dinlerini
koruyamadıkları gibi ırz ve namuslarını da kaybederler.
Hâsılı, dünyada ve ahirette rahat yaşamanın yolu Allah
ve Resulünün hoş gördüğünü hoş görmek, çirkin gördüğünü de çirkin görmekle
mümkündür. «Her şeyi lıoş görme» felsefesiyle dînin yasakladıklarını irtiikab
edenlere ıgöz yumanları dinlerini ve namuslarını kayibetmelerûıin cezasını
çektiklerini hepimiz ibretle görürüz. Cemiyetimizde bu iğrençlerin yekûnu az
da değildir, maalesef... [336]
432 — «Baltacı Mehmed Paşa Rus Karısı Katerina'ya Dayanamamıştır.»
21 Temmuz 1711 Cum'a günü kazandığımız Prut Muharebe
si'nden sonra yapılan anlaşma ile ilgili bir uçkur hikâyesi uydurulmuş,
ecdadımız 'bununla karalanma/k istenmiştir. Osmanlı'nın son Şeyhülislâm'1
arından Mustafa Saibri Efendi diyor ki:
— «Tarihte bizim milletimiz kadar ecdadına küfreden,
iftira eden başka bir -millet yoktur.» Gerçekten de öyle. Okullarında,
kitaplarında, televizyonunda, gazetelerinde, batı kafalı insanlarının ağzında
ecdadına küfredilen tek ülke bizim ülkemizdir. Daha hâlâ, devletler tarihinin
en büyük simalarından birisi olan Cennet mekan Abdülhamid Han gibi bir dehayı
karalamak yarışımız, neden 'bitmemiştir, hele bir düşünsenize.
Gelelim «Baltacı-Katerina olayı» diye uydurulan Prut
Savaşı'nm özetine ve sonucuna:
Prut Meydan Muharebesi'nin şanlı kahramanı Baltacı
Mehmed Paşa'dır. Kısaca bu zatın kiim olduğunu tanıyalım2:
Baltacı Mehmet Paşa, Çorum'un Osmancık kazâ-smdandır.
«Teberdar» [337]
lakabıyla da anılan Mehmed Paşa, saraya baltacılıkla intisâb etmiş, güzel sesi
ile musiki tahsil ederek müezzin olup «Paikçe-Müez-zin» diye anılmıştır.
Baltacının iki sadâreti vardır. İlk sadâreti 25 Aralık 1704'dedir. Derya
kaptanlığından Vezareti Uzma makamına getirilmiş ve bu ilk sadâreti 'bir yıl,
dört ay, dokuz gün sürmüştür. Padişahın maiyetindekilerden bazılarıyla
geçinemiyen ve bu sebeple azledilen Baltacı, 1710 yılının 18 Ağustos Pazartesi
günü ikinci defa sadrazam olmuştur. Balta-cı'mn Prut Seferi bu ikinci sadâreti
devresindedir.
Prut Seferi «Deli» unvanıyla mâruf Moskof Çarı Birinci
Petro'nun yürüttüğü Kuzey'den Baltık Deni-zi'ne, güneyden Karadeniz'e hâkim
olabilme siyasetinin neticesidir. Deli Petro'nun, o yıllarda bize' iltica etmiş
olan rakibi İsveç Kralı Demiiibaş Şarl'in Devlet-i Aliyye hudutları dışına
çıkarılması yolundaki isteğinin tarafımızdan reddini bahane ederek Kırım'a
tecâvüzü, Osmanlı-Rus sulhu hükümlerine aykırı olarak Azak Denizi'nde donanma
kurmuş olması ve İstanbul'daki Moskof elçisinin, İsveç Kralı'nm hudutlarımız
dışına çıkarılması mevzuundaki küstahça taleb-leri, Prut Seferi'nin sebepleri
arasındadır.
Moskof'un bu mütecaviz tuitumu, devrin padişahı Sultan
Üçüncü Ahmed huzurunda toplanan fevkalâde bir meclisde müzakere olunmuş ve
neticede Rusya'ya harp ilân edilip, harfe sebepleri bir beyanname ile Avrupa
devletlerine de duyurulmuştur.
Orduy-ı Hümâyûn başında Serdâr-ı Ekrem
olarak 9 Nisan 1711 perşembe günü İstanbul'dan hareket eden
Baltacı Mehmed Paşa, 19 Temmuz'da Pruth üzerindeki Falçi geçidinin bulunduğu
Kartal Sahrası'na varmış ve hemen o gece kurdurduğu dört köprü ile ordusunun
mühim ıbir kısmını karşı yakaya, Çar Deli Petro'nun bulunduğu Çuçura mevkiine
geçirmiştir. 20 Temmuz .günü, ordunun geri kalan kısmıyla Baltacı da, karşı
yakaya geçip düşmana cepheden taarruz etmiş, bu arada Kırım Hân'ı Devlet Giray
ise, Rusları arkadan çevirmiş ve böylece Çar Deli Petro, Pruth nehri ile
civarındaki bataklıklar arasında kalmıştır!...
Böylece ümidsiz ıbir durumda çadırına çekilip, hiçbir
teşebbüse cesaret edemiyerf Moskof Çarını, bilâhare İmparatoriçe olarak
Katerina kurtarmıştır!.. Ordusunun bütün erkânını toplayarak onları teslim
olmaktan başka çare 'kalmadığına ikna eden ve kendi mücevherleriyle birlikte
ordu içinden topladığı bütün değerli eşyayı, iki yüz bin ruble ile beraber suilh
fidyesi olarak gönderip Baltacı'dan aman dileyen, Birinci Katerina
olmuştur!...
Baltacı Mehmed Paşa, Rus murahhaslarının .getirdiği
sulh teklifini, topladığı harp meclisinde müzakereye, koymuş ve neticede «Cümle
vükelâ-yı devletin re'y ü ittifaklarıyla düşman teklifinin kabulü takarrür
etmiştir.»
Barış imzalanır. Şartlar güzel... Ruslar Azak Ka-iesi'ni
tekrar bize bırakacaklar. Kırım Hanlığı ile, Osmanlı'nın himayesindeki
Polonya'ya asla müdahale etmeyecekler, ondört kaleyi ibize terk edecekler ve
kendi ısınırları içimdeki yıkık kalföüeri de onanmaya-caklardır. Ve de aynca
Türkiye'ye sığınmış olan İsveç Kralı 12. Charles'in ülkesine dönüşünde,
kendisine saldırmayacaklardır. Unutmadan not almız. Ve dahi Rus
Başbakanı Shafiroff ile, daha sonra Kateri-na'ya metreslik eden Başkumandan
Sheremetof Os-manh'da rehin kalaoaklandır.
Baltacı aleyhinde tezvirat hemen başlar. Ka-teri-na'nın
o gece BaJıtacı'nın çadırına geldiği, mücevherleri rüşvet olarak verdiği ve
anlaşmayı, bu nedenle eksik bıraktığı söylenir. Yalanıdır. Ama o zaman zafer
kazanan orduya hediyeler, mücevherler verilmesi de âdettir. Baltacı'nm Valde
Sultan'a yazdığı mektubu, tarihçi-vaık'anüv Râşid Efendi yana yakıla anlatır.
Çadır hikâyesi oldukitan sonra, gerçekleri bilmeğe ne hacet. Biz âdil olmak
yerine safdil olmaya nicedir ahoneyizdir.
Oysa Deli Petro hakikaten mahvedilebilirdi. Ne var ki
Petro'nun aman dileyen delegeleri huzura gelmeden bir süre evvel, Yeniçeri
Ağası kendisine gelmiş ve «Ordu sıkıldı. Bu akşam anlaşma yapmaz iseniz,
sabaha çadır sökeceklerdir. Mukayyet olun» demiştir. Yani, kazanılan zafer
hezimete dönecek. Bu, dönme yeniçeri güruhu böyledir. Anadolu sipahileri misali
«Vatana can feda» demez, anıma «Canıma devlet fedaidir dillerindeki ihanet
formülü. Anlaşma böylece yapılır.
Bâzı tarih kitaplarında (!!!), Katerina'nın,
Balta-cı'nuı çadırına 'bizzat geldiği, getirdiği rüşvetle ve iş-vekâr tutumu ile
Baltacı Mehmed Paşa'yı sulha razı ettiği yazılıp çizilmiş, hattâ «Profesör»
unvanlı bir zat aşağıdaki satırları yazmaktan utammamıştır!... An-kara'daki Dil
ve Tarih - Coğrafya Fakültesi Dekanı Prof. Akdes Nimet Kurat, Fakülte yayınları
arasında neşredilen «Pruth Seferi ve Barışı» adlı kitabının birinci cildinde
diyor ki: «Arnavut kıtalarının kumandam Mahmud Bey'in tâbiri veçhile, «Baltacı
Mehmed Paşa ve erkânı beceriksiz, kabiliyetsiz ve namus
bakımından da pek sağlam olmryan birer puşt idiler. Buna mukabil Rus ordusunu
idare edenler —Rurs Çarı ve Rus generalleri de dâhil olduğu halde— bu sefer
cereyan ettiği müddetçe Rusya'nın büyümesi ve menfaatleri yolunda bütün
varlıkları ile hizmet ettiler ve bunun için en büyük fedakârlık yapmağa ve hattâ
kendilerini feda etmeğe hazır olduklarını isbat ettiler.»
Tarih okutan bir Fakülte başındaki Dekanın bu korkunç
hezeyanı, bazı roman yazarlarına cesaret vermiş ve Baltacı ile Katerina
mevzuunda allı - morlu pek çok kitap yazılıp yayınlanmıştır!...
Pruth Seferi esnasında her iki tarafın tuttuğu
ruz-nâmelerle, savaşa katılan —Türk ve Rus— muhtelif kimselerin yazdıikları
hatırat, rapor ve şehâdet bugün elde mevcuttur. Ve bu vesikaların ışığında
gözler önüne serilen gerçek odur ki, Pruth Savaşı'nda Yeniçeriler gevşek
davranmış ve askerin bu feci hali Baltacı'yı düşündürmüştür. Pruth seferiyle
alâkalı eserler incelendiğinde bu hakikat olanca dehşetiyle görülür. Baltacı
Mehmed Paşa'nm, Pruth Savaşı hakkında Valide Sultan'a yazdığı mektup, Topkapı
Sarayı Müzesi'nce yayınlanan «Arşiv Kılavuzu»nda neşredilmiştir. Baltacı'nm
mektubunun fotokopisi bu «Arşiv Kılavuzu»nda mevcuttur ve Yeniçerilerin Pruth
Savaşı'ndaki fecî tutumu, o mektupda bütün açıklığıyla anlatılmıştır. Bu
mevzuda daha başıka şehâdet-ler de vardır. Meselâ, savaşı Baltacı'nm
karargâhından takip etmiş olan Fransız seyyahı Auibry de la Mot-raye,
seyahatnamesinin ikinci cildinde «Yeniçerilerin daha sulh muahedesi imza
edilmeden evvel aç Moskof askerine yiyecek taşıdıklarını» yazmış, Rus
karargâhında bulunan hain Kantemir ise, Yeniçerilerin Pruıth'daki
durumunu Fransız seyyahını te'yid eder mahiyette anlatmıştır.
Katerina ile Baltacı'nm buluşmaları, tarih kitaplarına
değil, masal veya romanlara yakışır!... Zira,, sulh esasları, Ordu
Reisü'l-Küttâtoı Ömer Efendi ile, Petro'nun şansölyesi Baron Şafirov arasında
tesbit olunmuş, Katerina, ne Baltacı Mehmed Paşa ile, ne de başka bir Türkle yüz
yüze gelmemiştir!...
Baltacı Mehmed Paşa'nm Ruslardan «rüşvet* almadığı,
getirilen hediyelerin «rüşvet» değil; «fidye» olduğu, o devirde mağlûb tarafın
gaalib tarafa böyle hediye vermesinin umumî ve alenî bir âdet olduğu, üstelik bu
«fidye»ye Baltacı'nm el sürmediği, nitekim Katerina'nm yüzüğünün bir müddet
sonra Sadâret Kethüdası Osman Ağa'nın —bu zat, Pruth Sefesine katılanlardandır—
terekesinden çıktığı, Pruth Savaşı mevzuunda Doğu'da ve Batı'da yayınlanan
eserlerde yer almış, Baltacı Mehmed Paşa'nm zengin olmayıp fakir öldüğü
sarahatle kaydoluninuştur!...'
Böyleyken, sayısız vesika ışığında gerçek bu iken,
bizdeki «Milli şuur» yoksunu gaafiller, yukarıda görüldüğü gibi, türlü
hezeyanlarla Baltacı Mehmed Pa-şa'yı lekelemekten utanmamışlardır!...
Gerçeği —sayfalarımızın müsaadesi nisbetinde— böylece
kaydederken, Baltacı Mehmed Paşa'yı rahmete anıyoruz.[338]
Hâsılı, tarih ıboyu biz ders almasını hiç
bilmerni-şizdir. Müslümanların başlarını hangi entrikalar ve desiselerle
kaybettiklerini araştırmak yerine, eğlenceli aşk ve uçkur hikâyelerine yeşil
ışık yakmaya alıştırıl/naışızdır, işte biliniz ki, biz bu bizden olmayan güruha
yeşil ışık yaka yaka, bugün müsdümanlar olarak dünya önünde sönmek bilmeyen
kırmızı ışıklara 'köle edilmişlzdir.
Baltacı Mehmed Paşa'nuı ruhuna bir fatiha gönderiniz.
Ben hakkındaki nice iftiralar için değil, bu rezil iftiralara inanma merakımız
için CenaJb-ı Hak'k'-tan ve merhumdan af taieib ediyorum. [339]
433 — «Akşam Öten Horoz Uğursuzdur, Hemen Kesmek Lâzımdır.»
• İslâm'a göre, ne uğurlu ne de uğursuz hiçbir şey
yüktür. Herşey Allah Cc.cJ'nün takdiriyle tecelli öder. O, ne dilerse ancak o
olur. Bazı şeylerden uğur beklemek bazı şeylerden de uğursuzluk geleceğine
inanmak şark olur; böyle inanca sahip olanlara da müşrik denir. Kur'an-ı
Kerim'de müşriklerin özelliklerini anlatan yüzlerce âyet-i kerime vardır. [340]
Günümüzde bazı hayvanları uğurlu bazılarını da uğursuz
sayanlar vardır, maalesef. îşite bu özelliklerden birini de başlığa aldığımız
söz aksettiriyor. Küfrün kültürünün tesiri aüitmda kalan halkımız arasındaki
bazıları akşam öten horozun uğursuz olduğuna inanırlar. Böyle bir inanç islâm'a
kesimlikle aykırıdır. Çürakü bu konuda Peygamber (s.a.V.) Efendimizin bir
hayli Hadis-i Şerifleri vardır.
Peygamberimiz Cs.a.v.) Efendimiz horozların melek
gördüklerinde öttüklerini birçok Hadis-i Şeriflerinde beyan etmişlerdir. Allah
(c.c.) horozlarda öyle tür özellik: yaratmıştır ki, bunların ötüşü mânevi
bir tesirin, bir meleğin görülmesi neticesinde olur.
Efendimiz (s.a.v.) bu anda dua edilmesi gerektiğini, meleğin de «âmin»
diyeceğini beyan buyurmuştur. [341]
Horozların ibu mümtaz özelliklerinin yanında bir de şu
mülbârek vasıfları da vardır:
1- Güzel
seslidirler: Öttüklerinde sesleri insana fera'hlı'k verir.
2- Cömertliği
simgelerler: Yem veya herhangi bir yiyecek attığınızda dikkat ederseniz
kendileri yemez etrafındaki tavuklara yedirirler.
3- Eşlerini
kıskanma hasletleri vardır: Birlikte oldukları tavukların yanına başka horoz
yanaştırmazlar. Ölümleri pahasına da olsa böyle bir durumda diğer horozlara
karşı koyarlar.
4- Erken
kalkıp, erken davranırlar: Erken yatıp erken kalkmak planlı, programlı olmanın
alâmetidir. Bereket de bundan gelir.
5- İdareci
durumundadırlar: Etrafındaki tavukları sevik ve idareyi çok iyi
becerirler.
Bu özelliklerle vasıflandırılmış ve ötüşlerinin melek
görme sebebiyle olduğu kesin haber verilen horozların ötmesini uğursuzluk
saymak ancak ahmaklığın ifadesi olur. Ahmakların şerrinden Allah Cc.cJ'a
sığınırız; çünkü şerir olanlar bunlardır.
Ancak, burada bir mes'eleye de açıklık getirmek
istiyoruz: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz iki hayvanın sesinin işitilmesinde
Allah'a sığınmamızı emir buyurmuştur. Bu hayvanlar eşek ve köpektir. Eşek
anırması ve köpek havlamasının şeytan görme neticesimde olduğu sahih hadislerde
haber verilmiştir. [342]
Rasûl-ü Kkrean (s.a.v.) Efendimiz .-
«Kim köpek havlamasını yahud eşek anırmasını duyarsa,
koğuslmuş bulunan şeytandan Allah'a sığınsın. Zira ıbu hayvanlar sizin
görmediğinizi görür, hissederler.» [343]
buyurmuştur. Demek ki, bu hayvanlar şeytanı gördüklerinde havlıyor ve
anırıyorlar. Başka hadislerde bu hususta haberler mevcuttur. [344]
Bilindiği gibi köpek ve eşek seslerinin çirkinliği ile
insana nefret verirler. Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk:
«Şüphesiz s eslerin en çirkini eş eki er in sesidir» [345]
buyurduğu malumdur. Buna seibep de bu hayvanın şehvetine ve midesine çok düşkün
olmasıdır. İşte şehvetlerinin ve midelerinin esiri olanlarda eşeklik sıfatları
bulunmaktadır.
Eşeklik sıfatlarıyla bayağılaşanlarm evlerindeki,
arabalarındaki köpekler kendilerinin bir parçası olmuş kimseler ne bedbaht
kimselerdir. Bunları Cenab-ı Hakk köpeklere hizmetkârlık etmekle
cezalandırmaktadır.
Böylelerlnin. yanındaki köpekler evlerinin her ya-nmda
dolaşır. Kendilerinin yanıibaşmda oturur, üstlerine ıbile köpek kokusu
sinmiştir. Onun için en ağır koz-motik kokular kullanırlar. Evlerine köpek
kokusundan girilmez. Avrupa özentisi onları köpekleştirmiş-tir. Aslında
Avrupa'h da bunlar gibi çok pistir. «Küavuzu karga olanın burnu pislikten
çıkmaz» sözü ne kadar da doğrudur. Çünkü .bunların kılavuzu Avrupa,. Pislik
Avrupa'lının bir parçasıdır. Görünürdeki «temiz»lifk bir ciladır.
Tuvaletlerinde, yıkanmak için, su yok. Çıkarken çektikleri sifondan ibaret su.
Kendilerini pis bırakıp, tuvalet taşlarını temizlemiş oluyorlar, bunlar. Biz
müslümanlar «en pis» bir «Umumi Helamdan bile tertemiz çıkarız. Köpek ve
eşeklik sıfatlarını taşıyanlar ise «pırıl pırıl* tuvaletlerden çıkanken
«pis»-tirler.
Hâsı'h, «Akşam öten horoz uğursuzdur» sözü son derece
.yanlış bir inanç tarzıdır. Bazı şeyleri uğurlu bazılarını uğursuz saymak
müşriklik alâmetidir. Her-şey Allah'ın takdiriyle ve müsadesiyle olmaktadır.
Horozlar da ancak melek görünce öterler. Onların sesini duyunca Ibiz mü'minlere
d'a duâ etmek düşer. Çünkü bu duaya meleklerin âmin» diyeceklerini Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz haber vermiştir. [346]
434 — «Allah-Ülâ'yı Öğrendin Mı?»
• Kur'an-ı Kerim'de bir âyet vardır ki, adına
«Ayet'el-Kürsi» dendr. Sahih bir Hadis-i Şerifte bu âyetin Allah'ın
kitâibındaiki en faziletli âyet olduğu belirtilmiştir. Bu âyet Bakara.
Sûresi'nin 255'inci âyetidir.
Bu «Ayet'el-Kürsi»nin fazileti hakkında birçok Hadis-i
Şerif varid olmuşitur. Hz. Ali (r.a.J'den rivayet edildiğine göre o şöyle haber
vermiştir: Peygamberimiz (s.a.v.)'in, minberde iken şöyle dediğini işittim :
«Her farz namazın sonunda «Ayet'el-Kürsi» okuyan kimseyi, cennete gionefcfcen
ancak ölüm engeller. Ancak Allah dostu ibâdet ehli olan kimse bu âyeti okumaya
devam eder. Âyet'el-Kürsi, yatağa girerken okuyan kimseyi, o kimsenin komşusunu,
komşusunun komşusunu ve çevresindeki evleri (kötülüklerden) emin kılar.»[347]
«Âyet'el-Kürsi" adıyla bilinen bu âyete bazıları
özelikle halkın çoğunluğu «Allah-u Lâ» diyorlar. Biri diğerine : «Allah-u Lâ'yı
okudun mu, öğrendin mi, biliyor musun veya okudum, öğrendim, öğreneceğim ya da
oku...» gibi lâflar ediyorlar. Bu ifadeler son derece hatalıdır. -Kim bilerek
söylerse kâfir olur. Cehalet sebebiyle söyliyenler de çok tehlikeli ıbir ifâde
sarf etmiş olurlar. «Allah-u Lâ» lâfzının karşılığı «Allah yok» demektir.
«Allah-u Lâ'yı öğrendin mi?» diyen kişi «Allah'ın olmadığını öğrendin mi?» demiş
olmaktadır. Bu, ıbümiyereık dahi olsa korkunç bir hatâdır. Bunun başka türlü
izah tarzı yoktur.
İşin iğrenç taraflarından biri de şudur: Bu şekilde
tanıtımda bulunan bazılarını ikaz ettiğimiz zaman bunların bazıları:
— Yok canım olmaz öyle şey! Eğer sizin dediğiniz gibi
olsaydı kimse söylemezdi. Herkes öyle söylüyor, diyorlar ve bu inatlarına devam
ediyorlar. Bazıları da ikazdan anlayıp bir müddet bu ifadeyi terk ediyorlar;
ama sonra eski alışkanlıklarına devam ediyorlar. Üçüncü bir grup vardır ki,
bunlar söylediklerinin mânâsı hatırlatılınca :
— «Ha öyle mi! Tevibe estâğfirullâh deyip! Tevbe ya
RaJbb'i ftevlbe!» deyip hatalarından vaz geçiyorlar. Takdire şayan olanlar ve
affa mazhar olanlar işte bunlardır.
Hâsılı, «Allah-u Lâ» demek «Allah yok» manasınadır.
Hiçjbir mü'minin böyle bir ifade ile hataya düşmesi düşünülemez. Ben
bilmiyordum» demek ahiret-tefci hesaplaşmada mazeret olarak feaJbul
edilmiyecek-tir. Her mü'min farz-ı ayn olan ilimleri öğrenmek zorundadır. Öyle
olunca, zikrettiğimiz, âyeti tanıtırken veya ifade ederken «AllaSh-u Lâ»
şeklinde değil «Âyet' el-Kürsi» olarak zikredeceğiz. Misal ile bitirelim: «AI~
lah-u Lâ»'yı öğrendin mi? şeklinde değil «Âyet.el-Kür-si»'yi öğrendin mi?
şeklinde soracağız. Bu gerçeği herkes bilmeye medburdur... [348]
Dua
YA RABBI!...
Bu kitabı ihlâs ile okuyup mucibince amel eden ve emeği
geçenlerin imanlarını kuvvetli zihinlerini açık, ilimlerini ziyâde, amellerini
salih, nzıklarını helâl ve bol eyle...
Vücutlarını sağlıklı, maddi - mânevi temiz bir hayat ile
arkadaşlarını sadık ve salih, haclarını mübarek ve tekrar eyle...
Akıl, idrak ve fehimlerini tamam ve kâmil, ahlâklarını
güzel ve sünnetten ayırma...
Maddi - mânevi temizlikle kendilerini pâk
eyle...
Kusurumuz çok. Amelimiz noksan...
Habîbî zi-şan hürmetine sualsiz, hesapsız cennetine
girenlerden, CemaluIIah'ı daim görenlerden eyle...
AMÎYN[349]
[1] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 3-4.
[2] Buhari K. Cenaiz: 80. Müslim K.Kader:
25.
[3] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 5-10.
[4] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 11-12.
[5] Aka Gündüz. Hakimiyet-i Milliye (Ulus): 4.1.1934, Sf.
3.
[6] Y.Ziya Ortaç.
[7] Kemaletin Kamu.
[8] Betin, 150, Sonrakiler defterinden.
[9] Elmalıh M.H.Yazır. Hak Dini Kur'ân Dili C/l, Sf.
25.
[10] E.C.A'dan Haberler C/2, Nisan-1983. Yazan: Hatif R.
Öğe.
[11] Bu noktada çok meraklı olanlar çıkarsa
Vatan-Politika-Cumhuriyet gibi gazetelerin kolleksiyonlarmı
karıştırabilirler.
[12] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 13-16.
[13] Yani topluma rahmetin isabetinin sebebi
budur
[14] Kur'ân-ı Kerim'e.
[15] Lokman Sûresi, Âyet: 25. Zümer Sûresi, Âyet: 38.
Zuhruf Sûresi, Âyet: 9, 87.
[16] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 17-21.
[17] Mecmuau'z.-Zevaid. C/l, Sf. 127.
[18] Tac. C/l, Sh: 61. dn: 10.
[19] İbni Mace, C/l. Sh. 87.
[20] Tac. C/l. Sh: dn: 10.
[21] Fatır Suresi. Âyet: 28.
[22] Buharı.
[23] Buharı. C/6. Sh: 108. Ebu Dâvud, C/2. Sh: 70.
Tiraıizi C/5. Sh: m. İbni Mâce, C/l. Sh: 76. Müsned. C/l. Sh:
57-58-153.
[24] İbni Mâce, Sünen C/l. Sh: 78.
Kahire-1952.
[25] Tac. C/4. Sh: 5.
[26] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 22-28.
[27] Buhari-Müslim. -
[28] Kitabımızın C/l. Sh. 232-234, arasını da
okuyunuz.
Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 29-31.
[29] Yazan Mustafa Demir. Bu şiir Milli Gazetenin açtığı
hiciv yarışmasında 5'inci seçildi. Tarih: 24.3.198İ.
[30] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 32.
[31] Ermeni Manukyan isimli Genelev patroniçesi kadın 1930
yılından sonra hemen hemen her yıl Türkiye'de vergi rekortmenleri arasında ilk
sıralarda ilân edildi. Devlet bu kerhaneciye bu işinden dolayı başarı madalyası
verdi.
[32] Muhammed Muhtar Han. Milli Gazete 17 Mayıs 1990
Perşembe, Sh. 2.
[33] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 33-41.
[34] Sofrada yemek yerken yüksek sesle bir kişnin
besmele-okumasıyla sünnet yerine gelirse de herkesin söylemesi iyidir. Yemeğinin
başında hayızlı nifaslı hanımların besmele çekmesi de sünnetir. Süt, çay ve
diğer helâl şeyleri, içmeğe başlarken de besmele
okunmalıdır.
[35] Peygamber, (s.a.v.) Efendiniz Hz. AH (r.a.)'ye: «Ya Alı
taamına tuzla başla...» buyurmuştur.
Hz, Ali Cr.a.) de: «Yemeğe tuz ile başlayandan Allah (ad
yetmiş türlü belâyı giderir.» buyurmuştur. Ancak, yemekleri çok tuzlu yimek
göze zararlıdır. Ölçüyü aşmamak,
lâzımdır.
[36] Camiü'l-Künûz, Sh 147.
[37] Riyazüs-Salihîyn, H. no: 159.
[38] Riyazüs-Salihîn. C/2, H. no: 743.
[39] Ramuzu'l-Ehadis, C/l, Sh. 6. H. no: 12.
[40] Ramuzu'l-Ehadis «îyyaküm» babından.
[41] Buhari Tecrid-i Sarih Tere. H. no: 391.
[42] îmam Kurtubi, El-Camii Li Ahkamul-Kur'ân. C/7. Sh. 192,
Mecmuatu't-Tefasir, C/2, Sh. 543.
[43] Buhâri, Şehâdet: 9 50
[44] Tezkiratü'l-Evliya, Sh. 47.
[45] Muhammed S. A: 12.
[46] Sünnen-i İbni Mace. C/2. Sh. 1084, H. no: 3256 Çağrı
yay.
[47] Riyazü's-Salihiyn Tere. C/2. Hadis no:
610.
[48] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 42-52.
[49] Riyazüssaliyn C/2. H. no: 571.
[50] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 53.
[51] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 54.
[52] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 54-55.
[53] Camiu'l-Künûz, Sh.: 147.
[54] Sahih-i Müslim. K. Eşribe, bab : 14.
[55] Sahih-i Buhari. Cüz : 6, sh.: 248.
[56] Fethü'1-Barî Şerhü Sahih-il-Buhari. c. 10, sh.:
72-73.
[57] İhya, c. 2, sh.: 5.
[58]Sahih-i Buhari, Cüz : 6, sh.: 250.
[59] Fethü'I-Bârî Şerhü Sahihi'I-Buhari, c. 10, sh.:
79-80.
[60] Altın gümüş kaplardan birşey içilmez. Hz. Huzeyfe (r.a.)
: «Altın ve gümüş kaptan içmekten Rasulüllah bizleri neh-yetti» buyurdu.
Bilindiği gibi altm-gümüş piyasada denge
unsurudur. Onları bu vasıftan uzaklaştırmak içtimai ve
iktisadi buhranlara sebep olur.
[61] Kadıhan, c. 1, sh.: 46. Hindiyye, c. 5, sh.: 337.
Dürru'1-Muh-tar, c. l, sh.: 30.
[62] Tirmizi, c. 1, sh.: 201.
[63] Gayetü'l-Me'mul Şerhu Tacül-Usûl. c. 3, sh.:
124.
[64] îbni Abbas (r.a.) söylemiştir.
[65] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 56-60.
[66] Buhari. Kitabu'r-Rikak : 7/173.
[67] îrsi şişmanlık Hadis-i Şerifte yerilen şişmanlığın
dışındadır.
[68] Buhari: Şehadet: 9.
[69] Ramuzu'l-Ehadis «ye'ti» maddesi.
[70] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 61-65.
[71] Müslim, H. no : 2311.
[72] Buhari-Müslim, K. zülıd.
[73] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 66-68.
[74] Kuşeyri Risalesi, Abdülkerim Kuşeyri. Vera
bahsi.
[75] Rasülûllah fs.a.v.) Efendimize Peygamberlik gelmeden
önceki döneme cahiliyet devri denir.
[76] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 69-73.
[77] İbn'ül-Esir, en-Nihaye, c. 2, sh.:
219.
[78] Sebe Suresi, Âyet: 39, Müminun Suresi, Âyet:
72.
[79] Bakara Suresi, Âyet: 127-128.
[80] Teftâzâni. Şerhül-Akaid: 127-128.
[81] Ali İmran Suresi, Âyet; 191.
[82] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 74-76.
[83] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 77.
[84] Zikrettiğimiz yazının, tekrar okumasını bilhassa
istirham ediyorum.
[85] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 78-79.
[86] Tabarani Evsafta İbni Ömer (r.a.)'den rivayet
etmiştir. Camiu's-Sağir'de «Berrû» kelimesi ile başlayan hadis,
[87] Riyazü's-Salilıiyn, c. 1, H. no : 315.
[88] Seyid Kutup. Fizilal c. 9, sh.: 306, Hikmet Yay.
Tere.
[89] Seyyid Kutup, Fizilâl, c. 1, sh.: 307. Hikmet
Yay.
[90] Ahlak hadisleri, c. 1, H. no : 31.
[91] îbni Mâce, H. no: 2291.
[92] Ebu Davud, H. No: 3528. Nesai: 2/211.
[93] Ebu Davud H. no: 3530. Ahmed: 2/144.
[94] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 80-87.
[95] Ahmed îbni Manbel. Müsned, a 2, sh.: 11,
90
[96] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 88-90.
[97] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 91-92.
[98] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 93-95.
[99] Günah, farsça bir kelimedir. Arapçada Lemen, Seyyie,
Zenb, Kebire kelimeleri günah mânâsmdadır. Arapça mütehassısları, Lemen ve
Seyyie'yi küçük günah; Zünüb ve Keba-ir'i büyük günah olarak tarif
etmişlerdir.
[100] Riyazüssalihiyn. c. 2, H. no : 598.
[101] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 96-98.
[102] Peygamber Cs.a.v.) Efendimiz: «Dua bizzat bir ibâdettir»
(Tirmizi Tere. c. 6, sh.: 6) «Kim Allah'a duâ etmezse Allah ö kişiye buğuz
eder» (Tac Tere. c. 5, sh.: 198) buyurmuştur.
[103] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 99-101.
[104] Ebu Davud, c. 8, sh.: 195. Ahlâk hadisleri, c. 1, H. no
: 3%
[105] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 102-104.
[106] Selâm vermek mütevatir bir sünner, almak ise
farzdır.
[107] Selâm alınırken «Aleyküm» yerine «Ve aleyküm...»
şeklinde söylemek lâzım. Çünkü bu «Ve»: «Bana olduğu gibi sana ' da selâm»
mânâsını ifadeye yardım eder. «Ve» siz karşılandığı surette ise «Selâmet bana
değil sana olsun» gibi eksik bir mânâ ile ifade edilmiş olunur. CH. B. Çantay
meali, C. 1, Sh. : 136).
[108] Buharı Tecrit Tere. H. no.: 20İ5-2016. Riyazüssalihiyn,
c. 2, H. no: 861. Zübdet'ül-Buhari Tere. H. no:
1367.
[109] Karnı aç ise selâm verilir. Davet edilirse sofraya
oturulur. Karnı aç değilse selâm vermez.
[110] Halil Gönenç Fatvalar, c. 1, sh.: 211. Ahlâk Hadisleri,
c. 2, Sn.: 386.
[111] Ahlâk hadisleri Tere. c. 2, sh.: 375.
Yahudiler biribirine selâm verirken ve tazimde
bulunurken başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerler.
Sahnede şarkı söyliyecek olan kadınlar seyircilerini selâmlarken dikkat
edilirse aynı şeyi yapıyorlar. Bunlar tesadüfi değildir.
[112] Riyazüssalihiyn Tere. c. 2, H. no:
870-871.
[113] Tecrîd-i Sarih Tere. c. 4, sh : 358, İstanbul
-1946.
[114] Selâm senin ve, gönderenin de üzerine olsun,
demektir.
[115] Ahlâk hadisleri c. 2, H. no: 1036 ve
827.
[116] Buhari: — 59 —Kitabu Bedil-halk 6. bab. H. no: 1519.
' Müslim-: — 44 —Kitstou Fe zaili's-Sahabe, H. no : 90 - 91. Tiımizi: —
50 —Kitabul-Menakıb 3. bab H. no : 3876. İbni Mace: — 33 —Kitabu'1-Edeb 12.
bab. H. no : 3S96. Nese-i: Kitabul Îşreti'n-Nisa cüz : 7, sh.: 65,' Mısır
-1964. Fadlu'llah i C. 2, sh.: 485.
[117] Ebu Davud, Tirmizi, Riyazüssalihiyn. C. 2, sh.: 244, H.
no : 873.
[118] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 8, sh.: 6084,
İstanbul -1938.
[119] Ahlâk hadisleri Tere. ve Şerh c. 2, sh.: 380. A. F.
Yavuz, İstanbul -1975.
[120] Merhaba: Rahat ol, benden sana bir zarar
gelmez, hoş
geldin-safa geldin, yabancıya gelmedin, bir
dosta geldin...
mânâsına gelir.
[121] Buharı: Megazi kitabı, 83. bab. Müslim : Sahabe babı. H. no : 98. Fadlu'llah : c. 2, sh.: 482. Ahlâk hadisleri. H. no : 1030-
[122] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 105-111.
[123] Nûr Sûresi, Âyet: 30-31. Forma: 8
[124] Riyazüssalihiyn, c. 3, H. no : Z653.
114
[125] Nûr Sûresi, Âyet: 31.
[126] İslâm'ın nüzulünden önceki dönemde.
[127] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 112-116.
[128] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 117-119.
[129] Müzzemmil Sûresi, Âyet: 20.
[130] Rum Sûresi, Âyet: 17-18.
[131] Bakara Sûresi, Âyet: 203.
[132] Fecr Sûresi, Âyet; 1-2.
[133] Hacc Sûresi, Âyet: 27-28.
[134] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 120-122.
[135] Bu Hadis-i Şerifteki cünüpten murat yıkanmaya kulak
as-mayıp cünüp gezmeyi adet edinen ve cünüp olarak üzerinden bir ve daha fazla
vakit namazı geçirenler kasdedihniş-tir. (Müslim Tere. Şerh. c. 2, sh.: 488.
A. Davudoğlu),
[136] Müslim. K. tahare, c. 1, H. no: 91.
[137] Müslim Tere. Şerh. A. Davudoğlu, c. 2, sh.:
423.
[138] A.G.E. c. 2, Sh. : 428.
[139] Ahmed Davudoğlu. Müslim Tere, ve Şerhi, c. 2, sh.:
428.
[140] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 123-125.
[141] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 126-128.
[143] Saf Sûresi, Âyet: 2.
[144] Tecrid-i Sarih Tere. c. 1, bölüm: 1, sh.:
37.
[145] Buhari, Kitatm'1-ilim. Tecrid-i Sarih Tere. C. 1,
bölüm : 1, sh.: 37.
[146] Bakara Sûresi, Âyet: 159, Ayrıca 160, 161, 163. âyetlere
de bakınız. Konu ile ilgili açıklama Tecrid-i Sarih terceme-sindeki 98 nolu
Hadds-i Şerif şerhine bakınız.
[147] Nûr Sûresi, Ayet: 51,
[148] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 129-133.
[149] Eylül - Ekim 1990 tarihli gazetelere
bakmız.
[150] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 134-137.
[151] Nahl Sûresi, Âyet: 61.
[152] Cum'a Sûresi, Âyet: 8.
[153] Nisa Sûresi, Âyet: .78.
[154] Her şeyde olduğu gibi bu da Allah'ın, takdir ettiği süre
kadardır. Bu süre 7 ay da olabilir, hatta daha aşağı da olabilir. Erken doğup da
yasıyanlan çok duyarız. Her şeyin sının ilahi tekdirin tayin ettiği
iledir.
[155] H. Fevzi Bürün.
[156] İhya, C. 2, Sh. : 130.
[157] Tirmizî, Zühd: 4. Nezai, Cenaiz: 3. İbni Mace, Zühd:
31.
[158] İbni Mace, Zühd : 31.
[159] Bu kitaplar Millî Eğitim Bakanlığı'nda Devlet kitabı
olarak yayınlanmaktadır.
[160] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 139-143.
[161] Enam Sûresi, Âyet: 2.
[162] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 144-145.
[163] Gaf Sûresi, Âyet: 16, 17, 18.
[164] Rahraen Sûresi, Âyet: 28.
[165] Nahl Sûresi, Âyet: 61.
[166] Araf Sûresi, Âyet: 34.
[167] Hicr Sûresi, Âyet: 5.
[168] Ali İmran Sûresi, Âyet: 145.
[169] îbn-i Hişam, c. & sh.: 90. 148
[170] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 146-148.
[171] Bakara Süresi, Âyet: 156.
Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 149-151.
[172] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 152-154.
[173] Dürretü'l-Fahire, sh. 260.
[174] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 155-156.
[175] Buhari, K. cenâiz, bab: 216.
[176] Ebu Suud Efendi Fetvaları, Fetva No :
8691.
[177] H. Karaman. İslâm'ın ışığında günümüz meseleleri, sh.:
93.
[178] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 157-162.
[179] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 163-165.
[180] Meslek ve cinslere göre de (şoför milleti, kadın
milleti) gibi binlerce millet ayırımı yapılıyorsa, da bunlar temel değil meslek
ve meşreb farklılıklarını anlatabilmek içindir. Temel ayırım inanç beraberliği
veya aykırılığına göredir.
[181] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 166-170.
[182] Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Veda Hutbesi.
[183] Cemil Meriç. Yenidevir G. 2.2.1981.
[184] Hucurat Sûresi, Âyet: 13.
[185] Âl-i İmran Sûresi, Âyet: 103.
[186] Hucurât Sûresi, Âyet: 13.
[187] Sömürgelerin Ululaşması. Çeviri: T. Ataöv, Sh.
132. Ank, 1965.
[188] Bu iğrenç yüzlerden biri de Ali Suavi denilen melundur.
Halkın çırağan basikım ile tanıdığı bu kişi, molla kılığında bir Türkçüydü. Bu
iğrenç mahluk şöyle diyordu: «Kitap, hadis, icma ve kıyas ile hüküm çıkarıp
bunlarla devlet idare edilemez.» Faize «helâldir» diyen bu sahte mollanın
karısı gayr-i müslim bir İngiliz karısı idi. Bu melunu resmi tarihler «Türk
büyüğü» olarak tanıtır. Bu isim ile resmi okullar açılmıştır. İbadetin türkçe
yapılmasını, sûrelerin türkçeleştirilip okunmasını, Kur'an'ın
türkçeleştiril-mesini ilk ileri süren budur.
[189] Enbiya Sûresi, Âyet: 107.
[190] Hucurât Sûresi, Âyet: 4.
[191] Muhammed Sûresi, Âyet: 35.
[192] Kasas Sûresi, Ayet: 5.
[193] Âl-i îmran Sûresi, Ayet: 140.
[194] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 171-178.
[195] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 179-181.
[196] Meslek ve cinslere göre de şoför milleti, kadın milleti
gibi sınıflamalar yapılırsa da bunlar şekildedir. Özde iki millet vardır. îslâm
milleti, küffar milleti.
[197] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 182-184.
[198] Bu kitabımızda «Lâikliğe ulaşamıyan ülkelerde kadın
haksızlığa uğruyor» (başlığı altındaki yazıyı tekrar okuyunuz.
[199] A'hlâfc hadisleri, C/l, H. No.1
[200] Şiratü'l-İslâm: 470.
[201] Abdullah ibni Ömer (r.a.)
[202] Bu duayı Peygamberimiz (s.a.v.) söylerken üç defa
tekrarladı. (Riyazüssalihiyn C/l, H. No: 315).
[203] Rasülüllah (s.a^yrT meselenin ciddiyetini tefkrar ettiği
cümlelerle izah .bılyurrrmşlardır. (Şa'rani, İslâm'da
[204] îsra Sûresi, Âyet: 24.
[205] Fizilal C/9, Sh, 307, S. Kutup. Hikmet
Yay.
[206] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 185-193.
[207] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 194-195.
[208] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 196-199.
[209] Buna dostluk değil hinoğlu hinlik demek
lâzım.
[210] Çünkü daha önce böyle yapmışlardı.
[211] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 200-204.
[212] Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi. C/10, Sh. 176'da böyle
demektedir. Birçok aklı evvelin de böyle sözler söylediğini nazar-ı itibara
alarak bu sözü de açıklamak gereğini duyduk.
[213] Prof. H. D. Yıldız. İslâmiyet ve Türkler. Sh.
3-6.
Mevlüt Özcan,
Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır Yayınları, 3/: 205-206.
[214] Diyanet Dergisi. C/13, Sayı: 1. Sh. 48.
[215] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi. C/3, Sh.
1141.
[216] Diyanet Dergisi. C/18. Sayı: 1. Sh. 48.
[217] î. Parmaksızoğlu — Y. Çağlayan. Genel Tarih: 1. Sh-
391.
[218] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi C/3, Sh.
1141.
[219] Hayati Ülkü. îslârcı Tarihi: 438.
[220] D. Avcıoğîu. Türkiye Tarihi. C/i, Sh.
124.
[221] D. Avcıoğlu, Türkiye Tarihi. C/3, Sh.
2204.
[222] î. Parmaksızoğlu — Y. Çağlayan: Genel Tarih:
307.
[223] 1 fersah 6.232 m. tdkkbül eder.
[224] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi. C/3, Sh.
1174-1175.
Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 206-208.
[225] H. Ülkü. İslâm Tarihi. Sh. 439.
[226] D. Avcıoğlu. Türklerin Tarihi. C/2; Sil.
356.
[227] Prof. Dr. H. D. Yıldız. İslâmiyet ve Türldor. Sh.
42,
[228] Prof. H. D. Yıldız. İslâmiyet ve Türkler. Sh.
36-37.
[229] N. Akşit. Lise: 2. Tarih, Sh. 69.
[230] Bekir Yakıştıran. Yenidevir G.
6.9.1981.
[231] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 208-210.
[232] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 211-213.
[233] Alauddin Haskafi. Durrü'l-Muhtar. C/2, Sh.
280.
[234] Konuyu daha teferruatlı öğrenmek istiyenlere «Din
Görevlisinin el kitabı» adlı eserimizin 618-644 sahifeleri arasını okunmasını
tavsiye ederiz.
[235] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 214-215.
[236] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 216-218.
[237] Camiu's-Sağır. C/2, Sh. 150, M. Cemal Öğüt. Temizlik.
C/2, Sh. 42.
[238] İbni Abidin Reddü'l-Muhtar. C/5, Sh.
100.
[239] İhya-i Ulumud'din. C/2, Sh. 86-88.
[240] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 219-221.
[241] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 222-223.
[242] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 224-225.
[243] Bu sözün T.C.'nin 7.'ci «Cumhurbaşkanı» Kenan Evren 15
Ocak 1983'de İstanbul Gazeteciler Cemiyetinde bir «nutuk»unda ifade
etti.
[244] Zaman Gazetesi: 26.10.1990. Sh. 12.
[245] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 226-229.
[246] Zaman Gazetesi: 6.11.1990. ve İzmir'de çıkan Yeni Asır
Gazetesi: 31.10.1990 Çarşamba.
[247] Rahman Sûresi, Âsyet: 26.
[248] Araf Sûresi, Âyet: 34.
[249] Mü'minun Sûresi, Âyet: 43
[250] Âl-i İmran Sûresi, Âyet: 145.
[251] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 230-234.
[252] İbni Âbidin, Reddü'l-Muhtar. C/5, Sh:
261.
[253] Fethü'l-Kadir. C/2. Sh. 86. 270. Kahire -
1319.
[254] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 235-237.
[255] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 238-241.
[256] Ahmet Davudoğlu, Buluğul - Meram Tercemesi ve
Şerhi, c/3, Sh: 283.
[257] Fetevayı Hindiyye, c/2, Sh. 383. Ö.Nasuhi Bilmem,
Hukuku Islâmiyye Kamusu, c/2, Sh. 448.
[258] Ö.Nasuhi Bilmen. Hukuku îslâmiyye Kamusu c/2, Sh.
450
[259] Bakara Sûresi, Âyet: 187.
[260] Razi: Tefsir-i Kebir c/4, Sh. 368, Elmalı Tefsiri c/l,
Sh: 670.
[261] Rum Sûresi, Âyet: 21.
[262] Bakara Sûresi, Âyet: 228.
[263] Nisa Sûresi, Âyet: 19
[264] Elmalı Tefsiri, c/2, Sh: 1320.
[265] Bakara Sûresi, Âyet: 233.
[266] Kurtubi. El-Cami li Ahkami'l-Kur'an. C/6, Sh:
94.
[267] Mansur Ali Nasıf, Tac. c/5, Sh: 373. Tebrizi.
Mişakatü'l-Mesabih. C/3, Sh: 1435. Münzeri. Et-Terğib vet'Terhib. C/l, Sh:
125.
[268] Davudoğlu. Buluğu'l-Meram, c/3, Sh:
474.
[269] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 242-245.
[270] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 246-247.
[271] En-NaM Sûresi, Âyet: 106.
[272] Sadeddin Teftâzâni, Şerhu'l-akaid, Sh: 77. İst. ts.;
Mutıam-med b. Süleyman (Damâd), Mecmeu'l-enhur, 1/688, İst., 1328:
Behçetü'l-Fetevâ, Sh: 185.
[274] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 248-250.
[275] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 251-252.
[276] Tecrid-i Sarih Tere. c/6. 985 nolu hadisin
şerhinden.
[277] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 253.
[278] Türkçe sözlük, Sh: 445.
[279] Alauddin Haskafi Dürrü'l-Muhtar Şerhi
Tenvîri'l-Ebsar.
(Reddül-Muhtar'm üstünde) c/6, Sh: 383 İst.
-1984.
[280] A.G.E., aynı cilt ve sabitede.
[281] Sera'hsi, el-Mebsut, c/10, Sh: 154.
[282] Alaaddin Haskafi A.G.E., aynı cilt ve
saîıifede.
[283] A.G.E. aynı cilt ve sahife. Damat Efendi.
Mecei'l-Enhur.
C/2, Sh: 542. Ö.N.Bilmen, Büyük İslâm
İlmihali, Sh: 472.
[284] Alaaddin Haskafi, A.G.E., c/6, Sh: 380.
[285] Abdullah bin Muhammed el-Musuli, el-İhtiyar
Li-Ta'liîi'l-Muhtar. C/4, Sh: 157. İslâmi K. îst. -1951 (2.
baskı).
[286] Alauddin Abidin, El-Hediyyetü'1-Aliyye. Sh: 246,
Kahraman Yay. İst. -1984.
[287] Kuble: öpmek demektir.
[288] Buhari Tecrid-i Sarih Tere. c/6, Sh: 530. Hadis no:
985'in şerhi. Ebu'1-Leys Semerkandi. Bustanu'l-Ârifin, Sh: 50-51
(Tentoihü'lGâfüin'in arka tarafında) Beyrut -1979.
[289] Alaaddin Haskafi. Durrü'l-Muhtar Şerhi
Tenviri'l-Ebsar.
(Reddü'l-Muhtar'm üstünde) c/6, Sh:
384.
[290] A.G.E. aynı cilt ve sahife. Hayatü's-Sahabe, c/3, Sh:
66.
[291] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 253-257.
[292] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 258-260.
[293] Şule Yüksel Şenler. Müslüman Hanımlar Vakitlerini Nasıl
Değerlendirmeli? Zaman Gazetesi. 15-29 Kasım 1990.
[294] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 261-267.
[295] Nur ve Maide Sûresi, ilgili Âyetlerde.
[296] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 268.
[297] Bakara Sûresi, Âyet: 14-15.
[298] Karafi, el-Farûk, c/4, Sh: 236. 270
[299] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 269-270.
[300] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 271.
[301] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 272-273.
[302] Münker'i âlimler «şeriatın, hoş görmediği
herşe^dir» şeklinde tarif ederler.
[303] Ebu Davud. 1140-4340 nolu hadisler. Tirmizi, 2173; İbni
Ma-ce. 4013 nolu hadis. Nesai 8/111.
[304] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 274-275.
[305] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 276-277.
[306] Ra'd Sûresi, Âyet: 28.
[307] Ahlâk hadisleri, c/l, H. no: 307, Sh:
324.
[308] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 278-279.
[309] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 280-281.
[310] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 282.
[311] Kehf Sûresi, Âyet: 23-24.
[312] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 283-284.
[313] Bakara Sûresi, Âyet: 185.
[314] En'am Sûresi, Âyet: 152. A'raf Sûresi, Âyet: 42.
Mü'minun Sûresi, Âyet: 62, Bakara Sûresi, Âyet: 233-286, Talak
Sûresi, Âyet: 7.
[315] En'am Sûresi, Âyet: 43, 137. Enfal Sûresi, Âyet:
48. Nahl Sûresi, Âyet: 63. Nemi Sûresi, Âyet: 24. Ankebût
Sûresi, Âyet: 38.
[316] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 285-286.
[317] Hicr Sûresi, Âyet: 88. Taha Sûresi, Âyet:
131.
[318] Nisa Sûresi, Âyet: 148.
[319] Bu âyetin tefsirini tefsir kitaplarından okuyarak âyetin
mahiyetini daha iyi anlamanızı tavsiye ederiz.
[320] Asrın Kur'an Tefsiri, c/3, Sh: 1530. Gelâl Yıldırım.
Anadolu Yay. İzmir* 19öO.
[321] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 287-289.
[322] Ahlâk hadisleri, Tere. ŞerK. A.F.Yavuz, Sönmez Yay.
İst.-1979. C/l. Sh: 20.
[324] Müsned-i İmamı A'hmed, c/2, Sh: 176.
[325] Müslim. H. no: 2607; Efou Davud. H, no: 4989; Tirmizi,
H. nor 1972.
[326] Buhari.
[327] Buhari 3/166; Müslim 2/288; Tecrid-i Sarih Tere. H. no:
1156.
[328] İhya. 2/199..
[329] «Harib hiledir» Hz. MuJıammed (s.a.v.).
[330] Müslim Tere. Şerhi. A.Davudoğlu. C/2, Sh: 288-289.
294
[331] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 290-294.
[332] Müslim H. no: 49.
[333] İyiliği tebliğ etmek,
[334] Kötülükten alıkoymafc.
[335] En'am Suresi, Âyet: 162-163.
[336] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 295-297.
[337] Teberdar: Silahın icadından evvel harb âleti olarak
kullanılan teberli efrat hakkında kullanılan bir tâbirdir. Teber, bir hanb
âletidir. Teberdarluk İkinci Muran zamanında kurulmuştur. Teberdarlar, Anadolu
halkının genç ve iri vücutlularından seçilirdi. Bunlar ordunun önünden
giderler, yürüyüşe engel olan şeyleri ortadan kaldırmak suretiyle askere yol
açarlardı.
[338] Mustafa Müftüoğlu. Yalan Söyleyen Tarih Utansın, c/2.
Sn. 59-63.
[339] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 298-304.
[340] Bazıları için lıafemız: Yunus Sûresi, Âyet: 18. Ra'd
Sûresi, Âyet: 14. Nahl Sûresi, Âyet: 55, Meryem Sûresi, Âyet: 31-82. Zümer
Sûresi, Âyet: 3, 43, 44.
[341] Buharı: Kitabu Bed'il-Halkı, (15J Bab Müslim : Kitabu'z
-Zikri, Hadis: 82, Tirmizl: Kitabu'd-Davat, Hadis: 3455, Ebû Davud:
Kitabu'I-Edeb, Hadis: 5102, Eadhu'Ilâhî c/2, Sh. 637. Ahlâk Hadisleri Tere.
A.F.Yavuz, c/2, H. no: 1230-1236, 1261.
[342] Ahlâk hadisleri. Tere. A.F. Yavuz, c/2, H. no:
1230-1235.
[345] Lokman Sûresi, Âyet: 19.
[346] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 305-308.
[347] Furtan Tefsiri. Tere. Mehmed Keskin, İlim Yay. c/l, Sh.
205.
[348] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 309-310.
[349] Mevlüt Özcan, Sorumsuzca Söylenen Sözler, Sabır
Yayınları, 3/: 311.
Yorumlar
Yorum Gönder